Nane ve Çilek

Mart ayında İstanbul’daydım. Maçka Parkı’nın üstünden uçup Boğaz’a bakan bir teras var sevdiğim. Ona tırmandım. Güneşli lakin fena rüzgarlıydı hava.

Garsona gurbetçiyim ben, serin baharlara alışkınım diye de böbürlendim biraz, soğuk beni çok vurmaz gibisinden. Ne var ki adamcağız ısrarla uyarınca camekanla korumalı kısma yerleşmeye karar verdim sonunda. Yazasım da vardı biraz, hissediyordum ki uzun oturacağım.

Çok sevdiğim biri getirmişti beni ilk buraya. O ve ailesiyle özleştirdiğim bir üzüm çeşidinden üretilen şaraptan ikram etmişti bana. Öğlen vakti demeyip ikimiz de keyifle içmiştik. Derin ve zor konulardan konuşmuştuk o gün. Ne lezzetli bir öğleden sonraydı, ne muazzam bir ruh dokunuşu…

Yakında öleceğini biliyor olamazdı. Son derin sohbetimiz olacağını aklıma bile getirmemiştim elbette. Ne garip değil mi? Ölümün evrendeki en mutlak gerçek olduğunu en derinimizden bilsek de çocuksu, hatta saftirik bir inatla bizden ırak olacağını varsayıyoruz arsızca ve mütemadiyen.

İkinci bir bardak ister misiniz? diye sordu garson. Gülcihan Abla da benimle içecek varsayıp istedim. Üşümediniz değil mi? dedi sonra. Uzaklardan gelmişsiniz, hasta edip yollamayalım sizi.

Acı patlıcanın efsanesini bilir misin der gibi baktım yüzüne. Gülümsedi.

Bir şeyler çiziktirmeye başladım derken. Dış dünya önce flulaştı sonra hepten yok oldu. İkinci bardağı masaya koyarken çilek de getirdim yanına dedi garson. Üstüne iki yaprak da taze nane koymuş.

Çilek de nane de pek içime dokundu. Yazıya dalınca dünyaya dönmek zor ama özen hep minneti körüklüyor bende. Başımı kaldırıp yüzüne baktım adamın.

Dört gözün birbirlerini değdiği o kısacık saniyede nasıl da çoğalıyor varoluş keyfimiz, insan olma gururumuz. Belki sırf bunu yaşamak için bile değer gerisi, ötesi berisi. Kalecik Karası şahit; o anı yaşamayı da paylaşmayı da çok sevdim.

*

Çocukluk hayallerimde gelinlikler, düğünler ve beşikler olmadı hiç. Beyaz atlı prensler de. Kendi annem dahil çok kimseyi buna inandıramasam da…

Rüyalarım hep keşif, seyahat, bilinmeyeni bildik yapmak ve yoktan var etmek üstüneydi. Aşkı hep istedim, ondan hep beslendim ama onu kafese koymaya hiç yeltenmedim. Kimseye de sonsuza kadar sevmek için söz vermedim. Sonsuz kim ben kim…

Elli yaşını vurunca bir zahmet durup düşünüyor insan. Neredeyim, ne yaptım? Değiştim mi? Yolumu mu yitirdim? Çocukluk halim kahveye gelse çat kapı, şimdiki kendimi ona beğendirebilir miyim?

Kendi adıma bu değerlendirmeden (pekiyi olmasa da) iyi notla geçtiğimi düşünüyorum bu ara. İçinden şehirler, diller, insanlar geçen ve sanatın kıyısına kurulu bir günlük hayatım var. Uçaklara dokunan, bağlantılar yaratmaya yarayan bir iş yapıyorum, paralelde de içimdekini düzyazı ya da dizeye döküyorum. İçimden geldiği gibi.

Lakin bu ara istediğim kadar kitap okuyamıyorum diye kızıyorum kendime. Düşünce depolarım yeterince dolmuyor, beslenmiyorum. Daha çok temiz kan lazım hem beynime hem de imgeme.

Dijital iletişimin değerini azımsamıyorum ama onun çaktırmadan eritip götürdüğünü göremeyecek kadar da kör değilim. Telgraflardaki çığlığı, kartlardaki masumiyeti, en çok da mektupların büyüsünü özlüyorum. Zarf tutkalına dili dokunmadan ölmemeli insan bence…

İstanbul’dan Brüksel’e doğru yola çıktığım o Mart akşamüstü bir karar aldım. Elimdeki yeni kitaba uçağın tekerlekleri bu canım şehri terk etmeden başlayacak ve onu bir hafta içinde bitirecektim. Kaybetmekten korktuğum güzel alışkanlıklara yeniden kavuşmak için ufak bir deneydi bu anlayacağınız.

Günlerden pazardı. Bir sonraki hafta sonunu Paris’te geçirecektim üstelik. Bu kitap deneyiminin İstanbul’da başlayıp Brüksel’den geçip Paris’te tamamlanması düşüncesi de hoşuma gitti.

İlk sayfayı kokladım. İlk üç cümle el salladılar bana ailecek. Tarttık biraz birbirimizi; kim kimi parselleyecek uçağımız zaman dilimi değiştirirken? Üçüncü sayfada sarıldık kitapla. Ego savaşımızın sonlanmasıyla beraber aktı içime diyecekleri.

Yol boyu okudum. Hafta içi de Brüksel’de durakta otobüs beklerken, metroda yol alırken, uykuya teslim olmadan önce. Nereden ve nicedir benim olduğunu hala kestiremediğim bir refleksle telefona giden elimi bilinçli bir kararla kitaba yönelttiğimde aslında hala okumaya ayırabileceğim ne kadar zamanım olduğunu gördüm. Hayret ettim buna; kıvamında keyifli ve oldukça kızgındım kendime daha önce niye uyanmadım diye.

*

Bir hafta geçti aradan. Sonraki Pazar Paris’te güneşli bir sabaha uyandım. Kitabımı koluma takıp en sevdiğim kafeye yürüdüm biraz mahmur, oldukça kararlı. Şansıma cam kenarı bir masa da boşalmıştı, yerleştim.

Garsonla göz aşinalığımız vardı önceki gelişlerimden. Siparişi özenle aldı. Beş on dakika içinde de getirdi istediklerimi. Özenle koydu küçük yuvarlak masaya.

Geç kahvaltı eşliğinde ağır ağır ve çok derinimden okudum. Son otuz sayfa iyice tatlanmıştı. Kendi kendime gülümsüyor olabilirdim o keyifle. Hücrelerimdeki bayram havası kanımca gözle görünür bir hal almıştı.

Çıtır ekmeğin tadının da farkındaydım aynı anda. Çilek reçeli parmağıma bulaşınca iştahla yaladım. İnce porselen fincandaki kahve kıvamındaydı, içine kattığım sıcak sütü küstürmeden kucakladı.

Kitabın sonuna gelince katıksız bir tatmin duygusu kapladı içimi. Bir arkadaşın hediyesiydi. Birkaç hafta önce havadan sudan sohbet ederken rastgele sarf ettiğim bir söz üzerine adını söyleyip okudun mu demişti; tam da senin dediğin durumdan bahsediyor…

Yazarı tanıyordum fakat adı geçen eserini bilmiyordum. Kafamın bir köşesine yazdım ilerde alır okurum diye. Gerek kalmadı zira iki gün sonra arkadaşım elinde hediye paketiyle çıkageldi.

Son sayfayı da tüketince kapattım kitabı. Önümdeki pencereden dışarı baktım bir süre hangi şehirde olduğumun yeniden ayrımına vararak. Mevsimi, günü ve saati de tam da bu sırada hatırlayıp performans öncesi vestiyere bıraktığım objeler gibi geri alıp kuşanarak.

Paris ve İstanbul çok yakın yerlerdeler gönlümde. Direkleri bu iki şehirde kurulmuş bir salıncakta ileri geri giderek büyüdüğümü düşünüyorum bazen. Birinde okunmaya başlanıp öbüründe tamamlanan bu kitap da bir bağ daha yarattı sanki bu iki kök arasında ve tabii aramızda üçümüzün.

Çocuk halim tam da şu an çıkagelse sevinirdi diye geçirdim aklımdan. İçinden seyahat, macera ve edebiyat geçen bu haftayı beğenirdi. Bana yüreğime dokunacak bir kitap bulup getiren hem kültürlü, hem de düşünceli bir arkadaşım olduğu için de sıvazlardı sırtımı, kutlardı beni.

Kahve deyince canım da çekmedi değil. Baktım fincanının dibinde kalan soğumuş tek yudum kesmeyecek. İşaret ettim garsona bir yenisi için, kafasıyla onayladı.

Yeni fincanı masaya koyarken izin verirseniz bir şey söylemek istiyorum dedi. Buyurun dedim, tabii. Sizi izliyordum diye başladı söze. Öyle saf bir keyifle okudunuz ki saatlerdir; çay kahve servisini bırakıp bir kitap da ben almak istedim elime. Yan masanıza yerleşip saatlerce okumayı çekti canım

İstanbul’daki garsonun çileklerinin kokusu esti burnuma. Farkındalık ve kendini ifade etme cesareti hem içime dokunuyor hem de coşku şelalesine atıyor beni. Taze nanenin yeşili çileğin kırmızısını belirginleştiren.

Fransız garson kahvenin yanına çokça kara çikolata eklemiş. Küçük tabağın etrafına sıra sıra dizmiş. Başka bir dostun önerisi bir kitabı okumaya başlıyorum o keyifle. Demiş miydim bilmem size; Nisan en sevdiğim ay.

*

Nisan ortası bir Paris kaçamağı daha yaptım eski dostlarla. 14 Nisan Pazar akşamı Brüksel’e döndüm. Ertesi gün Notre Dame Katedrali cayır cayır yandı. Beni gömdükten sonra daha yüzyıllarca ayakta kalacağını düşündüğüm bir dünya harikasının ateşe, ise ve dumana teslim oluşunu izlemek kavurdu yüreğimi. İki gün önceki bakışmamız sonmuş aslında. Hakkını veremediğime yandım.

Ölüm evrendeki en mutlak gerçek, doğru. Her veda, her lokma, her kitap, her yudum, her sevda belki sonuncu. Bunun travmasıyla değil bilinciyle yaşamalı insan.

Ölüm bize adres sormayacak. Randevu da almayacak. Bunu böylece kabullenmek en temizi, en onurlusu insan için. Lakin unutmayalım ki ondan önceki zaman bizim.

Bahanelerinizi fırlatıp atın derim. Sevdiğiniz bir kitap verirse size, açın hemen kapağını ve içine akın. Hala mektup yazanınız varsa şükredin şansınıza, el yazısını okşayarak okuyun. Hep bir haşarı umut taşıyın cebinizde ve bir tutam cahil cesareti.

Samimi değilseniz söz vermeyin derim. Görmek için bakın yalansız. Tüketmeden önce tadın.

Zaman biz vermek istersek var. An biz yaratmak istersek anıya dönüşecek. Kalecik Karası şahidim.

Nisan 2019, İstanbul – Paris – Brüksel

1 thought on “Nane ve Çilek

  1. ”Ölümün evrendeki en mutlak gerçek olduğunu en derinimizden bilsek de çocuksu, hatta saftirik bir inatla bizden ırak olacağını varsayıyoruz arsızca ve mütemadiyen.Ölüm evrendeki en mutlak gerçek, doğru. Her veda, her lokma, her kitap, her yudum, her sevda belki sonuncu. Bunun travmasıyla değil bilinciyle yaşamalı insan.

    Ölüm bize adres sormayacak. Randevu da almayacak. Bunu böylece kabullenmek en temizi, en onurlusu insan için. Lakin unutmayalım ki ondan önceki zaman bizim.

    Aslında ölüm ile ilgili cümlelerden ziyade yaşamla ilgili cümleler daha çok çekmiştir ilgimi…ama bu cümlelerde bir son cümle var ki ”Lakin unutmayalım ki ondan önceki zaman bizim”ve ellili yaşlar ve hatta kalecik karası..ve duyguların sel olup çağlaması.ne söyleyecektim onu bile unutturdun bana…her neyse…hangisi söyletiyor bilmem ama iyi söyletiyor..hemde çok iyi söyletiyor…bu yazdıkların da diğerlerine oranla onluklardan biri olmuş…

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s