Hayat bir gün sana rastlamış yolda. Bakışmışsınız. O seni baştan aşağı süzmüş. Tam tartısına yerleştirip hesabını keseceksen gülümsemişsin sen. O korkusuz ve kuşatıcı aydınlıkla gülümsemişsin hesapsız. Hep yaptığın gibi. Bocalamış hayat. O ilk kez görüyor böylesini tabii. Tartısı desen, kayıp düşmüş elinden. İkna olmuş geçersizliğine.
Hayatın gözünün içine bakmak zordur aslında. Herkes bilir. Falcının küresine, uçurumun dibine, yüreğin derinine bakmak kadar zordur. Hayatın çizgisi, sillesi, oyunu korkutur insanı. Ölümlüyüz çünkü malum. Üstelik acımasızdır derler onun için, dengesiz derler. Adaletinden şüphe ederler asırlardır.
Çoğu yoluna bile çıkmaz o yüzden. Çoğu kenarında, kanadında yaşamayı yeğler. Gölge etmez, ses etmez, haşa sorgulamaz kaderini. Hayat da böyle karşılanmaya alışmış belli ki, bildiği gibi koşturur atını hadsiz ve hükümdar.
Ne var ki şu an sen dimdik duruyorsun işte karşısında. Gülümsemen öylesine gerçek, öylesine sen. İlk merhabaların filiz inceliğindeki utangaç ve umutlu ışığı var bakışlarında. Bir de önyargısız ve eşit dağıttığın şans önüne çıkan her yabancıya.
Hayat ki düşünsene ne zamandır var. Hayat ki yaşsız, zamansız ve elle tutulamayan. Hayat ki çözdüm ben bu insanlığı, tarihi de yazdım, sildim, yeniden yazdım diyen. Bir sana bakıyor, bir kendine. Anlam veremiyor. Nasıl oluyor da hazırlıksız yakalanan, içi titreyen kişi sen değil de o bu sahnede?
Meydan okuduğu da yok gülüşünün aslında. Tehditin, alayın tozu bile barınamaz içinde. Bir güç savaşı değil bu başlattığın. Bir davet daha çok, bir çağrı alçakgönüllülüğe, bağ kurmaya dair.
Nasıl direnilir ki buna? Hayat da dayanamamış nitekim. Merakına yenilip içine sızmış bir şekilde senin. Perde arkanı merak etmiş, çağrının sırrını. Kuliste nasıl bir düzenek var, hangi denklemin ucu hangi getiriye değiyor bir göreyim istemiş.
Direnmemişsin sen. Kapın da yüreğin de açıktır ya malum herkese. Eğriye de doğruya da hep bir şans verirsin. Hatta bazen eğrile eğrile kördüğüm olmuşa dahi yeni bir şans verirsin. Hayatı da buyur etmişsin içeri.
Az rakı varmış o akşam sofranda, birkaç çeşit de meze. Ezine ve kavun, çıtır kalamar, acılı ezme. Buz isteyecek olmuş hayat rakısına. Bakmış seninkinde yok, dur deneyeyim demiş ben de böyle.
Sorular sormuş sana, sıra sıra kurşun atar gibi. Aldım verdimler üstüne, yıktım yaktımlar üstüne, en güçlüydüm, en güzeldim, en varlıklıydımlar üstüne. Sonunda kavramış ki ne alanın bunlar ne de derdin.
Peki demiş kalıplar, etiketler, ünvanlar? Yaşıtlarla, hemcinslerle kıyaslamalar? Takipçiler, hayranlar? Yönettiklerin? Vurdun mu oturanlar? Kükrediğinde titreyeler? Dişini geçirdiklerin?
Balık köftesi de olsaydı şimdi iyi giderdi deyivermişsin o sırada. Ben iyi yapamam da, Mehmet Abi’de yeriz bir gün beraber. Deniz’i de alırız, çok sever o da, hem balık köftesini, hem Mehmet Abi’nin muhabbetini…
Hayat müthiş şaşkın dinlemiş. Anlamış ki sonunda senin konulara gelinmiş. Haliyle dilin o zaman çözülmüş, tatlı tatlı anlatmışsın. O da aşka gelip bir tek daha alayım buzsuzundan deyivermiş.
Sen sabah kahvesinin keyfini anlatmışsın ona. Kaş’ta bir serin bir Haziran gününe uyanıp aşkla omlet yaparken neden Fransızca şarkılar dinlediğini anlatmışsın. Erken, çok erken kayıpların önce nasıl sarsıp sonra nasıl büyüttüğünü… Geç, çok geç ve çok zor verilen kararların öncesindeki derin ve kalın karanlığı ve ertesindeki aşmışlığı anlatmışsın. Kırmızı sandalyelerin büyüsünü, kelebeklerin saklı dilini, bir yıla yakın bir zaman içinde çok duraktan geçerek Uşak’tan Brüksel’e yol alan acılı tarhananın macerasını, Losta’dan Pera’ya ışınlanan deniz kokusunu anlatmışsın.
Hafiflerken çoğalmaktan bahsetmişsin. Dokunamadan, göremeden de olsa her gün doğru insana defalarca sarılmanın nasıl hissettirdiğini anlatmışsın. Poseidon’un gücünden, siyah ayakkabı kutularında saklı zaman tünellerinden, boyunda, bilekte, yürekte taşınan denizatlarından açılmış söz. Her birini tane tane, yumuşacık, derin derin paylaşmışsın.
Hayat bir asrına daha girmiş seni dinlerken. Senden önce yüce bilirmiş kendini, senin içinin ihtişamını görünce dönüp kendi gücüne yeniden bakmış alıcı gözüyle. Daha neler neler yapabilirim sahi bu elimdekilerle, öyle de çok alternatif var ki diye düşünür bulmuş kendini.
Hangisini hangi sırada yapayım diye kafa yormaya başlamışken sana bakmış yine yan gözle. O nasıl şak diye biliyor ve böyle akar gibi yapabiliyor diye. Dayanamamış, dümdüz sormuş sana, yol göstermeni istemiş.
Sen gülmüşsün. İlahi demişsin. Sen bileği kuvvetli birine benziyorsun. Belli ki görmüş geçirmişsin. Gerçekten bu soruyu bana mı soruyorsun? Emin misin?
Biraz burulmuş sen böyle deyince. Az çizilmiş gururu, az ezilmiş büzülmüş. Neredeyse pişman olacakmış zayıf noktasını açık etti diye.
Ama sen kıyamazsın ya kimseye; hemen toparlamışsın durumu. Elbette yardım ederim ben elimden geldiğince. Acelen yoksa az daha kal. Bir kahve yapayım da konuşalım biraz daha demişsin. Hem ben fala da bakarım diye eklemişsin.
Rahatlamış bizimki. Masandan kalkıp kanepene yerleşmiş. Bir yastık koymuşsun arkasına. Önündeki sehpaya da bol köpüklü bir kahve.
Karşısına geçip oturmuşsun sonra. Kendi kahvenden keyifli bir yudum almışsın. Gerekirse sabaha kadar onunla dertleşmeye hazır olduğunu hissettirmişsin duruşunla. Soluklanmış. Kahve fincanı elinde az önce yerleştirdiğin yastığa yaslanmış.
Sahi demişsin derin konulara girmeden önce. Yakınlık ve güven oluşturmak adına. Sahi demişsin, ismin neydi senin güzel kardeşim?
Hayat öyle muazzam gülmüş ki o an gece gece yerkürenin her köşesi aydınlanmış. İfadesinde ilk rastlaştığınız an onu çözen gülüşünden bir parça varmış.
Başlıyoruz demiş hayat. Şu an başlıyoruz. Başlıyorum…
Brüksel, Haziran 2021