Kilitli Zincirli Korkularda Aşk

20130426-231755.jpgo

Pont des Arts hem adı hem kendi güzel bir köprü, ışıkların ve aşkın şehri Paris’in incilerinden. Sadece yayaların kullandığı bu romantik geçit yolu bir zamandır köprünün demirlerine asılmış değişik boy ve renklerdeki kilitlerle dekore edilmiş vaziyette. Aynı kaderi paylaşan bir diğer köprüyle birlikte sayıları her geçen gün artan bu aşk sembollerinin sessiz mitingine sahne oluyorlar.

Anlatılan şu ki, çiftler öncelikle ilişkilerini betimleyen bir kilit seçiyorlar. Kimi en renklisine, kimi en irisine vuruluyor mesela. Genelde diğerlerinden farklı olma çabası var, malum hepimizin aşkı özel, başkalarınınkine benzemez…

Bazıları sevimli ve gösterişsizi arıyor, önemli olan samimiyet. Kimi klasikten şaşmıyor, aşkın da modası geçmez demeye getiriyor. Sonuçta binbir çeşit kültür, karakter, yürek kendini tek bir simgenin tonlarında ifade edebiliyor.

Çiftler kilidi seçtikten sonra genelde üstüne adlarını da yazıp köprü demirlerinin gözlerine kestirdikleri bir noktasına takıyorlar onu. O süreçte de kim bilir neler düşünüyorlar; sol yakaya mı yakın olsun sağ yakaya mı mesela? Bazısı belki tam ortadan yer beğeniyor. Sonra muhtemelen üst katlar alttakilere göre daha çok rağbet görüyor. Belki çiftler tartışıyor aralarında kendilerine en yakışır noktayı belirlemek adına.

Kilit takılınca anahtarı nehre atılıyormuş dediklerine bakılırsa. Böylelikle aşkın geleceği garantiye alınıyor. Bir tür sigorta sanki. Düşünün, siz bir kez bu töreni tamamladınız mı, fitne fesat, kem gözler, nazar, hiçbiri size dokunamıyor. Birilerinin aranıza girmesi, size zarar vermesi için Seine’in derinliklerinde yatan anahtarı bulup onca kilit arasından sizinkisiyle eşleştirmesi lazım. İmkansıza yakın bir ihtimal. Aşkınız güvencede.

Bu şehirde yaşamıyorsanız ama ara ara gelebiliyorsanız, belki köprüye bir uğrarsınız. Önce biraz ararsınız sizin kilidi. Bulunca sevinirsiniz. Valla çok şükür sapasağlam. Sağına soluna eklenenler olmuş, kalabalıklaşmış iyice bu mekan ama sizinkisi kendini belli ediyor her haliyle.

Denilen o ki, bundan birkaç sene önce özellikle şehrin bu iki köprüsünde kendini ifade etmeyi seçen bu güçlü heves otoriteleri biraz rahatsız etmiş. Köprülerin ağırlaşmasıyla birlikte ortaya çıkabilecek sıkıntılardan, bu kadar metalin köprü bakımı açısından sorun yaratmasından ve belki de estetik anlamdaki tereddütlerden dolayı kıpırdanmaya başlamışlar.

Tam da bu zamanlarda bir sabah uyanıp bakmış ki şehir ilk köprüdeki kilitlerin hepsi kaybolmuş… Hemen olup bitenin suçlusunun fena halde yürek ağrısı çeken bir aşk kurbanı olduğuna dair yorumlar yapılmış halk arasında. Adamın (ya da kadının) belli ki canına tak demiş etrafındaki bunca aşk, bunca mutluluk. Gözü dönmüş, öç almak istemiş dünyadan, Tanrı’nın şanslı kullarından.

Bazıları bu habere inanmamış. Onlar otoriteleri suçlamışlar, zaten bir zamandır belliydi hoşnutsuzlukları, yaptılar işte yapacaklarını. Köprünün iki yakasında seyyah tezgahlarda kilit satanlar belki gülmüşlerdir içten içten. Etkiye tepki misali daha bir canlanır şimdi bu kilit hareketi, artar muhtemelen satışlar.

Bir zaman sonra kilitler ortaya çıkmış. Güzel Sanatlar’da okuyan bir öğrencinin macerasever yaratıcılığında bir ağaç heykeline dönüşmüşler. Diyorlar ki, köprü demirlerine zarar verilmedikçe suçtan da sayılmıyormuş kilitlerin yok oluşu. Bunun yargısı bana düşmez ama aşka hizmet edemediyseler de, sanata yaramış o kilitler. Bu da fena bir kader değil, kilerin kapısına ya da bisiklet lastiğine asılmaya kıyasla.

* * * *

Paris’in güneyinde, içindeki bazı mezarlar heykel, hatta anıt niteliğinde olduğu için de hem park hem de açık hava müzesi niteliğinde olan Montparnasse mezarlığında gezelerken aklım önceki gün Pont des Arts’da gördüğüm kilitlere takılıydı hala.

Bir çok ünlü yazar, filozof, asker ve sanatçının birarada yattığı bu çarpıcı mekanda aynı kilitler gibi bazı mezarlar da en gözalıcı, en şaşalı, en muhteşem olmak için birbirleriyle yarışmışlar sanki. Azınlık sadelikten yana durmuş ama yine de özenli bir detayla farklılık yaratmaya çabalamış.

Kimi obelisk misali yükseliyor, en tepesinde yitirilmiş şahsiyetin büstü. İnsan ürküyor ister istemez, sonsuz uykusuna yatmasına bile izin yok garibin, şan olsun diye dikilip durduğuyla kalacak oracıkta sonsuza dek.

Minyatür bir türbeyi andıran küçük ev misali yapılar da var arada. Bazısının içinde dini temalı mozaikler. Kapılar kilitli. Kimi mezarların dört tarafına zincir çekilmiş, paslanmış demir görüntüsü yürek dağlıyor, en azından benimkisini.

Renkli porselenden çiçek heykelleri görüyorum etrafta. Çok var bunlardan, mezara yapışık olduklarından parçalanma, kırılma riski de yok. Pratik ve estetik bir çözüm belli ki çoğunluğun tercih ettiği. Aynı malzemeden yapılmış ve yine mezarlar üstüne sabitlenmiş çerçevelere hisler ve dilekler yansıtılmış.

Bazı mezarlarda tanıdık kır çiçeklerine rastlıyorum, birkaçında plastik saksılara yerleştirilmiş plastik çiçekler var binbir renk ve boyutta. İnsan köprüye yakın mevzilenen kilit satıcıları gibi bu tür kabristanlara hizmet veren güçlü bir yan sanayi olduğunu düşünmeden edemiyor.

Biriki mezarda birden fazla isim yazılı. Son gördüğümde üç tane örneğin, işin garibi sonuncusunun ölüm tarihinde “20..” yazıyor. İsminden ve doğum tarihinden cinsiyetini ve yaşını belirlediğim Josette bu mezar başına kaybettiklerini ziyarete geldiğinde acaba ne düşünüyor? Üçüncü haneye sayı yerine nokta koymayı seçen kendi mi düşünceli akrabaları mı sizce?

* * * *

Montparnasse mezarlığından ayrılırken kilitlerden zincirlere akan bu hayat yolculuğunda hep korktuğumuzu düşünüyorum. Korkuyoruz evet. Bazen usul usul bazen avaz avaz. Kimi gün kıpkırmızı kimi gün çamur karası. Kalabalıklarla ya da yalnız.

Aşkımızın çalınacağından ürküp adak ağacına bez bağlar gibi kilitler takıyoruz Paris’in köprülerine. Anahtarını bırakıyoruz Seine’in derinliklerine. Şehrin tarihinden, nehrin deviniminden, köprüde yanı başımızda sallanan diğer kilitlerde saklı ortak eylemin gücünden yararlanmak istiyoruz.

Hırsızlardan, aşksız kaldığı için başkasının mutluluğuna saldıranlardan, resmi otoritenin sert kararlarından korkuyoruz bir ömür boyu. Ölülerimize de rahat vermiyoruz korkularımızla. Kilitler, zincirler, sağlama almalar, sabitlemelerle meşgul çünkü hala o zavallı kafalarımız.

* * * *

Paris’i gezdiren rehberlerden birinin grubundaki turistlere şu önemli bilgiyi verdiği rivayet edilir: “Kilidinizi asmak için şu iki köprüden hangisini seçeceğiniz çok önemlidir. Zira ilkindeki kilitler uzun dönemli ilişkilerin bağlılık yemini gibidir, ortaklıktır, bir ömür boyu aynı yastığa baş koymak için imzayı atmaktır. İkincisindekilerse isyankardır, başıbozuk ve kuralsız aşkı anlatır.”

Hangi köprünün hangi tarz aşkı sembolize ettiğini söylemeyeceğim ama ikinci köprüde daha çok kilit olduğu gözlemle sabittir.

 

Brüksel- Ankara TK 1934 Seferi, Nisan 2013

Tonlar ve Gölgeler

 tonlar

Çocukluğumuzun gamsız, gençliğimizin de deli rüzgarlarda sürüklenen günleri hem ışıl ışıl hem de bir anlamda siyah beyaz.  Peşin hükümlerimiz var o dönemlerde.  Fikirlerimiz var, bazen başkalarından kopyaladığımız, çoğunluk körü körüne inandığımız. Sorgulamalardan uzağız, orta yol bilmiyoruz. Tutkuyla istediklerimiz var ve kesinlikle bizden uzak olmasını dilediklerimiz. Aşkla kapıldıklarımız, uğruna küçülüp süründüklerimiz bir yanda, şiddetle nefret ettiklerimiz diğer tarafta.

Uzun açıklamaları sevmiyoruz, beklemek, hele hele sabretmek en korkulu işkence. Şartlardan bahsedilsin istemiyoruz, olasılıklar, mazeretler, hepsi boş, hepsi ne kadar saçma. Üstelik işimizi yokuşa sürmekten, bizi amacımızdan uzaklaştırmaktan başka ne işe yarıyorlar sorarım size?

Varsa yoksa kendimiz.  Gözlerimiz aynadaki aksimizde, kulaklarımız sadece iç sesimizi dinliyor.  Belki genciz, belki deneyimsiziz ama aklımıza koyduğumuzu yapmayı arzu ediyoruz, kimi zaman ne pahasına olursa olsun.

Türk Sanat Müziği’ne hiç tahammülümüz yok mesela, niye öyle anlamsızca kıvranıyor ki solistler iki lafı bir araya getireceğim diye, insan acı çekiyor resmen dinlerken.  Diğer yandan, yaz dediniz mi akan sular duruyor, deniz, güneş, günün her saatinde yürek hoplatan sahil manzaraları. Aşklar sonra, zamanında delip geçen ama yenisi ufukta belirince de tortu dahi bırakmadan uçup bizi terk eden.

Ispanaktan nefret ediyoruz çocukluğumuzda, sofralardan da gözlerden de ırak olsun. Pizza yesek onun yerine, ya da her gün domatesli makarna.  Krallar gibi yaşar gideriz icabında.  Dallas dizisini izliyoruz ailemizle Pazar akşamları; bu J.R. çok fena bir adam, bir tür kötülük tanrısı. Oysa kardeşi Bobby ne kadar tatlı, iyi niyetli, yardımsever.

Yine de uyuz pazar günlerini biraz olsun aydınlatmaya yarıyor o dizi, banyodan sonra salondaki kanepeye yayılıp kendimizi çiftliğin enteresan olaylarını izlemeye kaptırıyoruz. Bölüm bitince bozuluyoruz ama, malum ertesi gün Pazartesi! Haftanın en iğrenç günü…

Kış deseniz soğuk, insanın içini ürpertiyor ama çok kar yağınca okullar tatil ediliyor neyseki.  Coğrafya sınavı bir sonraki haftaya erteleniyor, o gıcık hocanın verdiği felsefe dersi de kaynıyor. Allah’ıma şükürler olsun, ne huysuz bir kadın zaten o öyle. Yeryüzünde ondan daha berbat bir öğretmen olamaz. Şansımıza tükürelim ki bizim sınıfa denk geldi bu sene.

Derken yavaştan bir yazara tutulma dönemi başlıyor. Elimiz değmişken bütün kitaplarını okuyoruz. Dünya o yazarı sevenler ve sevmeyenler (ya da daha korkuncu onu bilmeyenler) diye ikiye ayrılıyor. İkinci grubun yüzünü şeytan görsün.

Bir şarkıya takıp, sözlerini ezberleyip sabahtan akşama bir tek onu dinler oluyoruz bir ara.  “Aşık mısın?” diye sorana önce dövecek gibi bakıp sonra da “böylesine dokunaklı sözleri olan bir şarkıya kayıtsız kalmak için insanın öküz olması lazım” tarzında bir cevap yapıştırıyoruz ergen inceliğimizle.

Ya bir ya sıfır, ya siyah ya beyaz, ya bizimle ya da bize düşman.  Donuyoruz veya pişiyoruz. Ya sıkıntıdan ya heyecandan ölüyoruz. İçimiz içimize sığmıyorsa dünyanın en mutsuz insanıyız. Aşka tapıyoruz veya onun bizi sonsuza dek terk ettiğine inanıyoruz. Dünyaya hükmetmiyorsak herkes bize karşı.  Bütün kötülüklerle savaşma cesaretimiz yoksa ıssız bir adada tek başımıza yaşamalıyız. Evren için de bizim için de en doğru çözüm bu olacaktır çünkü.

Sonra yaşam alıp götürüyor insanı. İdealist düşünceler bileniyor biraz, prensiplerimiz test ediliyor yılların labirentlerinde.  İyi niyetimizi suistimal edenler oluyor, kalbimizi buruşturup atanlar, yüzümüze baka baka gözünü kırpmadan yalan söyleyenler.  Biz de hatalar yapıyoruz haliyle, doğru bildiğimiz yoldan sapıyoruz zaman zaman, bazen kötü düşüyor ve kanıyoruz damar damar.  O zamanlar işte burnumuz kırılmazsa da sürtülüyor, sorguluyoruz.

Hayran olup taptıklarımızın karanlık yüzlerini gösteriyor bazen bize hayat.  Diğer yandan beklemediğimiz insanlardan anlayış, hatta destek görüyoruz bazen. Bocalıyoruz o zamanlar; iyiyi kötüyü karıştırdık mı, doğruyu yanlışı hepten mi şaşırdık? Durumu açıklamak için düşünmek gerekiyor haliyle, “belki”ler giriyor araya derken, “ama”lar ortaya seriliyor, “dolayı”lar onlara ekleniyor…

Yağmuru bitmeyen bir şehre taşınıyoruz ardından, Nisan geliyor ama bahardan iz yok, Temmuz ayında ceketle ürperiyoruz, açık hava konserine bilet almadan önce günlerce hava durumunu takip eder buluyoruz kendimizi.

Dört mevsimi tadamamayı hazmetmeye çalışıyoruz ama ters bu bize, tıpkı takvime göre kıyafet değiştiren ve nisan onbeş dediniz mi hava buz kezse de naylon çoraplarını fırlatıp sandaletlerini giyinen bu kadınların hali gibi.  Gökyüzünü işaret edip “onun keyfini beklesek ömür boyu mantolar içinde yaşayacağız” diyorlar. Haksız da değiller şimdi.

Hava durumu grinin tonlarından bahseden söylemlerle süslenmiş.  Yağmurun binbir ruh halini betimleyen terimleri katıyoruz biz de mecburen kelime dağarcığımıza.  Güneşin kalın bulut kitleleri arasından sıyrılıp yüzünü gösterdiği o kutsal anlardaki tavrını anlatmak için “utangaç” sıfatının kullanıldığını işitip gülümsüyoruz acı acı. Edepsiz, hatta azgın güneşleri özlüyoruz içimizden.

İş hayatı bize sıkıcı toplantılarda saatlerce hiç renk vermeden oturmayı,  en anlamsız projeleri eleştirirken olumlu ve yapıcı görünebilmeyi, sert ve acımasız kelimeler kullanarak insanları kırıp düşman etmek yerine uzun ve karışık cümlelerle onlara kibarca işlerin yolunda gitmediğini hissettirmeyi öğretiyor. 

Sapına kadar yanlış bulduğumuz bazı kararların sonuçlarını sineye çekmek zorunda kalabiliyoruz.  Neyseki hala haksızlıkları görüp, düzeltmek için çabalıyor ama bazen yetersiz kalıyoruz.  İçimize atıyoruz yaşadıklarımızı, uyum sağlıyoruz sanıyoruz ama kurallarını koyamadığımız bu sistemin gölgesi üstümüze düştükçe bir garip efkarlanıyor, dermansızlaşıyor, biraz da yaşlanıyoruz.

Hukukçularla çalışıyoruz bir dönem. “Öyle mi böyle mi?” sorusuyla karşılaştıklarında “şartlara bağlı” dediklerine şahit oluyoruz defalarca. Önce anlam veremiyor, açıklık ve saydamlık adına onlarla savaşa tutuşuyoruz.  Sabır törpüsü bir sürecin sonunda bize sunulan açıklamaların ışığında hak vermeye başlıyoruz onlara.  Bir sonraki aşamada bakmışız ki bizim yanıtlarımız da değişmiş, yuvarlaklaşıvermiş köşelerimiz.

Duygu cephesinde de gelişmeler var haliyle.  Acemilik döneminde edinilmiş gönül yaralarımız kabuk bağlamaya başlayınca artık hesapsız sevemeyeceğimizin ayrımına varıyoruz.  Sessiz vedamız bu masumiyete.  Enayi yerine konulmamak, yeniden kurbanı oynamamak adına biz de temkini elden bırakmayacağız, yüreğimizi salıvermeyeceğiz öyle başı boş ve korumasız.

Zırhlar kuşanıyoruz hemen, sınavlardan geçiriyoruz karşımızdakini kalenin kapılarını aralamadan önce. Kapıp koyuvermek bitti artık, körü körüne aşk yerini gerçekçi bir ortaklığa bırakıyor.  Şarkı sözlerini istesek de ezberleyemeyiz artık, zaten içleri kof geliyor.

O aralar yeni şehirlerdeki yaşamımız başka kültürlerin de kapısını açıyor.  Değişik bir ıspanaklı kiş ikram ediliyor bir gün bize bir dostun evinde.  İçimizdeki  çocuk ıspanağı görür görmez tabanları yağlamak istiyor, yetişkin halimiz görgü kuralları doğrultusunda küçük bir parça rica ediyor, tedbirli.

Endişeyle tadıyoruz, bir yudum beyaz şarapla itekliyoruz sonra neme lazım gibisinden. Hiç de fena gitmiyor bu ikili,  şaşıp kalıyoruz; korkulacak ne varmış ki bunca yıl uzak kaldık şu yeşil yapraklardan. Kanserden korunmada da etkili bir silah diyorlar üstelik.

Kanser dedik de, ne kadar arttı bu hastalık kuzum, etrafımızdaki herkese ya bir çeşidi ya gölgesi dokunuyor sanki bir şekilde. Eskiden de var mıydı bu kadar hasta insan? Daha mı az konuşurdu büyüklerimiz dertten, hastalıktan? Alzheimer bugünkü kadar güncel bir vaka mıydı, yoksa insanlar zaten erkenden bu dünyadan göçüp gittiklerinden mi bahsi geçmezdi pek?

Çocukluğumuzun yaz tatillerinde haftalarca sahil beldelerinde konakladığımız olurdu, anımsar mısınız?  Beş vakit güneşe karşı koruyucu krem sürer miydik o zamanlar? Kaçımızın güneş gözlüğü vardı? Islak mayomuzu koşup değiştirir miydik bugünkü gibi?  Kimler çocuk haliyle şoförün yanındaki koltuğa oturdu söyleyin bana? Kaçımız arka koltukta emniyet kemeri taktı?

Hava kararıp soğuyuncaya kadar top oynamadık mı sokaklarda? Sonra titreye titreye eve koşmadık mı burnumuzda domates soslu biber kızartması, köfte ve kızarmış patates kokusuyla?  Terli terli su içmedik mi afiyetle? Doğru üşüttük bazen, hasta yattık. Ama değmedi mi Allah aşkına? Yetişkinliğimizin gri günlerinde anımsayıp gülümseyeceğimiz anılar bırakmadı mı bize o kural tanımazlık, o temkinsiz davranışlar?

Kırkbeşe merdiven dayamış halime bakıyorum aynada. Çevremdeki bir sürü insan benimle kolay sır paylaştığını itiraf ediyor. Yargılamıyormuşum.  Nasıl, hangi otoriteyle yargılayayım ki sorarım size?

Orhan Ağabey haklı, hatasız kul yok.  İnsan tüm prensip kararlarına, bütün iyi niyetine rağmen kaç sefer yanıldığını, yüzüstü kapaklandığını, en sevdiğini nasıl paramparça ettiğini gördükten sonra kimi eleştirsin, kimi yargılansın?  Bir anlık tepkiyi değil, o insanı o noktaya getiren şartları incelediğinizde değerlendirmeniz tamamen değişebiliyor. Biliyorsunuz artık dünyayı, o keşmekeş içinde insan ruhunun yalnızlığını, onun hem toy hem korunmasız kalışını, bu halin yarattığı travmaları, trajedileri…

Seçimlerimizin sıfırla bir, siyahla beyaz arasında sınırlı kalmadığı bu ermiş zenginlikte kendimizi daha deneyimli, daha anlayışlı, daha cömert hissederek yaşamaya alışmışken birden başımıza bir felaket geliyor bazen. Dünya hali işte; ya güvendiğimiz dağlara kar yağıyor, ya sağlam dediğimiz bir köprü yerle bir oluyor, ya da kader sevdiğimiz birini aniden elimizden alıyor. Kalakalıyoruz öylece.  Bakakalıyoruz.

Bocaladığımız için saçmalıyoruz. Yüreğimizin isyanının gölgesi vuruyor günlük davranışlarımıza. Normale kıyasla daha karamsarız, huysuzuz, daha hınçlıyız dünyaya karşı, bizi mutlu etmek pek zor. Her zamankinden ateşli çıkışlarımız, eleştirilerimiz daha sivri.  Ciğerimiz yanıyor. Düpedüz tarumar olduk, bu kadar elemle nasıl başa çıkılır bilmiyoruz.

İyimser iç sesimiz diyor ki: “Sen bunca zamandır tonları ve gölgeleri sezip onlara saygı duyarak yaklaştın dünyaya, çevrendeki insanlara.  Onlar da sana bunun için teşekkür ettiler defalarca, sırlarını paylaştılar seninle, itirafı zor konulardan konuştunuz aranızda kalacak şekilde.  Şimdi en çok ihtiyacın olduğu noktada onlar da yargılamayacaklar seni. Acına verecekler. 

…Sana şu anda önemsiz gelen konulardan konuşmaya mahkum etmeyecekler seni.  Detaylardan problem yaratmayacaklar. Sana her an patlayacak bir bombaymışsın gibi korkuyla bakmayacaklar. İki günde iyileşmeni beklemeyecekler. Paris’e giden akrabaları için önerebileceğin lokantaları listelemeni rica etmeyecekler.  Erkek arkadaşlarının kaprislerini bugün için kendilerine saklayacaklar.  İş yerinde sana bir mola verilecek, günlük itiş kakış sana gerekmedikçe aksettirilmeyecek, bürokratik engeller gözüne sokulmayacak.”

Ama gerçek şu ki hayat durup beklemiyor, bütün ihtişamı, kudreti ve renkleriyle tam gaz akmaya devam ediyor.  O gün sokakta yolunu kesen anketçiler illaki senden görüş istiyor. Önce edebinle kurtulmaya çalışıyorsun. “Acelem var, hiç uygun bir zaman değil” diyorsun. Bu mazereti kimbilir daha kaç kişiden duymuşlar, pes etmiyorlar. Üç koldan etrafını sarıp ısrar ediyorlar.

Normal şartlarda doğru ton ve gölgelerle süslediğin saygılı bir söylemle kalplerini kırmadan kurtulursun bu ortamdan.  Ama bugün o günlerden biri değil.  Sabrın yok dünyaya karşı. “Anketiniz şu anda beni zerre kadar ilgilendirmiyor, çünkü benim derdim başka. Annem öldü” diyorsun aniden.  Yüz ifaden geçit vermiyor, sesin soğuk, çil yavrusu gibi kaçışıyor insancıklar sağa sola.  Kendinle gurur duymuyorsun elbette ama içinde garip bir rahatlama…

Geç gelen bahar havasının ne yapıp edip şehri ele geçirdiği bu güneşli Pazar gününde muazzam bir açık hava müzesini çağrıştıran Montparnasse mezarlığında bir banka çökmüş düşüncelerden düşünce beğeniyorsun.  Masmavi gökyüzünün huzurunda bahara tapar bir coşkuyla kıvrılan ağaç dallarına, yumuşak esintinin büyüsünde sevdikleri bir melodiye eşlik edermişçesine yaylanan morlu, beyazlı, pembeli çiçeklere bakıyorsun.  Baharla ölümün buluştuğu yerdesin, ikisini de aynı anda karşılayıp kabullenme zamanı şimdi.

Seçimler yapmanın ve yargılara varmanın çok daha basit olduğu zamanların hafifliğini özler buluyorsun kendini. Valizini kaptığınla çekip gitmek istiyorsun o sahil kasabasına.  Bahar kesmeyecek seni üstelik, sana basbayağı yaz lazım.

Öyle bir yaz ki, her sabah güneşle uyanacaksın.  Her sabah yüzünü Ege’de yıkayacaksın ve gün batımlarını yine aynı sahilde karşılayacaksın.  Çıplak ayaklarınla basacaksın öğle vakti cayır cayır yanan kumlara.  Soluğun kesilene dek yüzeceksin her gün ve bütün gün.  Kulaçlarının gücü tüm gölgeleri sindirecek bir köşeye.  Denklemlerini en basite indirgeyeceksin.

Günler, anladık ki, sayılı. Bırakalım da asıl, güzel ve gerçek olan kalsın sadece.

Paris, Nisan 2013

 

İğnedeki Umut

Annem görüp de beğendiğimiz bir yere geri dönmenin yolunun orada kendimizden bir parça bırakmaktan geçtiğine inanırdı.  Değerli eşyalarımızı sağa sola dağıtarak yolumuza devam etmek de mümkün olamayacağından “bir iğne at” derdi bana.  Batıl inancım yoktur ama denemekte bir zarar da görmedim açıkçası.  Kaza süsü vererek bir iğne düşürmekten ne kaybeder ki insan Allah aşkına?

Yaptım nitekim. İğne, ataç, tel toka (ya da havaalanlarındaki saydam bağış kutularına atılmış bir kaç parça bozuk para) benim yüreğimi çarptıran bir şehre geri dönmek için yaptığım gösterişsiz bir adak olarak yazıldılar tarihime.  İşe yaradılar mı bilemiyorum.  Yine de dilemekten yanayım hala.

Dilediğimiz sürece bağlıyız çünkü hayata.  Ondan bir ricası, bir beklentisi olmayanı yaşam ne yapsın, neden ciddiye alsın?  Hem biraz gönül işine benziyor bence bu ilişki,  ilk karşılaşmada belki kader oynamış baş rolü ama birlikteliğimizin geleceği birbirimizi nasıl beslediğimize bağlı.

Aynı uzun süreli birlikteliklerde olduğu gibi, karşı tarafı garantiye aldığımızı düşünüp gevşeyiverdiğimizde ruhu da tadı da kaçıyor olayın.  Akış yerini müzakereye bırakıyor,  önceleri kendiliğinden gelen bando mızıka ile çağırsan bana mısın demiyor, strateji geliştir, taktikler uydur derken savaşıyor muyuz sevişiyor muyuz bilemez oluyoruz. Önce kayboluyor, sonra yokluyoruz.

* * * *

Hiç unutmam, dört beş yaşlarında olmalıyım, Ereğli’deyiz, baba tarafından akrabalarımı ziyarete gitmişiz adet olduğu üzere.  Babam ailesinde en geç evlenen şahsiyet olduğundan ben de aileye en geç katılan üyeyim.  Kuzenlerimin hepsi benden büyük, hatta bazı kuzen çocuklarıyla aynı yaş grubundayım.

Ereğli benim çocuk gözümle baktığınızda beyaz kirazları, ağzınızda kütür kütür eden kırmızı gevrek ve lezzetli elmaları, yeşillikler içindeki şirin evleri, gül bahçeleri ve beni coşkulu bir enerjiyle seven ve hayallerimi gerçek yapmak için koşturan bir sülalenin yaşadığı bir masal kenti.

Amcam çok erken ayrılmış aramızdan. Ben hiç tanımadım.  Onun ölüm haberinden sonra mide kanaması geçirmiş babam, aralarında çok kuvvetli bir bağ olduğunu hissettim hep.  Yengem ve kuzenlerimle de hep yakındık, biz Ankara’da, onlar Ereğli’de olsak da sık görüşürdük.

Üç halam ve onların aileleri de bu şehirdeydi.  Buluşmalarımız, yemeklerimiz tam bir şenlikti.  Bu durum benim tek çocuk ruhumda keyifli bir meltem etkisi yaratıyordu.  Amcamın bahçe içindeki iki katlı evinin dört cephesinin her birinde farklı boyutta bir balkon vardı.

Balkonların en büyüğü mutfağa açılırdı.  Çocukluğumun en keyifli ziyafetleri o devasa balkonda kurulan uzun masada sunulmuştur.  Oracıkta oturduğunuz yerden elinizi uzattığınızda bahçedeki elma ağacının dallarına dokunur, meyvesini önce okşar, sonra tadardınız.

Bir gün bu rüya evin salonunda annem ve kuzenlerle oturup sohbet ediyorduk. Babam aşağıda, kapının önünde arabasını yıkıyordu.  Arabası da kendisi kadar saygılık uyandırırdı. Dışı beyaz, içi kırmızı deri döşemeli bir Ford Konsül. O devirde de, sonrasında da benzerini çok görmedim Türkiye’de.

Annem havasında olmalı ki -hangi filmden alıntı yaparak bilemiyorum- bizim şahane bir av köşkümüz olduğundan bahsediyordu o sırada.  Ağzından bal damlıyordu inanın ve köşkü en ince ayrıntılarına kadar tarif ediyordu, sanki en son iki gün önce görmüş gibi.

Gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. İnanamıyordum ama zevkten dört köşe olmuştum.  Annem anlattıkça bu olağanüstü mekan gözümde daha da canlanıyor ve beni ısrarla onu keşfetmeye çağırıyordu.  O denli büyülenmiştim ki, kuzenlerimin usulca kıkırdadığını tamamen gözden kaçırdım.

Heyecanım artık kontrol edilemez bir hal almıştı. Daha fazla sabredemedim ve anneme niçin şimdiye kadar bu harika mekana bir kez bile gitmediğimizi sordum.  Sesimde hem bir isyan, hem bir yakarış seziliyordu. Annem tüm ciddiyetiyle topu babama attı.

Merdivenlerden koşarak indim. Babam arabasını yıkamayı bitirmiş, parlatma etabına geçmişti.  Yorgundu, rengi sararmıştı, ama prensip sahibi insandı, kendi işini kendi halletmeyi severdi. 

Benim derdim zaten ona yardım etmek değil, aile tarihinin en kayda değer hatalarından birini düzeltmek ve biran önce “av köşkümüze” gidilmesine ön ayak olmaktı.  Olanca hararetim ve acelemle köşkün varlığını öğrendiğimi bildirdim burnundan ter damlayan babama ve bu gerçeği bunca zamandır benden sakladığı için hesap sordum düpedüz.

Tabii ki av köşkümüz tamamen annemin yaratıcı hayal gücünün ürünüydü.  Babamın da ters tarafına geldiğimden neler saçmaladığım üstüne sert bir azar işittim haliyle.  Kırılmış gururumu ve parçalanmış hayallerimi bağrıma basıp aynı merdivenleri bir gökdelene tırmanır gibi sürünerek çıktım bu kez, bezgin ve yenik.

Salona döndüğümde anneme ne söylediğimi anımsamıyorum ama ona olan kızgınlığım da kırgınlığım da yıllarca sürdü. Daha birkaç ay önce, bir aile meclisinde bu olaydan bahis açıldığında, ben annemi gaddarlıkla suçlarken, o burnundan kıl aldırmayan haliyle “Deniz hayal gücü çok güçlü bir çocuktu, olağan hikayeler, basit masallarla tatmin olması mümkün değildi.  Ben de daha eğlenceli bir dünya yaratmaya mecbur hissettim kendimi” demişti.

“Nasıl da zeytinyağı gibi üste çıkıyor” diye isyan etmiştim içimden bu açıklamayı dinlerken, hala biraz öfkeli, hala biraz çocuk.  Bugün annemin artık aramızda olmadığı bir dünyada aynı sözleri değerlendirirken, onun bir yanı bütün gücüyle o av köşkünün varolmasını diliyordu sanırım diye düşünüyorum. Kızına anlattığı masala kendi umudunu yansıtmıştı bilerek ya da bilmeyerek.

* * * *

Bir ay kadar önce annemi kaybettiğimizde Ereğli ekibimiz yarım gün içinde Ankara’ya ışınlandı.  Halalarım hayatta değil artık, babam da. Kuzenler kaldık ve onların çocukları.  Bazılarını yıllardır görmedim yurt dışında yaşadığım için. Çocukları büyüdü, evlendi, onların da çocukları oldu. Sanal ortamda “arkadaşız”, oysa bazısını tanıma şansım bile olmadı henüz.

Cenazeler mucizevi ortamlar yaratıyor malum. Hepimiz “son görev” için elimizden geleni yapmaya çabalıyoruz, yoku var ediyoruz, koşarak geliyoruz, yüreğimizi de getiriyoruz.  Kuzenlerimle bakışıyoruz, bazen alakasız konulardan konuşuyoruz, bazen hiç konuşmuyoruz.  Söylenebilecekleri hepimiz biliyoruz, bazen vücudun alfabesiyle bazen de sadece sükunetle anlatıyoruz.

Ayşecik’le bir sessiz dokunuşumuz var mesela, sonra da omuz omuza duruşumuz, benim için dünyaya bedel. Annemin evinin koridorunda Kemal Ağabey’le gözgöze geldiğimiz an sonra; nasıl da gerçek, nasıl da yüklü. Ayfer Abla’yla ikinci sarılışımız eşikte, aynı anda kanaat getirerek ilkinin görüşmeyeli geçen zamana kıyasla çok kısa olduğuna.  Sonra, Necmi Ağabey’le buluştuğunda bakışlarımız, halam ve babama dokunup aktı ve aynı denize dökülüverdi anılarımız…

Burada olmak, bakışlarla elele tutuşmak güzel.   Mucize değil ruhun ruha değmesi yürekten bir sarılışla.  Evet, ölümün soluğunu hissettiğimiz bu evde, içimiz yanık, kanıyor yaralarımız tek tek ve ayrı ayrı.  Diğer yandan¸ beyaz kirazların dayanılmaz kokusu da geliyor burnuma.  Ereğli Gülbahçe’nin renk cümbüşü, dallarda kızarmaya başlayan elmaların beklenti dolu telaşı,  o büyük balkondaki yemeklerin aşina yankıları, hepsi aklımda, benimle şu anda.  İnsan diri diri ölür sanırım böyle bir aydınlığı tanımış olmasa…

Cenazenin ertesi günü amcamın oğlu Can ve eşi Betül uğradılar yeniden. Eskilerden konuştuk, acıdan, tatlıdan, mayhoştan.  Ayrılırken Betül bana el emeği göz nuru bir bere ve atkı hediye etti.   Ağır bir kederin egemenliğinde yaşadığımız bu soluk günleri aydınlatan özeninin zarafeti içime işledi. 

* * * *

Annemi toprağa verdikten iki hafta kadar sonra, hava değişikliğinin olumlu etkilerine var gücümüzle inanmaya çalışarak Venedik yoluna düştük eşimle.  Aylar öncesinden umut ve hevesle planlamıştık bu geziyi.  Denklemlerin değiştiği aşikardı ama iptal etmek de gelmedi içimizden.

Annem ölmeden kısa bir süre önce ünlü bir İtalyan lokantasının İstanbul şubesine gitmeyi arzu etmişti. Bu isteğini gerçekleştiremedik ne yazık ki. Ancak¸ o lokantanın bir şubesinin de Venedik’te olduğunu biliyorduk. Annemin anısına bir rezervasyon yaptık. O akşam ben annemin çantalarından birini kuşandım, resmi bir görevi yerine getirir gibi gittik İbrahim’le lokantaya.

Ortam tam bir hayal kırıklığıydı. Yiyip içtiklerimizin kalitesi de verdiğimiz hesaba kıyasla acınılası bir yetersizlikteydi. Mekan bir turist tuzağına dönüşmüş.  Tatmin edici bir bahşiş kopartmak için Amerikalı müşterilerle bağırış çağırış İngilizce konuşmaya çabalayan İtalyan garsonun işkencesi de cabası…

Kendimizi bir nebze iyi hissetmek için gittiğimiz bu restorandan hayli mutsuz ayrıldık.  Dışarıda hava soğuk ve önceki gün şehre vardığımız andan itibaren durmayan yağmur söylemini sürdürüyor. Otele gitmek için vaporetto diye adlandırılan motorlardan birine atladık.

Yorgunum, kırgınım, ıslağım, üşüyorum.  Bir garip yarım kalmışlık hali var üstümde, yapışmış, bırakmıyor. Dahası benim de onu bırakasım yok henüz.  Vaporetto hareket ediyor, İstanbul’un vapurlarını düşünüyorum. O an Ankara’daki baba evine, geçmişe, Türkiye’ye ait herşeye dair deli bir özlem var içimde.

Ne var ki, böylesi bir hüznü bile delip geçen bir büyüsü var Venedik’in. Ona kayıtsız kalmak imkansız. Esir alıyor sizi çok geçmeden, acınızla, kederinizle beraber. Bağrına basıyor. “Bırak kendini” diyor “… tıpkı şu su gibi. Aksın içindeki, engel olma, didikleme, bastırmaya da tanımlamaya da çalışma. Bırak, akacağı kadar aksın, istediği kadar.”

 İskeleye vardığımızda bakıyorum yüreğimin çırpıntısı dinmiş, yağmursa ahmak ıslatan misali yağıyor artık.  Mantomun cebinden Betül’ün hediyesi bereyi çıkarıp başıma geçiriyorum, yumuşacık bir sıcaklık sarıyor beni.  Annemin uzun saplı çantasını çapraz asmıştım, sağ bacağıma bir çarpıyor bir uzaklaşıyor biz hızlı adımlarla otele doğru yürürken.

 * * * *

İki gün sonra Venedik havaalanındaki bankodan uçuş kartlarımızı alıp güvenlik kontrolüne doğru ilerlerken içim buruk. Son beş altı senedir bu şehre yeniden gelmek için uğraştım, sonunda geldim gelmesine, ama bulunduğum ruh hali içinde onunla istediğim gibi hasret gideremedim. Zaman zaman birbirimize dokunduk, o bana şefkatle yaklaştı, sarsmadı, incitmedi ama ben ona doya doya bakamadım, kapılarımı ardına kadar açamadım.

Sıranın bize gelmekte olduğunu hissedince kürkümü çıkarmak için elimi kopçalardan birine yanaştırdığımda can acısıyla küçük bir çığlık attım.  Dikkatli bakınca parmağıma batanın kopçanın beş santim kadar yakınındaki bir iğne olduğunu fark ettim.  Yakaladığım gibi de fırlattım en yakın çöp kutusuna.

 “Bu da nereden çıktı?” diye düşünmeye kalmadı, annemin kalp krizi geçirdiği günün sabahına dönüverdim. Sahneler belirdi gözümün önünde.  Bu kürkü prova ettiğimizi anımsadım.  Biraz bol geliyordu bana, annem kopçalarını kaydırıp önünün daha sıkı kapanmasını sağlamayı amaçlamış ve bunun için iğne ile ölçü almıştı.

Acelemiz vardı ama o sabah, gezmeye gidecektik. Bu tip tadilat işlerini ertesi güne bırakıp çıktık.  Annem kendini hastanede buldu o akşamüstü, evine de hiç dönemedi. 

Venedik ziyaretimize kadar geçen süreçte her gün taşıdım ben bu kürkü üstümde, defalarca giyip çıkardım.  İğne gömüldüğü yerde sessizce bekledi, bir sefer bile ucunu çıkarmadı, kendini ifşa etmedi.

Gözlerimi artık ardımda kalan çöp kutusundan alamıyorum: “Yeniden görüşmek üzere Venedik!”

venice

Brüksel, Nisan 2013

Tortu

Bir arkadaşım “iç dünyamla dışım arasında büyük fark olduğunda yay gibi geriliyorum” demişti.  Ne kadar çok uyum, o kadar çok huzur.  Hangi yönde, hangi tonda olursa olsun…

Belki o yüzden uzun zamandır ilk kez bir nebze duruldu ruhum sağanak yağmur altında grilerini kuşanmış bu tarihi şehirle yıllar sonra yeniden gözgöze geldiğimizde. Su taksisi tabir edilen konforlu teknelerden birine atlamıştık Venedik havalimanının hemen yanı başındaki iskeleden.

Saat yediye geliyor, hava karardı kararacak. Gökyüzü kapalı, geçit vermiyor. Yağmur bonkör bir yardımseverin hediyesiymişçesine canı gönülden dökülüyor yeryüzüne.  Sisten görünmüyor karşı kıyılar. Şehir bir kuş uçuşu mesafede ama yine de bizden ırak.

Eşimle teknenin kapalı kompartımanının rahat deri koltuklarına yerleştiğimizde kendimizi yüzen bir Limuzin’deymişiz gibi hissediyoruz.  Taşıt hareket edince dönüp arkama bakıyorum, çamur rengi suyun gökyüzüyle birleştiği çizgide ancak ince bir ton farkı seçilebiliyor.  Sudan yükselen tahta direklerin arasından geçerken bazı kolonların üstünde tünemiş bekleşen martıların sessiz bir selama durduklarını düşünüyorum niyeyse. Hüznü tanıyorlar.

Uzun süre bu gri koridorda konuşmadan ilerledikten sonra teknenin yavaşladığı noktada, bir kanalın girişinde karşılıyor şehir beni.  Asırların yorgunluğuna inat bir gururla ayakta duruşu canımı yakıyor.  Tarihi yaşamış duvarlara bakıyorum, kimleri içinde, kimleri dışında hapsetmişler acaba? Kimlere kucak açmış bu kapılar zamanında?  Yıkık dökük bir kısmı binaların, bazısı tamamen virane hatta.

Şehir onu sarıp sarmalamasına izin veriyor aralıksız yağan yağmurun.  Biliyor, su onun başlangıcıydı, bir gün de sonu olacak.  Biliyor,  hayatla geleni kaderden sayıp öyle karşılamak lazım.  Sabretmeyi kimliğine kazımış ama tövbe vazgeçmemiş anılarından.

Çok şey öğrenmiş bunca zaman suya kardeş yaşamışlığından; mesela, olsa olsa bir damla kadar ettiğini varlığımızın.  Doğrudur bazen nehirlere kapılıp aktığımız, bazen de okyanusa karıştığımızdan gücümüz var sandığımız.  Ancak gün geliyor, sıçrayıveriyoruz bir tahta masanın üstüne öğlen sıcağında. Güneşte pişip kuruduğumuzla kalıyoruz.

Teknemiz Grand Canal’a doğru ilerlerken Venedik soluk almadan konuştu, ben seyre daldım onu.  “Kaç yaşındasın?” diye sordu bir ara. Söyledim.  “Acele etme!” dedi.  “Herşey kendi zamanında…”.  Bakışlarımda sorgularımı okumuş olmalı ki ekledi: “Kestirme yolu bulacağım diye manzarayı kaçırma!”

*          *          *          *

O akşam otele yürüyüş mesafesindeki bir lokantada yer ayırtmıştık.  Odamıza yerleşip biraz da soluklandıktan sonra dertsizce ulaşabileceğimiz bir mekân olduğunu hesap ederek.  Üstelik yerel mutfağın incilerinden tadacağız,  turistlerle değil, mahallelilerle yiyeceğiz.

Dokuzu geçe anahtarı teslim etmek için resepsiyona indiğimizde otelin ikinci kapısını da keşfetme fırsatını bulduk. Bizi alandan getiren su taksisi otele yanaştığında küçük bir platforma ayak basıp hemen ardından da cam bir kapıdan geçip direkt resepsiyonda bulmuştuk kendimizi.  Otelin “kara” kapısı arka taraftaymış, üstelik de son derece şaşırtıcı.

Bu kapı bir dehlize açılıyor. İki tarafınız yüksek tuğla duvarlarla çevrili olarak, iki kişinin yanyana ancak sığabildiği bir yolda beş altı metre kadar ilerledikten sonra sola dönüyorsunuz, bir o kadar yol gittikten sonra da sağa. Derken az ilerinizde bu patikanın sokağa bağlandığı nokta beliriyor.  Sokak dediğim de genişlik açısından dehlizden hallice.

Üstüne düşünün ki hava karanlık, düşününün ki hala dinmemiş yağmur, hatta hızını bile kesmemiş.  Yollar loş, levhalardaki sokak isimlerini okumak maharet gerektiriyor.  Elimizde harita var elbet, ancak gözlerimiz de bozuldu geçen yıllarla, yakını görebilmek hırpalayıcı bir egzersize dönüştü son zamanlarda.

Venedik’in labirenti andıran daracık sokaklarında tıpkı kanallarında sürüklenen başı boş şaşkın bir varil gibi oraya buraya çarparak ilerliyoruz. Sonunda nasılsa buluyoruz lokantayı.  O kadar strese rağmen tam rezervasyon saatinde kapısına ulaşmış olmamız bir mucize.

Ortam sıcak, servis üzmüyor.  Bol sebzeli yemekleri tadarken kılçıksız yeşil fasulyenin, hormonsuz domatesin, ağızda şeker gibi eriyen havucun tanıdık tatlarına teslim etmeye  çalışıyorum  duyularımı.  Onlara eşlik eden Fruili şarabını da serinliği iç yangınıma iyi gelir umuduyla yudumluyorum.

Pencere kenarındaki masamızdan küçük kanaldaki trafiğin durulmaya başladığını fark ettiğimizde saat gece yarısına yaklaşmış bile.  Yabancı bir şehirde kaybolmuş iki çocuk gibiyiz. Kazara kapısına vardığımız bu lokantadan otele dönüş yolunu bilmiyoruz.

Biz restoranda kaldığımız sürece yağdı yağmur ve durulmak şöyle dursun, şiddeti arttıkça arttı.  Yıllardır kendini tutmuş, konuşmamış ama o arada da söyleyecek çok sözü birikmiş bir insanın dile gelişi gibi döktürüyor gökyüzü.  Kapalı kalanın gönül yükünün ağırlığıyla iniyor kurşun misali damlalar.  Sokaklar deseniz iyice karardı. Yaya trafiği de azaldığından kaybolunca yol soracak adam da kalmadı etrafta.

Garson kızdan yardım istiyoruz.  Yolda ıslandığı için paramparça olmuş haritamızı çıkarıp otelin yerini işaret edip oraya kadarki rotayı tarif etmesini rica ediyoruz, belirgin referans noktalarıyla.  Mesafe uzun değil aslında, ama yollar kıvrım kıvrım, bazı sokaklar suyla kesiliyor, devamı yok.

Biz gelirken kaybolduğumuzdan yolu oldukça uzattık.  Kız şimdi hemen kolay bir tarif sunar bize derken o düşünceli düşünceli kafasını kaşıyıp, işin içinden çıkamayınca da mutfaktaki dostlarından yardım istemeye koşuyor.  Durum belli ki oldukça karışık.  Bakışıyoruz, İbrahim esniyor hafiften.

Garson kız masaya döndüğünde harita üzerine eğilerek içinde beş karmaşık manevra ve bir de U dönüş olan tarifini bizle paylaşıyor.  O derece netlikten uzak ki anlattıkları, eşim “nasılsa kaybolacağız ama yine dolana dolana buluruz bir şekilde” havasıyla vazgeçiyor dinlemekten. Ben tamamen öteki uçtayım.  Şarabın henüz uyuşturmadığı beyin hücrelerimi seferber ettim, azimle haritayı ezberliyorum.

Lokantadan çıktığımızda gece ve yağmurun ortaklaşa yarattığı şartlar altında harita okumanın ihtimal dışı olduğu iyice aşikar.  İbrahim kendini akışa bırakmış, “bak nasıl eğleneceğiz şimdi” dercesine gülümsüyor haince.  Ben hedefe kilitlenmişim. Bütün konsantrasyonumla kafamdaki haritayı takip ediyorum ve ilk kez geçtiğim bu sokaklarda uzaktan kumandalı bir araç edasıyla ilerliyorum.

Karanlıktaki bu yolculuğumuz on, bilemediniz on beş dakika sürdü. Son dönemeci de aşınca otelin dehlize benzer girişine çıkacağımızı kurmuştum kafamda. Nitekim aynen öyle oldu.  Tuğla duvarların arasından dümdüz ilerledik, sonra sol, biraz sonra sağ ve işte otelin kocaman kapısı sevinçle göz kırpıyor bize tam karşımızda.  Vardık.

Anahtarımızı teslim alıp otelin birinci katındaki lobiye geçiyoruz.  Bu kadar uğunmanın üstüne Grand Canal manzarasının keyfini çıkarmayı hak ettiğimizi düşünüyoruz.  Geniş bir oturma kısmı, bar ve arka tarafta kahvaltının servis edildiği masalardan oluşan bu salon oldukça geniş ve ferah. Gecenin bu geç saatinde de sadece bize ait.

tortu-resim

Rahat koltuklardan birine yerleşip kanalın titreşen sularına, karşı kıyıdan bize göz kırpan ışıklara bakarken niye bu küçük serüveni bu kadar ciddiye aldığımı düşünüyorum.  Niye ölesiye korktum o sokaklarda kaybolmaktan?  Neden bu kadar önemsedim bizi lokantadan otele kavuşturan kahraman olmayı? Dizginleri ele alıp olumsuz şartlara ve bize meydan okuyan zorluklara rağmen düz yola çıkmayı?

Kendi kendime diyorum ki, annemi toprağa vereli daha iki hafta bile olmadı.  Öyle muazzam acılar, yaman sınavlar varken hayatta, bu tarz küçük meseleleri dert etmek niye? Tam da o anda buluveriyorum aslında saatlerdir kafamda gezinen ama bir türlü paketleyemediğim yanıtı:

Böylesi çetin deneyimler ne kadar aciz olduğumuzu haykırıyorlar yüzümüze o sivri dillerinden dökülen hoyrat kelimelerle.  Hayallerimizi, planlarımızı gaddarca buruşturup atıyorlar bir kenara.  Kesiliyor soluğumuz, yırtılıyor derimiz, paralanıyor yüreğimiz.  Kırık döküklük içinde kalakalıyoruz; duvarlarımız çatlamış, yerlerde cam parçaları, kırpılmış kağıtlar, ucu yanık siyah beyaz fotoğraflar.

“Söyleyeceklerim vardı” demek istiyorsunuz, sesiniz yok.  “Nasıl oldu?” diye anlamaya çalışırken bakıyorsunuz gittikçe uzaklaşıyor sizden o bir zamanlar elinizde tuttuğunuz.  Aynadaki aksinizi yakalıyorsunuz o an; görüşmeyeli eksilmiş biraz, yeni yetme çizgiler yerleşivermiş dudaklarınızın kenarına.  Ama asıl gözleriniz sizi en çok korkutan, karanlık bir boşluktaki yangına bakar gibi bakan gözleriniz.

İnsan haddini bilmeli elbet, yoksa korkunçlaşıyor. Canavarlaşıyor.  Fakat tam öteki uçta dehşetli fırtınaların soluğunda kırılgan bir oyuncak bebek gibi oradan oraya savrulurken de kanı çekilmiş bir bekleyişte üşüyor.  Aklında şu sözler:

“Yere değsin lütfen yakında yeniden ayaklarım,  ne yöne gittiğimi anımsayayım.  İki adım atayım hatta, bırakın biraz daha yaşamı ben yönlendiriyorum sanayım…”

 

Brüksel, Nisan 2013