Saatler var aramızda

image

Saatler var aramızda, sadece saatler.  Yüz yüze bakışımız, ister istemez el ele tutuşumuz bitmek üzere.  Gözlerimdeki yangını sen biliyorsun, içimdeki ateşi de bir tek sen gördün.  Oysa şimdi gidiyorsun.

Ben çağırmadım seni, sen çıkıp geldin.  Tanıtıp kendini, “artık zamanıydı” dedin.  Anlatmaya mecalim yoktu, sen yine de dinledin.  Ondan bundan kaçıp saklandığımda sen nasılsa hep yanımda bittin.

Kırıktım, kendimle uğraşmaktan bıkkın düşmüştüm.  Hak eden birisi için güzel bir rüya yaratmak  istedim, sen de benimle geldin.  Plan başarılı oldu, aydınlanan bir yüze baktık birlikte, çok teşekkür aldık, çok hayır duası.

Biz hala buruşuktuk, hala biraz kirli.  Hala hırsın peşinde biraz tutsak.  Ama bir insanı mutlu etme zevki zırhlarımızı delip geçti.  Kalbim kalbine dokundu, el sıkıştık sessiz.

Sonra dişini sıkma zamanları geldi.  Sen bana sabır dedin, ben derin nefesler aldım ve bekledim. Bu sabrediş çürüğü sağlamdan ayırmak için zaman verdi,  kokuşmuştan kurtulmak için cesaret.

Tam bahar gelirken kolumu kanadımı kırdı hayat. Dünyanın kaç bucak olduğunu öğrendim.  İsyan da edemedim günü geldiği gibi kabullenirken. Fal taşı gibi açıldığıyla kaldı gözlerim.

Bahar yeryüzüne yerleştikçe derinleşti yasım.  Kanallarda, derelerde ve denizlerde hep kaybettiklerimi aradım.  Akdeniz’in bir şehrinde ansızın önüme çıkan falcı kadının sözlerini anımsadım: “Çok merhametlisin sen çocuğum, çok da gururlusun. Yanacak belli ki bağrın!”

Sürüncemede geçen dönem beşinci ayın ortasında sonlandı.  Ege’ye koştum yüzmek için ama deniz suyu henüz ısınmamıştı.  Rüzgar sert esiyordu.  Zakkumlar coşmamıştı, ateş böcekleri delirmemişti henüz.  Güzel bir insan çıktı karşıma neyse ki.  Dil konuştu, yürek serinledi.

Haziran yeni başlangıçlara gebeydi, ilkokula başladığım günün acemiliği vardı üstümde.  Aynı zamanda komşumuz olan Buket Öğretmen’i düşündüm.  Adımlarım ürkekti,  yüreğim yabani.

Tanımadığım bir yazarın ilk kitabını okur gibi daldım o yabancı dünyaya.  Arkamda bıraktıklarım çok sık ziyaretime geldiler.  Bazılarına zamanla veda edebildim, bazısı hala derimi deler geçer.

Yaz uzun zamandır ilk kez sıcak geçti buralarda, ben kurak topraklar kadar suya hasret ve eksik hissettim.  Ona uzandım, buna dokundum, doya doya ağladım canım çektiğinde.  Ama hep biraz mahzun kaldım.

Yaz sonu yeni dünyada tomurcuklarla geldi, egzotik deneyimler yaşadım.  Sayfayı çevirmeye çok yaklaştığıma neredeyse inandım.  Hastane koridorları çağırdı sonra, testler, analiz ve teşhisler.  Bekledik yine, güçsüzlüğümüzün bilincinde.

Bitkinliğin umutsuzluğa kavuştuğu o noktada nihayet doğdu güneş.  Samanyolunu gördüm bir Ağustos akşamında.  Saatlerce yüzdüm tuzlu suda ve her gün taze balık yedim on beş akşam boyunca…

Sonbaharda ilk kez annemin doğum gününü onsuz kutladım.  Şehirlerden en sevdiklerimden birinde.  Onuncu aya gelindiğinde geçen zamanın muhasebesini yaptım ama hesabı bir türlü tutturamadım.

Önce baba evine, ardından Uzak Doğu’ya gittim sonra.  Kulağıma Çince bir şey fısıldadı çekik gözlü arkadaşlar.  Yabancıydı o sesler ama gönlüm anladı.  Belki zamanıydı, belki ortam çağırdı; yüklerimin bir kısmını bıraktım Pekin sokaklarına.

Kasımda kırk beş yaşımla tanıştım.  Suratıma şamar gibi ineceğini beklerken o usulca yaklaşmayı seçti yanıma.  Bozcaada’da ıssız bir koydaki salaş meyhaneye götürdü beni takıp koluna.  Rakıcı değilim ama, içtim onunla.  Sezen Cemal Süreya’dan okuyordu.

Aralık sonu pek iyi gelmez bana, bu sene de zor oldu.  Berrak göklerin iyileştirici gücünü bastım bağrıma ve umulmadık tesadüflerin büyüsünü.  Akdeniz sahillerinden bulup getirdiğim bir taş var şimdi avcumda, bir de yitmeyen bir umudun sıcaklığı.

Kırıktım, kendimle uğraşmaktan bıkkın düşmüştüm.  Hak eden birisi için güzel bir rüya yaratmak  istedim, sen de neyse ki benimle geldin.  Plan başarılı oldu, aydınlanan bir yüze baktık birlikte, çok teşekkür aldık, çok hayır duası.

Saatler var aramızda, sadece saatler.  Yüz yüze bakışımız, ister istemez el ele tutuşumuz bitmek üzere.  Gözlerimdeki yangını sen biliyorsun, içimdeki ateşi de bir tek sen gördün.  Oysa şimdi gidiyorsun.

Gücenik değilim sana, bilakis bir testi su dökesim var arkandan.  Yolun açık olsun diye, git selametle.  Bilmiyorum eskiyen yıllara ne olur buradan ayrıldıklarında?  Benim anılarımdasın, bir de kırışıklarımda.

 

Brüksel, Aralık 2013

 

An

An tutulamayan, an saklanamayan, an bazen unutulmayan. Ana ait küçük notlar kalbimizin hatıra defterine yazılan. An, gelecekte bir gün hatırlanan. Hafızadaki parçalarından yeniden yaratılmaya çalışılan.

Anın anısıysa hep bir nebze farklı kendisinden. İki detay eksik ya da bir ton koyu sahicisinden. Algının seçiciliğine göre biçimleniyor yeniden vücut bulurken.

Öne çıkan öğeler net, cilalı, bir başka parlak. Arka planda kalanlarsa sonunda unutulmaya mahkum, bilinçaltında tutsak. Her anımsama yepyeni bir kurgu, her kurgu o günün ikliminde şekil bulan bir düzenleme. Asıl melodi zaman geçtikçe bizden büsbütün kaçan boğuk bir uğultu.

An yok olan, kumda yürüyüp iz bırakmayan. Damaktaki tat, gelip geçici bir esinti saç tellerimizi okşayan. Şimdinin yadsınamayan gerçeği, geleceğin şüphelerinde solan; arsız sorgularda işkence gören, hırpalanan. Zamanla silinmeye başlayan karakalem bir resim, kokusunu kaybetmiş kuru bir çiçek iki sarı sayfa arasında boylu boyunca yatan.

An gölgesine tutunduğumuz. Uykunun yatağımıza uğramadığı gecelerdeki avuntumuz. Kayığımızı bağladığımız sağlam bir kazık, yaktık dediğimiz gemilerin saklandığı kuytu bir liman Akdeniz’de. Gerçekleşmeyen hayallerimizin volta attığı taş bir avlu, doğuda, çok sıcak bir şehirde.

An varlığımızın kanıtı, tapu senedimiz, sigortamız her felakete karşı. Hatalarımızın güncesi, hoyratlığımızın bedeli. An eylemlerimizin rulet masasındaki baş döndürücü serüveni. Bazen alkış sesi, bazen kemirilen tırnak çıtırtısı. Bazen çok renkli, bazen kahverengi ve mat.

An kader bazen, bazen bile bile lades. An gurur yapıp ölümüne susmak ve kaybetmek onu ebediyen. Avaz avaz bağırıp ulaşamamak, sesini duyuramamak ardından bakarken. An bilmece, an dolambaç, an çıkmaz sokak.

An bir fısıltı, bir ipucu, bir sır çözülemeyen. An taze ekmek kokusu, cıvıltısı limon ekşisinin, kırmızı şarabın hodri meydanı. An talihsiz bir dil sürçmesi, cevapsız bir arama, saatin yersiz çalan sinir bozucu alarmı.

An keyifle salınan bir uçurtmanın nazı, uzaya fırlatılan füzenin telaşı, at nallarının tempolu tıkırtısı. Yuvasında dönen anahtarın güvenli söylemi, açılan kapının müjdesi. Yanan ışık, üflenip de sönmeyen mum, zifiri karanlık.

An bıçağın kemiğe dayanışı, tabana batan diken, şakağa sıkılan kurşun. Beyne sıçrayışı kanın, dermansız dizlerin çözülen bağı. Boğazdaki düğüm, midedeki kramp, avuç içlerinin gözyaşı.

An öfke ve saldırı, yüze çarpışı birikmiş kinlerin. An yumruk, çelme ya da tokat. Meydan okumak, hesap sormak. An pişmanlık, kırılış. Şüphe duymak, sorgulamak. Af dilemek, tövbe etmek. An yüzleşme ve itiraf.

An galibiyeti aşkın. Sabrın sonu, gözün göze dokunuşu. Sözün yaktığı ateş dudaktan dökülürken. Geçmişteki bütün anlarımızın bileşkesi, birlikte taşındığımız nokta, bulunduğumuz yer.

Adresimiz. Kimliğimiz. Konu başlığımız, hatta bütün hikayemiz.

An teslimiyet anı.

20131226-004814.jpg

 

Brüksel, Aralık 2013

Kozalak

“Bir hikaye anlat da dinleyelim” dedi Sincap.

Dedim: “Boşver, bugün hiç havamda değilim.”

“Yapma!” diye itiraz etti hemen.

“Biliyoruz hepimiz, sabah akşam çiziktiriyorsun ondan bundan
Blog’a tıklamadık diye mi bu afran tafran?”

“Yok canım, ne alakası var” dedim, “ah sevgili muzır hayvan!”

“Beynim yüklü, bedenim yorgun, kalbim de delik deşik,
Mazur gör bugün beni, kelimelerim kırık dökük.”

Alıcı gözüyle baktı bana Sincap, aklı karışık
Dinç duruşu dik, gür tüyleri kabarık
Boynunu eğip göz süzdü hafiften
Kel göründü mü cidden
Orta yere yuvarlanınca sarık?

“Yıl bitiyor” dedi sonra iç çekerek

Başımla onayladım, yüzümle geçit vermeden.

“Zor muydu?” diye sordu neredeyse heceleyerek
Gözbebeklerim suskun,
Ceviz kabukları kadar sertleşmiş düşüncelerim.

Israr etmedi o da,
“Boşver, önüne bak!” diye akıl verdi hatta
Bir ağaç gövdesine yapışıp bir hışım tırmandı sonra
Neye uğradığımı anlamadan da geri indi aynı telaşla.

Gelip geçen belki yirmi, belki yirmi beş saniye
“Voilà” diye seslendi bizimki, Fransız dostlara göndermeyle
Bir ip cambazı edasıyla selam verirken de ekledi:
“Göz açıp kapayıncaya kadar geçer hayat, sinsice!”

Sincap, Allah aşkına, bilmediğim bir şey söyle…

“Berrak bir gökyüzü ilaç etkisi yapar
En onarılması güç sanılan yara berelere
Bir de kendine sarılmak zaman zaman
Nispet yaparcasına elaleme”

Alemsin Sincap, alim olmuşsun sen bu ıssız parkta
Başka da diyeceklerin var gibi
Anlat da duyalım, daha neler saklı çıkınında?

Dedi:
“Kuzum, o vakit, al sana bir soru:
Bu kaçıncı yıl sonu, kaçıncı değerlendirme?
Öyle ya, her Aralık bitimi yeni kararlara gebe.
Ne gerek var diyesi gelmiyor mu hiç kişinin?
Nasılsa kendi bildiğini okuyor her yeni sene!”

O kadar uzun boylu değil Sincap, kestirip atma
Nasreddin Hoca’nın “ya tutarsa”sını anımsa.
İster çorbadaki tuzumuz de,
Sofradaki kenar süsümüz, dilersen
Bir ucundan tutmaya çalışmak
İnsanı insan eden”

Dedi:
“Umudunla yoğuruyorsun ekmeğini
Buğdayı bilge başaklardan geliyor
Mayası tecrübeden.
Yine de biraz çocukluk katıyorsun hamuruna
Kolayla kirlenmeyen
Kıvamı tutturmak için
Bir tutam da bilinmeyen”

Hiç fena değil Sincap, doğru yoldasın.
Hem bilirsin belki, buğday başakları bereket taşır…
Masumiyetin elini bırakırsan
O kaybolur, seninse yolun hepten şaşar.
Kontrol edilemeyenin varlığı
İnsanı hem mütevazı hem uyanık tutar.

Dedi:
“Başakların bereketine inandığını bilirim
Annen toplardı çocukluğunun tatil dönüşlerinde
Kozalakları da çantasına atardı buldukça, uğur diye.

Torpido gözünde bir kozalak saklı, ruhsatla koyun koyuna
Sele kaptırdığından beri önceki arabanı
Hep biraz ürkek oturuyorsun sürücü koltuğuna”

Sincap, şaşırttın beni
Bunca uzaktan bakıp nasıl bu denli tanıdın, ayıkladın tanelerimi?
Bilirim, sır saklayamam, teklerim ezelden beri.
Ama tanışalı dakikalar oldu
Hangi ara çözdün, lime lime ettin beni?”

Dedi:
“Ben sen var olduğun için varım.
Ben seninle anlam kazanırım.
Sen vazgeçmedikçe ben ayaktayım.

Ben sana ilham yollarım, sen bana kuvvet
Uzaktan el sallar sevdiklerin
Dikilirsin dünyanın karşısına
Gözlerinde yüreğine eş bir cüret”

Sincap, çok yaşa sen, beni kendime getirdin
Hiç konuşasım yokken konuşturdun, köklerimden silkeledin.
Dur, nereye kaçıyorsun, usulüyle bir veda etseydik…

* * * *

Sabah mavi berrak bir gökyüzüne uyandım.
Şakacı güneş aralık perdeden süzülüp gıdıkladı ayaklarımı,
Masumiyet güldü, kıkırdadı.

Yaralarım hala mevcut, artık daha sessiz kanarlar.
Yastık battı biraz, kaldırdım
Altında kocaman bir kozalak!

image

Sincaplar Diyarı, Aralık 2013

Ölmeden önce yaşayacaksın

Nasıl oldu bilmiyorum, kim bilir hangi uğursuz günüydü takvimin ama işte o gün ansızın boynunu büktün.  Bir bulut indi yüzüne koyu renkli.  “Yağmur yüklüdür, ağlayınca geçer” dedik.  Geçmedi, daha da belirginleşti üstüne düşürdüğü gölgenin karanlık renkleri.

Bir tül perdenin ardından bakıyordu gözlerin.  Solgundu benzin.  Sözcüklerin bile değişti zamanla, tonlaman farklılaştı.  Bazen dipsiz bir kuyu kadar sessiz oldun, bazen bastırılamaz deli bir çığlık misali konuştun.  Ne zaman gelip gittiğini biz hiç anlamadık.

Gözümüzün önündeydin, elini tuttuk.  Özenli sofralarda birlikte oturduk.  Doyumsuz manzaraları beraber seyrettik.  Bazı filmlerde artık gizlemeye gerek görmeden ağladık omuz omuza.  Aynı şarkıları mırıldandık dua gibi, adak gibi.  Sen vardın ama yoktun yanımızda.

Tül perdenin ardından bakıyordun ama biz yine de bizimlesin sandık.  Gözlerinde kalan tanıdıklığa, heyecanlandığında sesinin dalgalanan tınısına sarıldık.  Dudaklarında ara sıra beliren gülümsemenin bir gün bakışlarına da yansıyacağına inandık.

Acıların vardı biliyorduk.  Talihsizlikler uzun süre peşini bırakmadı.  Kader bazen bıçağını çekip çekip sapladı. Tam kafanı çıkaracaktın topraktan, yeni bir darbe seni yere yuvarladı.  Yamyassı olmak nedir öğretti hayat.

Yasamak

Kırık kemiklerini gezdirir gibiydi bazen yürüyüşün.  En küçük devinim taş taşımak kadar yoruyordu sanırım seni.  Ondan bundan ödünç verilen enerjiler bidon benzinle yapılan takviyelere benziyordu.  Bir iki adım ilerlesen de çok geçmeden duraklıyordun.

Bilinçli bir karar alıp küçülttün dünyanı. Yaptıklarının bazısını yapmaz oldun.  Sana iyi geldiğini düşündüklerimizden bile uzak durdun.  Kapıların birer ikişer sürgülendi.  Dışarıda bıraktıklarını belki aklından da sildin.

Yaşamın çekilen acıyı en aza indirmek üzerine kurulmuştu sanki.  Bildiğinden şaşmadın, bilinmeyene hiç bulaşmadın.  Sen karmaşık bir yün yumağına dönüşürken biz çözümsüz bir hasretlik çektiğimizle kaldık.

Kapında beklemekten bıkanlar oldu.  Bu bilmeceyi çözmeye gücü kalmayanlar gitti.  Sabrını törpüleyip tüketenler, ayrılanın ardından ağlamadığını görenler gitti.  Kalanlar kavruldu.  Onlar sadece senin için kaldı.

Sen artık kale kadar güvenli kuytunda yaşıyorsun, tanıdığın tüm tehlikelerden uzak tutarak kendini.  Bizler ancak sen istediğinde gerçekten görebiliyoruz seni.  Kalan günlerimiz çok zor, özlemle yatıp özlemle kalkıyoruz diyelim. Zorunlu mu gönüllü mü olduğunu bilmediğim mahpusluğun bedelini ödüyoruz hep beraber.

Kapını açıp bizi içeri davet etmeyi kabullendiğin günlerde  farklı bir umut ışığı parlıyor içimizde bir zamandır.  Neden diye sorarsan eğer, anlatacağım.  Belki de diyoruz:

Sığınağına vardığımız bir sabah bakacağız ki arka pencere açık,

Sen kaçmışsın.

Hayatı uğruna savaşmaya değer bulduğun için gitmişsin.

Artık o kovukta değil dünyanın kucağında yaşayacaksın.

Bizsiz ama özgür olacaksın.

Kapılmaya da vurulmaya da gönüllüsün.

Ölmeden önce yaşayacaksın.

Brüksel, Aralık 2013

Yer kayarken ayaklarının altından

burninglove

Bir gün gelir, apansız aşksız kalırız.  O bittiğiyle biz kalakalırız.  Üstelik çoğunluk hazırlıksız  yakalanırız. Dizler çözülür dermansızlıktan, yürek ağırlaşır.  Biranda içimizde göçükler peydahlanır.  Kasırga gücünde eser yel, toz dumana karışır.

Gergin, solgun ve huysuz çıkar sesimiz, atıktır betimiz benzimiz.  Endişe kurtları sabahtan akşama beynimizi kemirir.  Ense kökümüz kaya gibi sertleşir.  Düşüncelerimiz de uykularımız da delik deşiktir.

Gözün göze değmediği, ağızdan çıkan sözün kulağa erişemediği zamanlardır. Yan yana dururken bile yollar ayrılır.  Bedenler yabancılar birbirlerini.  İki kişi  bir odada muazzam kalabalık yaratır.

Sözcükler iletişim işlerinden istifa etmişler. Oraya buraya fırlatılmaktan bitap, beklerler.  Saksıdaki çiçekler kederden solar, boyunlarını bükerler. Tabak çanak tedirgin bir sessizlikte, titreyen ellerden ürkerler.

Ağız tadı da, iştah da kaçar.  Uzun oruçların ardından basar deli açlık.  Zincirleme iner boğazdan aşağı çiğnenmeden yutulan lokmalar.  Sanki kör bir kuyuya düşerler.  Kimse doymaz.

Geçmiş can acıtır, keza o çerçevelerinden el sallayan fotoğraflar.  Dünkü hayaller sokakta görsek tanınmaz haldeler.  Yeni yetme gerçeklerin yabancı yüzleri kuşatır dört bir yanımızı.

Boşluklarımız, deliklerimiz vardır sanki.  Rüzgarlar içimize içimize eser.  Çaputlarla tıkayasımız gelir o gedikleri.  Battaniyelerle örtünmeyi, zırhlara bürünmeyi özleriz.

Güneş bize sormadan doğar, sonra bir telaş batar.  İki boyutta yaşarız.  Ne siyaha ne beyaza yeter nefesimiz. Gride kıvrılır kalırız.  Çiftler geçer önümüzden, biz bakakalırız.

Sorgular çalar kapıları gecelerde:

“Ne ara oldu bu olanlar?”

“Ben neredeydim?”

“Bize ne olduğunu nasıl göremedim?”

“Kabahatli kim?”

“Ne kadar gerçekçi keşkelerim?”

“Bir önceki yol ayrımından sola mı dönmeliydim?”

“Yeterince savaştım mı aşkım için? ”

Sorgular susmaz, sınır ve engel tanımaz.

Düşünceler dönme dolaplara binip gelirler.  Gürültüleri sağır eder kulaklarımızı. İne çıka yanıp sönerler. 

Gündüzleri tükettiler mi düşlere sızarlar sinsice. Uykulardan yorgun uyanırız.

Güneş bize sormadan batar, sonra sessizce doğar.  İki boyutta yaşarız.  Ne siyaha ne beyaza yeter nefesimiz. Gride kıvrılır kalırız. 

Aşk ciddi iştir. Şakaya gelmez, aceleye de.  Yası da öyle.

Layıkıyla ve gerektiğince yaşamalıyız. Ta ki tükenene kadar. 

Ancak o gün kesilir göbek bağımız.

*          *          *          *

Biliyorum, bu gece yanıyor için.

Ben de Ümit Yaşar’dan bir şiir okudum senin için.  Sonra aynı şiiri bir daha okudum, yine senin için.

“Hiç yaşanmamış olmasını” yeğlemezdin biliyorum.

“Uyuyup uyanacağız, sonra geçecek” demek isterdim sana. Yalan olacak, diyemiyorum.

“Kendini yeniden buldun, sakın ha bırakma” diyorum sana onun yerine.

Gerçek de zaten bu.  Ümit Yaşar da öyle diyor…

 

Brüksel, Aralık 2013

Çaylar Şirketten

Yürüyen merdivende yürümeye devam edenlerden misiniz? Yoksa bindiğiniz anda sağ eliniz tırabzanda öylece dikilir misiniz? Tırmanıyorsa durmayı aşağı iniyorsa bir iki adımla ona eşlik etmeyi seçenlerden misiniz?

Yükünüze ve gücünüze mi bağlıdır yoksa bu sorunun yanıtı? Ya da yanınızda kimin olduğuna? Havaya, ruh halinize, ayakkabılarınıza?  Gideceğiniz yere geç kalıp kalmadığınıza?

Peki, basamağın orta yerine mevzilenip trafiği tamamen tıkayanlara ne dersiniz? Azıcık sağda dursalar yürüyenler yanlarından akıp geçecek. Keza solda dursalar, arkadakilerin hala şansı var. Ama tam da ortada öylece dikiliyorlar işte.

Duranın arkasındakiler “yabancılarla konuşmayı en aza indirgeme” prensibiyle yaşayan kesimdense, yüzleri düşüyor hemen.  Derin bir of çekiyorlar, biraz somurtuyorlar ama ağızlarından tek kelime düşmüyor.  Alt tarafı “pardon, izin verir misiniz?” diyecekler.  Ne var ki, elalemin adamıyla, kadınıyla muhatap olmak yerine sessiz kalmayı tercih ediyorlar.  Dertsiz başlarına dert almak istemiyorlar.

Dişlerini sıkıp bekliyorlar, onları takip edenler de haliyle.  Zincirleme bir reaksiyon oluşuyor çoğu kez, sırf “yabancılarla yüz göz olmamak” adına.  Çok geçmeden kimse hareket etmez oluyor, herkes sabit, herkes suskun beklemede.  İnsanlar cümleten sabredip kendilerini yürüyen merdivenin ömür törpüsü hızına teslim ediyorlar.

Asansörlerde benzer senaryolar yaşanıyor.  Çalıştığım sekiz katlı binanın altı asansörü var. Sürekli işliyor.  İçlerinde yalnız kalmanız neredeyse imkansız.  Her binişinizde en az beş altı yabancı (bazen denk gelirse iş arkadaşı) ile kısa süreli de olsa bir mahkûmiyeti paylaşıyorsunuz bu sınırları belirgin dar alanda.

Böyle durumlarda insanları izlemeyi, onları okumaya çalışmayı çok seviyorum.  Yine “yabancı şahıslarla gerekmedikçe konuşmamak” adına sıkış pıkış asansörün bir köşesinden hareketlenip bebek adımlarıyla ve aynı yabancı bedenlere sürüne sürüne ilerleyip gideceği katın düğmesine illa kendi basmak isteyenler var mesela.  Asansöre bindiği anda yüzünü çıkış yönüne çevirip evrenin bütün sırları orada yazıyormuşçasına gözünü kırpmadan kapıya endekslenenler sonra.

“Bir iki tanıdıkla beraber bindim ben” diye kabinin kalan kısmına öksüz çocuk muamelesi yapanlar var bir de.  Lisede gıcık olduğunuz bir grup şımarık veledi anımsatıyorlar size.  Konuşmaya yeminli sandıklarınız var. Binişleri, kalışları, terk edişleri tek ses çıkarmadan. Ürkeklik mi yoksa dünyadan saklamak istediklerinin ağırlığı mı onları bu denli kapalı kutulara dönüştüren?

Süzenler var sonra. Genelde kadınların hem cinslerine uyguladıkları bir işkence bu.  Kış günündeyseniz mesela, şapkanız, fularınız, mantonuz ve pek tabii botlarınız şöyle bir taranıyor. El çantanız ya kanaat notunun işe yaraması misali sizi kurtarıyor ya da fena halde çaktırıyor. A’dan Z’ye devam eden tarama bazen aksesuar, makyaj ve takı detayları üstünde yeniden yeniden yoğunlaşıyor.

Yere bakanlar var sık sık rastladığım. Dünyanın en büyük kabahatini işlemiş ve başına açtığı felaketin yasına bürünmüş gibi kırık, paramparçalar.  Bırakın iki laf etmeyi, bakışlarınız üstlerine düşse kazara, acılarına acı eklenecek sanıyorsunuz.  Ortak bir ayıbı paylaşmak sanki asansörde omuz omuza geçirdiğiniz bir kaç saniye.  Kapılar açılınca koşarcasına çıkıp gidiyorlar.

Altı ay kadar önce iş değiştirdiğimden bu yana şehrin merkezinde çalışıyorum.  İş yerimin etrafı irili ufaklı lokanta ve kafelerle dolu, değişik memleketlerin mutfaklarını sunuyorlar.  Son on sekiz senedir şehrin ücra bir köşesindeki bir ofise talim edip, öğlenleri de genelde kafeteryada salata/peynir yiyerek ayakta kalmaya çalıştığımdan yeni ortamında lezzet perisinin peşine takılıyorum öğlenleri.

Sevdiğim bir Tayland lokantası var, yemekleri nefis, fiyatları da bir o kadar uygun. Servis güleryüzlü.  Bazen iş arkadaşlarımla, bazen dostlarla, bazen de kendim tek başıma gidiyorum.  Yalnızken yerleştiğim pencere kenarında bir masam var, pek seyirli. Yemek yerken gelene geçene bakıyorum.  Sonra bir yeşil çay söyleyip çoğu zaman bir iki satır çiziktiriyorum.

İki garson kız da sevimli ve saygılı.  Gide gele tanıyacaklar artık beni diye düşünüyorum ama zaman alıyor beni kabullenmeleri.  Onlar siparişimi almaya geldiklerinde ben onları selamlayıp hal hatır soruyorum içten.  Bocalıyorlar, “şaka mı bu?” gibilerinden yüzüme bakıp yarısı anlaşılmaz bir cümle geveliyorlar ağızlarında çoğu kez, cevap niyetine.

Ben yılmıyorum aylardır, denemelerime devam ediyorum. Hemen her gün yüz yüze bakıyoruz sonuçta şuracıkta, insanlığın mayasında değil midir yarenlik?  Lokantadan her ayrılışımda teşekkür ediyorum benimkilere, “yakında görüşmek üzere” diyorum.  Yine utangaç bir selam alıyorum karşılığında ve son zamanlarda hafiften belirginleşmeye başlayan tomurcuk bir gülücük.

Bugün saat bir gibi geldim aynı restorana. Yalnızdım.  Pencere kenarındaki masamı işaret ettiler, başımla onayladım.  Mönüyü getirdi bildik garson kızlardan biraz daha deneyimli olanı ve ben daha ağzımı açmadan: “Merhaba, nasılsınız bugün? Dilerim iyisinizdir” dedi heyecanla.

“Çok iyiyim” dedim ağzım kulaklarımda, dostane bir iki laf ettik arkasından.

Yemeğimi diğeri getirdi, o daha toy.  Yirmisinde ya var ya yok.  Fransızcası da İngilizcesi de çok iyi değil, belki biraz da bu yüzden kış günü soğuk sokaklarda tek başına kalmış bir serçe misali çırpınışları. Ama bugün farklı.

Gözümün içine bakıp: “Hoş geldiniz. Nasılsınız, umarım iyisinizdir?” diyor.  Görüyorum kolay değil onun için bu adımı atmak, elini uzatmak, kendini ortaya koymak. Ama işte yapıyor. Gözlerinde hep gördüğüm kırılganlığa biraz gurur bulaşmış, biraz zafer. 

Yemeğim bitince bir yeşil çay rica ediyorum. Tablet bilgisayarı çıkarıp yazmaya koyuluyorum sonra.  Satırlarıma dalıp gitmişken aynı genç garson kız çay tepsisiyle yanımda bitiyor.  Normalde elindekileri sessizce masaya bırakır ve sekerek uzaklaşır.  Bu kez duraklıyor biraz, bana baktığını hissediyorum.

cay

Yazmayı bırakıp kafamı kaldırıyorum ondan yana.  Gözlerimiz buluştuğunda: “Çay bizim ikramımız” diyor heyecanla, bir sırrı paylaşır gibi.  Yüzündeki ifadede Mayıs mügelerinin saf müjdesi var, bir defter arasında kurutup bir ömür boyu saklamak istiyor gönlüm o narinliği.

*             *             *             *

Ankara – Konya Ereğli otobüsleri yolda mola verdiğinde çığırırdı genç ve enerjik muavin arkadaş: “Sayın yolcular, yarım saat yemek ve ihtiyaç molası veriyoruz.  Kaptan şoför der ki “çaylar şirketten”.

İşte yüreğimin günlük gazetesinin bugünkü manşeti: “Brüksel’in merkezinde Taylandlı bir genç kız Türk müşterisini tek bir cümlenin büyüsüyle hem babasının ikinci memleketine taşıdı, hem de yıllar öncesine…”

İnsanın insana yapabileceği güzellik hem sınır tanımaz, hem de paha biçilmez nitelikte.  Çoğu zaman da bedava.  

 Brüksel, Aralık 2013

Çöp

Tatilden döndüğünüzün ertesi günü sabahın erken saatlerinde o biraz da ürktüğünüz doktor randevusuna gitmek için yola çıkarsınız.  Daha dün ardınızda bıraktığınız şehrin sevecen yirmi üç derecesi kendini Brüksel’in pinti ve puslu sekizine bırakmıştır. Rüzgar acımasızca eser.  Gök delindi delinecek.

Arabanın içi ısınmamıştır henüz.  Eldivenler elinizde, dokunasınız yok direksiyona. Altınızdaki deri koltuk da buz gibi maşallah.  Isınmanın yolu yine müzikten geçecek, anlaşıldı.  Toygar da sizi duymuş gibi mırıldanıyor: “Havalar da soğuk gidiyor bu aralar, üşürsün sen bilirim.  Aman dikkat et, aklına yazları getir.”

Azıcık gevşemeye başlar neyse birazdan bedeniniz.  Tam da derin bir nefes alacakken bir de ne göresiniz?  Az önce saptığınız sokakta çöp kamyonunun arkasına düşüvermişsiniz…

Kamyon gıdım gıdım ilerler. Durduğunda arkasına tutunarak ayakta seyahat eden üç görevli çevik devinimlerle önce aşağı atlar, sonra kimi sağ kimi sol kaldırımdaki çöpleri kapar, fırlatırlar aracın sırt havzasına.  Kamyon ara sıra kocaman demir kıskaçlarını açıp kapayarak sıkıştırır torbaları kasasında.  Çöpler birbirine geçer, harmanlanır.

Üç silahşorun üçü de genç, uzun boylu ve yapılı.  Öyle formda görünüyorlar ki, ha desen mahallenin lüks sağlık kulübünde ders verebilirler diye düşünüyor insan.  Birlikte hareket etmeye alışmış insanların uyumu var aralarında. Bazen konuşmadan anlaşıyorlar.

“Zor olmalı” diye geçiyor içimden.  Neler düşünüyorlardır kim bilir şehrin çöpüne dokunurken böyle hemen her Allah’ın günü.  Kokuya hassas mıdır mesela burunları?  Alışmışlar mıdır yoksa? Alışılır mı?

Hangi sabunlarla, özel ürünlerle yıkanırlar akşamları? Kaç kere?  Anlayışlı mıdır eşleri? “Baba kusura bakma da,  çok kötü kokuyorsun” deyiverirler mi çocukları küt diye?

Çöp arabasının arkasında dura kalka ilerliyorum.  Sağlı sollu kaldırımlardan  havalanıp kamyonun kasasına yumuşak iniş yapan torbalara bakarken o ağzı bağlı paketlerde saklı hikayeleri düşünüyorum.  Sırlarını hayal ediyorum.

Sahiden, neler yoktur ki içlerinde? Fazla pişirip zamanında tüketemediklerimiz, bonkör ikramlarımızın üzgün kalıntıları, içini boşalttıklarımız. Kırıntılar, kılçıklar ve kemikler.  Koçanlar ve kabuklar.  Yara bantları, tuvalet kağıtları, biraz yıpranmış ambalaj parçaları.

Solmuş çiçekler, kırık tabaklar, çatlamış bardaklar. Bozuk oyuncaklar, aşınmış ve kirlenmiş yorgun bebekler.  Son kullanma tarihini geçirmiş konserveler, bayat ekmekler, sulanmış ve büzüşmüş sebzeler.  İnsan içine çıkaramadıklarımız, artık istenmeyenler.

Atıklar arasında kırık ümitlerimiz, dünün gerçekleri, yaşam döngüsünün bıçkın törpüsüne takılanlar.  Emek emek yapılan, özen özen alınan ama bir şekilde zamanla gözden düşen.  Bazen doya doya bazen yarım yamalak tüketilen.

Gariptir ama özgürlüğümüzün ilanı bazen.  Resmi kurtuluşumuz, aldığımız derin nefes, çevirdiğimiz sayfa.  Kimi hikayenin sonrası, kimilerinin başlangıcı.  Bazısının başı, sonu ve ortası.

Bazen doğmadan ölen bir hayalin cesedi, bazen başarısız bir denemenin kaderi.   Oburluğumuzun kurbanları, yalnızlığımızın aynaları.  Ah o tombul fıstık kabukları, renkli çikolata ve cips paketleri. Kabuslarımız ve korkularımız. Kağıt mendillerdeki göz yaşlarımız, hıçkırıklarımızın izleri…

Çöplerin öyküleri muayenehaneye kadar eşlik ettiler bana.

*          *          *          *

cop

Doktordan çıktım,  tatsız bir durum yok. İnsan ferahlıyor haliyle.  Ben içerideyken beklendiği üzere inmiş yağmur, rüzgar kudurmuş.  Binanın kapısından arabaya varana kadar şemsiyemi onurumla taşımak için mücadele veriyorum. Kırıldı kırılacak narin gövdesi.

Ixelles mahallesinin göle karşı dizelenmiş Art Nouveau evlerini bu şehre taşındığım ilk günden beri çok severim.  Hele bir tanesi var ki önce baktıkça bakası, sonra düpedüz sarılası gelir insanın.  Tanışalı yirmi yıl olacak neredeyse.  Şimdi de gölün karşı yakasından bana göz kırpıyor.

Arabamı park ettiğim yere vardım.  Şemsiyemi kırmadan kapatabilmek için rüzgarla debelleşiyorum.  Sabahın koşturması durulmuş, çöp kamyonları da görevlerini tamamlayıp çoktan çekilmişler sokaklardan.

Engel olamayacağımız dönüşümleri kabullenip, olmazsa olmaz hayallerimize yapışmanın tam zamanı.

Yol önüme seriliyor.  Direksiyondayım.

 

Brüksel, Kasım-Aralık 2013