Gece Yürüyüşü: Susan Kuş, Kanayan Ekmek

Bahar göz kırpmaya başladı birkaç haftadır. Günler azıcık daha uzun, güneş yüzünü gösterir oldu; ısıtmasa da gülümsüyor. Doğa henüz coşmadı ama uyandı artık uzun uykusundan.

Saat dokuz buçuk. Akşam yemeğini hafif geçtim. Bütün gün iş yerinde aynı havayı solumuş ruhum, hareketsizlikten mustarip gövdem sokağa çıkmak istiyor. Yürüyüş ayakkabılarımı kuşandım, üstümde ince bir manto, kulağımda müzik, attım kendimi dışarı.

Önce biraz serin geldi hava ama iki adım attıktan sonra ısındım. Mahallenin bakımlı ve çoğu her gün el değmiş, özen gösterilmiş izlenimi veren bahçeli evlerinin sıralandığı sokaklarda belli bir rotayı takip etmeden dolanmaya başladım. Temizlik, düzen ve sessizlikle çevriliyim.

Tenha sokakları yadırgamıyorum artık. Belçikalıları da, zamanla onlara benzer tarzda yaşamaya alışan yabancıları da biraz tanıdım artık. Mahallemizin sakinleri genelde evli, çok dil konuşan, çok çocuklu, birden fazla arabalı ve meşgul insanlar. Çocuklar okuldan alınıyor, arabalar garaja çekiliyor, evlerinin arka cephedeki bahçeye bakan yemek salonlarına çekiliyorlar sonra.

Sokağa bakan tarafta perdeler sıkı sıkı kapalı, bazen aradan sızan çiliz bir ışık belirtisi gözünüze çarpıyor, o kadar. Fideler ekilmiş ve sulanmış, posta kutuları boşaltılmış. Çöpler ayrıştırılmış, ayrı renk torbalara konulmuş.

Yemekte çocukların kayak anıları konuşuluyor, karnaval maceraları anlatılıyor. Temmuz ve Ağustos aylarındaki yaz tatilleri için uçak ve otel rezervasyonları tamam. Hatta yavaştan Noel’de ne yapsak acaba diye fikir yarıştırıyorlar ailecek.

Herkes evinde, sokaklar boşalmış. Gezme programları, çocukların bale, piyano, tekvando kursları hafta sonuna sıralanmış. Köpeğini gezdirmeye çıkanlar var tek tük, bir de jogging sevdalıları. Nadiren kol kola yürüyüşe çıkmış orta yaşlı bir çift, hafif şaşkın, hafif de kaybolmuş duruşları. Katiyen konuşmuyorlar.

İpod’u “kafana göre çal” komutuyla yönlendirdiğim için Bülent Ortaçgil’i takiben Metallica çığırıyor birden. Bach sakinleştirirken Linken Park isyana telkin ediyor. Lale Devri çocukları New Age tınılarla avutulmaya çalışılıyor. Sökmüyor tabii.

Stan Getz benim diyor. Dire Straits hep o okul çıkışlarındaki simit kokularını taşıyor burnuma niyeyse. Erik Satie insanı hem nirvanaya hem de intihara taşıyabilecek o gerçeküstü müziğini çalınca her seferinde soluğum kesiliyor.

Arkamdan koşan birinin ayak seslerini işitiyorum belli belirsiz. Spor için değil bir yere yetişmek ya da birinden kurtulmak için koşuyor belli. Müziğin sesini kısıp arkama bakıyorum, otobüs durağına doğru gidiyor genç kız. Varınca da tarifeyi tarıyor ve bir oh çekiyor. Bir iki dakikası olmalı.

Güzelce aydınlatılmış durağın canlı renkli ergonomik banklarından birine çöküp bekliyor. Ondan başka yolcu yok. Birazdan eli yüzü düzgün bir otobüs gelip alacak onu, boş koltuklardan birine yerleşecek. Cep telefonunu kurcalayarak akacak caddelerde. Sadece genç kafalarda gezinen o düşüncelerle.

Çiçek kokulu bahçelerin önünden geçerken sabah erken saatte geçecek çöp kamyonu için çıkarılmış torbaları görüyorum evlerin önünde. Hediye paketi misali özenle kapatılmış, ağızları sıkıca bağlanmış. Ne koku var, ne delik, ne sızıntı.

Mahallenin spor salonunun önünden geçerken halı sahadaki maçtan ayrılan grupla kesişiyor yolum. Lise öğrencileri olmalı, rekabet ertesinden beklenmeyecek bir sükunet içindeler, sanki hisler bile planlı programlı. Onları almaya gelmiş aileler sessizce arabalarında bekliyorlar. Ne korna sesi, ne slogan, ne yüksek sesle konuşma.

geceresim

Memleketimin sokaklarını anımsıyorum akşamlarda. Sokakların taşıdığı yükü, yorgunluğu, heyecanı. Bitkin olsa da yürek çarpıntısını yitirmeyen adımları, gecedeki gizemi, beklentiyi, olmazsa olmaz büyüyü. Sokak satıcılarının kıpırdanışını, kedilerin deştiği çöp torbalarından sokağa akan atık kokusundaki felsefi mesajı. Ellerinde kitaplar saçlarını savurarak yürüyen kotlu genç kızların peşinden savrulan esmer erkek çocuklarının hevesli, cıvıltılı lakırdıları.

Dükkanların evlere, insanların birbirine sokulduğu sokakları düşünüyorum. Yaşın yanında kurunun da yandığı dünyaları, keşmekeşi, gürültüyü, karmaşayı. Zıtlıkların kol kola gezdiği, renklerin ve kokuların birbirine geçtiği, beş parasızla kalantorun yanyana geçtiği sokakları düşünüyorum.

Büfeleri, neon ışıklarını, gece yarısına kadar açık kalan manav vitrinlerinde karpuzların üstüne dizilmiş domatesleri düşünüyorum şimdi. Sokakta bağrış çağrış yürüyenleri, gece on birde de tıka basa binilen belediye otobüslerini, umulmadık insanların cebinden çıkan son model cep telefonlarını. Sarı taksileri vızıldayan, arı kovanı misali kaynayan bar girişlerini, lüks lokantaların önünde parfüm kokusunda yüzen lüks araba trafiğini.

“Bu akşam eve gelince doya doya kızıma sarıldım ve ağladım” diyen arkadaşımı düşünüyorum sonra. “Çocuğumu ekmek almaya göndermem herhalde bundan böyle” diye yazan dostumu. İfade özgürlüğünün kökünün kazınmasından açıkça bahsedilen forumları. Gerçeğin çarpıtıldığı, loşlaştırıldığı, alaşağı edildiği ortamları düşünüyorum.

“Yaptım, oldu” lar, “buna da alışırlar” a karışıyor. Utanç beklerken öfke, özür gelecek yerden şiddet, bir yersiz meydan okuyuş ki akıllara sığmıyor. Zavallı kurbağa ısısı her gün yavaş yavaş artan sıvıda pişmeye devam ediyor. Gönüller kırık, yürek yüreği iter oldu, ne keder!

Duvarlar yükseliyor, perdeler çekiliyor. Kara panjurlar kapanıyor gün ışığı süzülemesin diye. Gözler bağlı, kulaklar sağır, deriler çok ama çok kalın. Yalnızca kendi sesini duymaktan feyiz alan beyinler gittikçe daha da bağırarak konuşuyorlar. Yargılar da kelimeler kadar keskin. Sağduyu çekip gitmiş, uzaklarda kuytu bir köşede saklanıyor.

Lastik gerildikçe geriliyor, üstünde parmak uçlarındayız ip cambazları misali. Boğazlardaki düğümler, yürekteki ateşler, ortak değerlerimizin hıçkırıkları şimdi elele. “Olmaz artık” denen ertesi günkü gazetenin manşeti.

Kuş susmuş, ekmek kanıyor.

Brüksel’de gece yürüyüşü bahar umuduyla yeşillenmeye başlamış ağaçlar ve iki güne kalmadan iyice kuduracak tomurcukların oluşturduğu ortamda şehir insanını doğanın dokunuşuyla sarıp sarmalıyor. Yüzeydeki bu görüntü rahatlatıyor, birkaç saate kalmaz basacak uykuya hazırlıyor.

Satie insanı ya intihara ya da nirvanaya taşıyacak müziğini yeniden akıtırken kulaklarıma etkenler ne olursa olsun kararın hep bizim olduğunu düşünüyorum.

Evin önüne gelmişim ama sanırım biraz daha yürüyeceğim bu akşam.

Kuş susmuş, ekmek kanıyor çünkü. Vakit uyunacak vakit değil.

Brüksel, Mart 2014

Piyanist

O akşam senin de sevdiğin, seninle sevdiğim piyanistin konserine gittim. Bu sefer değişiklik yapmış; o dinlemeye alıştığımız triosuyla gelmedi. Yalnızdı. Bildiğin solo, kelimenin tam anlamıyla.

Binaya yalnızca müdavimlerin malumu olan kapıdan girdik. Ana arterdeki keşmekeşe hiç dalmadan direkt parter katına ulaştık. Konserin başlamasına biraz zaman vardı.

Senin için bir kadeh içtim. İş yerinden geldiğimden akşam yemeği yiyememiştim. Küçük taze sandviçlerden vardı, peynirlisinden bir tane aldım. Açlığımdan mı bilmem, pek lezzetli geldi. Tok karnına sanatı özümsemek daha kolay, biliyorsun.

Saat sekize üç kala ortalık boşalmaya başladı. Beklentilerimizi kuşanıp yerleştik koltuklarımıza. Steinway & Sons marka piyano sahnenin orta yerine kurulmuş, dokunulmayı bekliyordu. Yüreğim heyecanla kabardı, “o tuşları dillendirmek nasıl müthiş bir keyif olmalı” diye geçirdim içimden.

Derken sahneyi kulise bağlayan kapı aralandı. Piyanist tanıdık koyu renk gömleği ve kot pantolonuyla süzüldü sahneye. Çok zayıflamış ama bir görsen, erimiş dersin. Saçları da artık ağırmış, bildiğin gri. Yüzü kaşık kadar kalmış, bedeni kırılgan.

Piyanistteki değişimi sindiremediğim için gözlerimi ondan alamıyorum. “Ne oldu sana?’ diye sorası var yüreğimin. Onu son gördüğüm anla şu dakika arasındaki farkı sadece geçen zamanla açıklayamıyorum bir türlü.

Kalbim aldı sazı eline, geveze bir bülbül misali şakıyor: “Söyle bana ne oldu? Hangi kayıp seni böyle erken yaşlandırdı? Hangi acı, hangi hastalık, hangi ihanet girdi kanına? Taşıyabileceğinden çok daha fazlasını mı gördün?” diye soruyor.

O pufun ucuna ilişti eğreti.  Nasıl rahat etti o konumda anlayamadım. Kollarını piyanoya doğru uzattı. Parmakları değdi tuşlara. Başı eğildi onlardan yana. Bizi unuttu.

Sanki içine döndü ve canını yakan, yüreğine dokunan ne varsa onu anlatmak için çaldı. Birinin en mahrem sırrına ortak oluyormuş gibi suçlu bir zevkle dinledim onu. Duymak öyle yakıcı bir öncelik olmuştu ki dayanamayıp gözlerimi yumdum.

Parça bittiğinde bir saniyelik sessizliği takiben koptu alkış. Bildiğin alçakgönüllü tavrıyla ayağa kalktı, selam verdi olanca sessizliğiyle. Bembeyaz kolalı bir kumaş peçete vardı elinde. Terini ona sildi. Saygısı sonsuzdu dinleyenlerine ama kimseyle göz göze gelmedi. Hiç gülümsemedi.

Yarım kalmış sözüne devam eder gibi girdi ikinci parçaya. Aktı, aktı. Biz sürüklendik peşinden. Sanki o önceden ısınmış olduğundan depara kalkmıştı, bizse henüz neye uğradığımızı anlamadan koşuyorduk peşinden. Biz nefes nefeseydik, o arkasına bakmıyordu.

Bir noktada buluştuk, sarıldık. Yüreğimiz aşkla, heyecanla inip kalkıyordu. Onunla olduğumuzu hissetti sanki, zarif bir huzur sinyali yanıp söndü gözlerinde. Parmakları müteşekkir bir edayla dokundular klavyeye. Piyanonun ezberi bozuldu, piyano körkütük aşık oldu.

Ben o anı senin, sırf senin için gördüm.

Selama durdu, terini sildi, yine bizi -ne tek tek ne de bir bütün olarak- görüyor gibi değildi. Kolalı peçeteye sildi ellerini, alnını, devam etti. İnmediğim derinliklere indik beraber, zikzak yaptık yollarda. Anlatacakmış gibi yaptı, karar değiştirdi sonra. İçine kapandı ansızın, derken bize doğru uzandı eli. Bu kez birbirimize dokunmadan bakıştık, ilk kez bakıştık müzikle.

İnanılmaz bir alkış koptu. Bütün salon etkisindeydi sanki o bakışın. Faz farkını kapatmıştık. Hissetti. Hissettik.

Dördüncü parçayı körkütük sevdalı bir elin sevdiğine dokunuşundaki yanık yumuşaklıkta çaldı. Tüylerim diken diken dinledim. Piyanoyla bir bütündüler artık, aklımda aşk, çok kudretli bir aşk, bir tutam hüzün ve muhabbet.

Bitirdiğinde yeniden bir ağızdan haykırdı salon alkışlarla. Ayağa kalkıp selam verdi. İnandım ki, gözlerindeki gölge en yürekten tezahüratın bile silemeyeceği cinstendi. Gördüğü ilgiye kayıtsız değildi, tekrar tekrar eğilen gövdesiyle o alkışlar için candan teşekkür ediyordu. Ama yine hiç konuşmadı.

Hatırlarsın, triosuyla geldiğinde arada bir iki kelime de olsa ederdi. Parçanın adını, bestecisini söylerdi. Şimdi hep susuyordu. Sadece çalası vardı belki, kelimeler sokmak istemedi notaların gürül gürül akışının arasına.

Her yeni başlangıçta piyanoya ayrı bir iştahla sarılıyordu. Bazen enstrümanla ikisi kendi aralarında fısıl fısıl dertleşiyorlardı. Birbirlerine dönüktü bedenleri, sadece kendilerinin bildiği ama duyanları derinden etkileyen bir dilde. Anahtar deliğinden gözetler gibi dinledim.

Böylesine mahrem bir anın sonunda, olmadık, beklenmedik bir noktada bir delilik hali geliyordu adama. Bilirsin, ona “emprovizasyonun kralı” lakabını takmışlar, o akşam da krallığını konuşturdu işte. Ara ara nasıl dellendi, nasıl şahlandı bir görsen. Düşündüm ki piyano bile şaşırdı.

Yükselişler sırasında sahnede tek bir piyanistin değil koskoca bir orkestranın olduğunu düşünüyor insan. İnanmayacaksın belki ama, enstrümanların seslerini ayrı ayrı işittiğimi bile iddia edebilirim; o denli gerçek bu yanılsama. Ve geçişleri; önce beklenmedik gelen, sonra tam zamanında.

Uça savrula ilerliyoruz müzisyenin peşinde. Aklıma trio performansları geliyor yeniden, müzisyenlerin arasındaki iletişim, göz göze bakışıp konuşmaları. Keyifle kıvrılan dudaklar, müziğin ritmiyle sallanan başlar, tempo tutan ayaklar, şıklatılan parmaklar. Hiçbiri yok bugün, başka türlü zamanlardayız.

Parça aralarında verdiği kısa selamlar dışında aralıksız tam iki saat süren performansı sonlandığında salon hala aynı büyünün etkisindeydi. Antrakt verilmemesinin ne kadar bilinçli ve yerinde bir seçim olduğunu düşünüyordum. Harikulade bir kitabı baştan sona bir nefeste okumaya benzer bir deneyimdi.

Alkışlar dakikalarca devam etti, bis beklentisindeydik. Kırmadı. Çok tanıdık bir temadan girdi, indi, çıktı, dolaştı, yuvarlandı. Teknik ve artistik açılardan mükemmele teğet geçiyordu ama yürek yükünü hissediyordum hep.

Salonun bir kısmı artık ayaktaydı. Piyanist bizi kırmadı. Yeniden oturdu piyanonun başına. Bambaşka bir devre ve çok farklı bir besteciye taşıdı bizi.

Önce onu hatırlattı, aklımıza düşürdü. Ardından önce azar azar sonra dev adımlarla uzaklaştı ondan. Apayrı bir noktaya ulaştığında zevkten sarhoş olmuş ama kimliğimizi unutmuştuk. Bitişinde ilk temaya döndü, biz artık onu bile farklı algılıyorduk.

Seyirci doyamadı piyaniste. Alkışlar eşliğinde bir kez daha sahneye geldiğinde sırf bizi kırmamak adına kısa bir parça çalıp gidecek sandım. Yanılmışım. Kolaya kaçmadı, geçiştirmedi. Cazın en bilinen klasiklerinden birini elinden tuttuğuyla bir dönme dolaba bindirdi. Yükseldiler beraberce.

Biz seyirciler başımız göklerde izledik onların tırmanışını, bize doğru inişlerini sonra ve tam önümüzden geçerken o tanıdık göz kırpışlarını yeniden havalanmaya başlamadan az önce. Asla monotonlaşmadan döndü o çark. Düzenek aynıydı, çember de aynı çember, fakat her tur ayrı bir serüven yaşattı.

Dönme dolap durduğunda hala şaşkın, hala aç bir alkış daha koptu salonda. Tam selam verip ayrılacakken sahneden orta yaşlı, iri kıyım, sarışın bir kadın belirdi yanında. Elinde devasa bir buket taşıyordu, sarı ve portakal rengi lalelerden oluşan bu aranjmanı piyaniste takdim etti.

Kadının tavrı acemi olmasa da oldukça sıkılgandı. Lacivert bir tayyörü vardı, kısa da olsa topuklu bir çift ayakkabı giymiş, saçlarını da belli ki bir saat kadar önce fönletmişti. Yine de o birkaç dakika için de olsa, piyanistle aynı spotun altında bulunmak zevkini yaşamaktan çok, görev bilinciyle hareket eden bir devlet memuru gibi üstüne düşen sorumluluğu yerine getirmeye adamıştı kendini.

Kadın buketi verdiğiyle yok oldu sahneden. Piyanist elinde buketle bir kez daha selama durduğunda o daha şimdi bahçeden toplanılmış kadar taze görünen lalelerdeki yaşam ve bahar müjdesinin onun sapsarı benzi ve ince bedeniyle ne şok edici bir kontrast oluşturduğunu gördüm. Yüzünü endişeyle tararken dudaklarının belli belirsiz ve sanırım ilk kez kımıldadığını gözlemledim: “Thank you!”

pianistincicekleri

Piyanist zor bir dönemden mi geçiyordu yoksa o sadece bir imaj değişikliğine ihtiyaç duyduğundan mı zayıflamıştı, bilemem tabii. Bildiğim önceki konserlerinde tanık olmadığım duygu yüklü bir ustalık, olgun bir tını ve yakıcı bir aşmışlık bulduğum bu performansında. Derimin altına işleyen bir söylem.

Yaşamışlığımız ifadeye yansıyor, deneyimlerimiz suflör misali fısıldıyorlar durmadan, yolumuzu şaşırmayalım diye. Kırığımız da çürüğümüzün de “bugünkü biz” in yaratıcısı. Tanınmamış acı anlatılamıyor, kendi gözlerimizle görmediğimiz manzara hep başkasının resmi olarak kalıyor.

Sen “piyaniste benden selam” diye yazmıştın. Emin ol aldı selamını. Hatta bana öyle geldi ki, senin hikayen de malum oldu ona. Tek kişilik ordunun mucizevi gücünü hissetti.

Biraz da senin için çaldı o gece.

Brüksel, Mart 2014

Muktedir Kadın

Bazen kanadı kırık bir kuş misali
Şaşkın ve kaybolmuş narin bir kadın görürüm
Hafif acemidir tavırları, tereddüt doludur adımları
Kafası karışık
Gözlerinde nemli bulutlar saklıdır
Dokunsanız ağlayacak sanırsınız

Ağır hareket eder, hep biraz eğik durur başı
Sanki asırlar yorgunudur
“Otur, dinlen şuracıkta” diyesiniz gelir
Ama o çabalamaya devam eder
Uğunmak ve didinmeyi çağrıştırır devinimleri
Kendi deneyecek ama olmayacak
Hissedersiniz
Yetmeyecek nefesi
Taşımaz o yükü bedeni
Kaldıramayacak

Kırılgan, yardıma muhtaç
Sevimli beceriksiz haller
Kurtarma içgüdüsünü körükler
Kahramanlığa soyunmayı sever erkek
O kadının elinden tutmayı
Başını yasladığı omuz, sığındığı liman olmayı
Sever, arzu eder

Sadece işe yaramak değildir olay
Gücünün ayrımına varır yeniden
O gücü güçsüz için kullanırken
Coşar bir fasıl, kan gelir yüzüne, adalelerine
Özüne geri dönmek gibidir
Adem’i anmak için bahanedir
Yaradılış nedenini anımsamak
Yüreği serinletir

Bu işin sadece erkek tarafı
Kadınlara gelince olay
Elbet daha çetrefilli, daha dolambaçlı
Duyarlıyız belki, doğru
Satır aralarındakinde hep aklımız
Malum dişiliğin tadı ve kodu bu

Kendimizi ara ara
Hatta belki gerektiğinden fazla
Sorgulayıp duruyoruz inatla
Mutlu muyum,
İstediğim hayatı mı yaşıyorum
Değiştirebileceklerim var mı?
Ağacı tuttuğumuzla sallıyoruz gövdesinden
Bazen tam isabet, çünkü çürük elmalardan kurtuluyoruz
Çoğunluk kendi haline bıraksak meyve verecek dalı kurutuyoruz

Hemcinslerimize karşı hem anlayış
Hem biraz kıskançlıkla yaklaşıyoruz
Sanki elimizde defter not tutuyoruz
Yakışıklı bir adamla evlendi, tık
İki çocuğu var, tık
Yeni ev aldılar, bahçesi de var
Arabalar sonra, hepsi gıcır
Tık, tık, tık
Çocuklar şimdiden üç dil konuşuyor
Ufaklık piyano da çalıyor
Büyük için dahi diyorlar
Adam CEO pozisyonuna oynuyor
Kadın işi bıraktı ama boş durmuyor
Botox mu yoga mı bilmem
Ancak yaşını da pek güzel saklıyor

Bir karşılaştırma halimiz var çoğu kez
Pamuklara sarmaya çalışsak da pek aşikar
Ne yemiş
Ne giymiş
Nereye gitmiş
Kaç kilo vermiş
Bir koltuğa kaç karpuz sığdırmış
Davette kiminle konuşmuş
İşinde kimlere meydan okumuş
Saçlarını en son ne zaman boyatmış
Selülitleriyle nasıl savaşmış?

Kocasının metresini duyunca ne yapmış?
Vurmuş mu adama tekmeyi?
Çocukları için mi dişini sıkmış, dayanmış?
Çekili koyu perdeler arkasında mı saklanmış?
Olay mı çıkarmış, öç almaya mı kalkmış?
Hayatının kalanını intikam üzerine mi kurmuş?

Evlenmemiş mi hiç ya da?
Tabii kendini işe vermiş
Terfi diye diye kurutmuş içini
Etrafındaki bir iki adamı da kaçırmış tıslarken o hırsla
Çocuk istese de olmaz zaten bu yaştan sonra
Atı alan geçmiş Üsküdar’ı, o hala rekor peşinde
Yazık, pek yazık, yalnız ölecek haspa

Ne garip bir dünya bu bilmiyorum
Bir yanda kendine yeten, bağımsız, ergin
Bireyler olarak yetiştiriliyoruz
Çağın gerekliliği bu,
Hem anne, hem iş kadını olmalıyız
Hem anaç, hem disiplinli ve her daim alımlı kalmalıyız
Cazibemizi zinhar kaybedemeyiz
Muhabbet kıvılcımları saçmalıyız mümkünse
Kıpır kıpır kaynamalıyız hararetle
Kendimizi bırakamayız
Hem daha yeni nesle örnek olacağız
Şimdi, hele şimdi hiç havlu atamayız

Bir yanda toplumun ideali bu yönde
Körüklüyor, hatta kamçılıyor genç kadın beyinleri
Öğreniyoruz da nitekim
Azdan çok yapmayı
İçimiz acırken dolma doldurmayı
Kendimize enerjimiz yokken
Başkaları için koşuşturmayı

Renk vermemeyi öğreniyoruz
Aşkta sinekten yağ çıkarmayı
Yüz bakımı sırasında strateji kurmayı
Az uyumayı
Hareket halinde kalarak unutmayı
Gribi dinlenmeden atlatmayı
Zihnin gücüne, algının seçiciliğine inanmayı
“Öyle demek istememiştir” tiradını
Unutulan doğum günümüzü artık takmamayı

Duyarlılığımızı kendi kabahatimiz sayıyoruz
Hatta çoğunluk silkinip
Burnu dik sırtı pek tutup ilerliyoruz
Koşarak ilerliyoruz
Engellerin üstünden atlarken bazen aynı anda
Havada beş top çeviriyoruz
Alkışlayan var mı?
Ben görmüyorum

Muktedir Kadın erkekler arasında
Bariz tınıda
Korkutucu sıfatıyla anılmasa da
“Nasılsa halleder o” damgası yediğinden
Kendi haline bırakılmış
Kaderine terk edilmiş
Hani “dertsiz” denilen
Masa örtüleri gibi
Hor kullansan da hemen yıka
Leke bırakmaz
Ütü gerektirmez

Muktedir Kadın hemcinslerinin dünyasında
Alkışlansa da bazen bir tehdit
Güçlü duruşu
Hem fazlalık hem bir eksiklik
Ondan öğrenilebilir belki ama
Güvenli bir mesafede tutulması şart
Biraz cadı işi çünkü belli
Bunca sistem, bunca maharet
Malum boş silah bile taşımamak gerek
Şeytan doldurur derler eskiler
Bir bildikleri olsa gerek

Muktedir Kadın toplumun idealine doğru koşmuş
Yolda terlemiş, yıpranmış, kayıplar bırakmış
Ama sonunda başarmıştır
Peki, bu çabanın mükafatı var mıdır?

“Bugün sadece senin keyfin için yaşayacağız!” der mi eşi, sevgilisi?
“Anneciğim, sen her işe koşmaktan yıprandın
Bugün de dinlen de biz sana bakalım”
Der mi çocukları?
“Sen öyle kaya gibi duruyorsun
Ama içinin kavrukluğunu gördüm ben”
Der, elini tutar mı kız arkadaşı?
“Siz pek verimli çalışıyorsunuz
Bugün erken çıkın isterseniz, çoktan hak ettiniz”
Der mi patronu?
Demez
Nerede görülmüş?
Kimsenin aklına bile gelmez

Sizi bilmiyorum ama benim
Bir dengesizlik kokusu alıyor burnum
Ters bir düzenek kurmuşuz
Hala “vur beline dönsün hızla” diyoruz

Rica ediyorum:
Ya şimdi değişelim, ya gelecek nesli başka türlü yetiştirelim.

muktedirkizlar

Brüksel, Mart 2014

7B’deki Yolcu

7byolcusuresim

Online check-in yapıp kendime ön sıralardan pencere kenarı bir koltuk seçmiştim. Uçağa binip, yerimin bulunduğu sıraya geldiğimde biri esmer, diğeri mısır püskülü rengi saçlı iki kadının üç yaşlarında bir kız çocuğuyla beraber o alana yerleşmiş olduğunu gördüm. Çocuk ağlıyor, hatta yırtınıyor. İki kadın da şimdiden perişan vaziyetteler.

Hallerine acıyıp “benim yerim 7A, ancak siz madem oturdunuz, isterseniz orada kalın, ben koridor tarafındaki koltuğa oturayım” diye bir öneride bulunuyorum. Kadınlar “hay Allah, biz yanlış oturmuşuz, biz burayı altıncı sıra sanmıştık” deyip ayaklanıyorlar hemen.

Onlar bin bir poşet, çanta ve oyuncakla birlikte ön sıraya geçerken koridordaki bütün akış duruyor haliyle. Uçuş görevlileri acele etmeleri için ikaz ediyorlar, “söylemesi kolay tabii” diyorum içimden, kalan iki torbayı taşımalarına yardım ederken. Nihayet yerlerine ulaştıklarında da şimdi boşalan 7A’ya geçip oturuyorum.

Birazdan 7C koltuğunun sahibi geliyor: orta yaşlı, orta boylu zayıf bir adam. Koridor komşusu 7D’deki genç kadınla beraber seyahat ediyorlar. Konuşmaları yüksek perdeden devam ettiğinden biriki dakikaya kadar adamın üniversitede hoca, kızın da öğrencisi olduğunu anlıyorum. Bir konferanstan dönüyor gibiler.

Adam o sırada Amsterdam’ı anlatıyor. İçerikten o şehirde uzatmalı turist olarak birkaç gün geçirdiği sonucuna varıyorum. Ancak şişirilmiş balon misali havaya saldığı sözlere baksanız, onun şehir üstüne tezler yazdığına inanabilirsiniz. Öğrencisi de o kanıda, gözlerinde yanıp sönen ilgi kıvılcımlarıyla can kulağıyla dinliyor adamı.

Ben o sırada daha çok “aman orta koltuğun taliplisi çıkmasa da yayılarak gitsek” derdindeydim. Koridordaki trafik hala durmadı ama, uçağa yolcu alımı devam etmekte. Elimde bir ay kadar önce Washington’daki kitapçıdan bir heves aldığım ancak günlerdir okumak için mücadele verdiğim bir kitap var.

Bu yazarla ilk tanışmam, Pulitzer ödülünü de kapmış duydum. İştah ve heyecanla atıldım ondan yana ama kitap bir türlü sarmadı beni. Kesik kesik ilerliyorum satırlar arasında ve sürekli “bunda bu kadar beğenilecek ne var?” diye soruyorum kendime. Oysa bir güzellik görmüşler ki şereflendirmişler. Peki, ben niye göremiyorum? Neyi kaçırıyorum?

Korktuğum başıma geldi: 7B’de oturacak yolcu başımızda dikiliyor. Hoca kalkıp yol verdi genç adama, o başıyla sessiz bir selam vermekle yetindi. Otuzlu yaşlarda, esmer, orta boylu tıknaz biri bu gelen. Çantası ve montuyla oraya buraya çarparak yerleşiyor yerine.

Tipine bakıp Türk olduğunu düşünüyorum. Oturduğuyla anında yayılıp etki alanını belirlemeye gayret eden bir sürü iri kıyım ve kaba erkek yolcuyla yan yana seyahat etme macerasını yaşamış bir kadın olarak hem şüpheci hem de temkinliyim. Silahlarımı kuşandım.

“En iyi savunma saldırıdır” diyerekten öncelikle sağ kolumu aramızdaki kolçağa yerleştiriyorum. Sonra kitabı kenara koyup, elime aldığım sivri bir Türk gazetesini çarşaf gibi açıyorum. Kendimce “bana hiç bulaşma, yakarım” demeye çalışıyorum.

Bir noktada kolu koluma çarpıyor. Ben ters bir sessizlik savuruyorum onun yüzüne, sıkılgan bir “sorry” düşüyor genç adamın dudaklarından. Omuzları bedenine doğru katlanıyor sanki, bakışları kendi dizlerini tarıyor. Meydan okuyucu değil, bilakis son derece ürkek çıkıyor sesi. Ben hala onun beni -okuduğum gazeteye rağmen- yabancı sanan şaşkın bir Türk olduğunu düşünüyorum o sırada.

Sırt çantasını koltuğunun altına yerleştiriyor. Montunu beşe katlayıp çantanın üstüne tıkıyor. Kalkış anonsu gelince kemerini bağlamak için uzun bir mücadele veriyor. Aynı anda dokunup ısrarla tokanın üst dilini kaldırdığından kemer bir türlü takılamıyor.

Kimseye sormak istemediği belli, kimsenin de görmemiş olmasını diliyor. İnsan belki de bu yüzden yardım önermeye çekiniyor. Deneme yanılma usulü doğru yöntemi buluyor. Kemerin “şık” sesiyle bir oh çekiyor. Yol boyu bir daha dokunacağını zannetmiyorum o alana.

Hoca o sırada hala Amsterdam anılarını paylaşıyor. İçinden kanallar ve bisikletler geçen cıvıltılı sokaklarını, hafif yana yatmış dar merdivenli evlerini, kahve dışında seçenekler sunan kafelerini, düzenlemeler sonrasında yeniden açılan Rijksmuseum’un macerasını aynı trenin vagonları gibi ardı ardına sıralamış, anlattıkça anlatıyor. Kız heyecanla dinliyor. Ne duysa bayılıyor, anında kayda alıyor.

Sahte sarışın anne ve akrabasıysa perişan durumdalar. Çocuk canına kasteden varmışçasına avaz avaz bağırıyor, bir an susmadı. İçim daralıyor.  Gazeteyi kaldırıp kenara koydum, Pulitzer’i hak eden satırları bulup o kavuşmada huzura erişmeyi hayal ediyorum.

Diğer yandan da 7B’deki adam acaba ilk kez mi uçağa biniyor diye düşünüyorum. Kemerle epey savaştı savaşmasına ama öyle çok stresli de görünmüyor uçak şimdilerde burnunu dikmiş yükselirken. İnanılmaz sakin hatta, bir rahatsızlığı varsa yükseklikten değil, etrafını saran insanlardan diye düşünüyorum niyeyse.

Çantadan çıkardığı kitap sayfalarını önündeki koltuğun cebine yerleştiriyor. Herhangi bir kitaptan gelişigüzel koparılmış sayfalar bunlar ve bilemediğim bir dilde yazılmış sözcükler var üstlerinde. Niyeyse kullanım kılavuzlarını anımsatıyorlar bana. Hangi akla hizmet böyle parça parça taşındıklarını düşünüyorum.

Seyir yüksekliğimize eriştik, kabin ekibi yemek koşturmasına soyundu. 7B’deki yolcu hiçbir şey yapmadan oturuyor. Arada benim üzerimden pencereden dışarı bakıyor dikkatle. O açıdan gri gökyüzü dışında görebileceği hiçbir şey yok oysaki.

Kolları genelde dizlerinin üstünde duruyor. Bazen, çok kısa bir an, onları göğsünde kavuşturuyor. Uçağın içinde olan bitenle ilgisi yokmuş gibi. Sayfalar da koyuldukları yerde duruyor, onları eline alıp okumaya yeltenmiyor.

Ön sıradaki kız çocuğu kaynar su kazanına atılmışçasına cıyaklıyor. Annesi onu pışpışlamaktan bezgin düştü, taktikleri azaldı. Şimdi ayağa kalktı, koridorda bir aşağı bir yukarı yürüyor.

Benim kitapla savaşım devam ediyor. Oysa 7B’deki yolcu, itiraf edeyim, daha çok dikkatimi çekiyor o sırada. Kitaptan daha ilginç bir hikayeyi anlatıyor bakışları, tavırları. Yine de -bir inat yüzünden belki- kitabı kapatıp kenara koyamıyorum.

Yemekler servis edilmek üzere. Hoca artık iyice havaya girmiş, Rutkay Aziz taklidi bir ses tonuyla

“Sen ne yiyeceksin Gamze?” diye soruyor.

Kız bocalıyor, sanki “gelecek seçimlerde kime oy vereceksin?” sorgusuna yanıt bulmak için mücadele veriyor.

“Köfte mi yoksa tavuk mu?” diye açıklıyor hocası. Ve “ben köfte yiyeceğim” diye ekliyor.

Kız da köfte yiyecek, eli mahkum.

Uçuş görevlisi de benim gibi 7B yolcusunu Türk sanıyor ve dolayısıyla ona Türkçe hitap ediyor yemek tercihini sorarken. Genç Adam ürkmüş bir güvercin gibi kıpırdanıyor. Devasa cüssesinden beklenmeyecek bir kırılganlıkla bakıyor kıza sessiz.
Görevli bu sefer İngilizce deniyor; yabancı dile geçer geçmez de hafif bir stres vuruyor ses tonuna.

“Chicken or beef Sir?” diyen sesi gergin, hatta hafif sert çıkıyor.
Adam aynı çekingen sükunette neredeyse hayretler içinde bakıyor kıza.

O sırada Hoca kendi önüne koyulan köfteli tepsiyi komşusuna ikram ediyor. Gamze adamın bu jestine de hayran oldu, dudakları memnuniyetle kıvrılıyor, utanmasa ayağa kalkıp alkışlayacak.

7B’deki yolcu masasına konulan tepsiyi ömründe ilk kez gördüğü bir yeniliğe bakarcasına süzüyor. Bir an dokunmaya tereddüt ediyor sanıyorsunuz.

Bu hali kitapta az önce okuduğum bir sözü düşürüyor aklıma: “Ne vazgeçmek istersin, ne de yara almak”.

Genç adam alüminyum kağıdı ağır ağır sıyırıyor, boynunu sola eğip altından çıkana bakıyor merakla. Köfteyi görünce rahatlıyor, tamamen kaldırıyor kağıdı. Uçuş görevlisinin içi hala rahat etmemiş olacak ki, aynı asabi İngilizce’yle çığırıyor:

“Beef OK Sir?”

Artık hiçbir yabancı dil konuşmadığına iyice kanaat getirdiğim genç adam bu yeni bilmece soru karşısında bir daha irkiliyor. “Tamam, şikayet yok” dercesine bir işaret yapıyor eliyle.

Şimdi de içecek seçmesi gerekecek, farkında: “Kola!” diye bağırıyor zaferle, nihayet gür çıktı sesi. Bardağını alınca yeniden tepsisinden yana eğiyor başını.

Oyuncak tabak çanaklarla oynayan küçük bir kız çocuğu kadar masum görüntüsü. Barbunya pilakiyle bakışıyorlar önce, nihayet saydam kapağı aralayıp bir kaşık alıyor, ağır ağır çiğniyor. Çok sevmemiş olacak ki ucundan açıp içini gözetlediği köfte tabağına dönüş yapıyor, çatala taktığı patlıcanları önce kokluyor, sonra yakından alıcı gözüyle inceliyor, sınavı geçiyorlar ki tatlarına bakıyor.

Ben o sırada kendi yemeğimi didikliyorum. Çok aç değilim ama mideme sıcak biriki lokma atmak istiyorum. Uykusuzluk ve yorgunluktan olduğunu düşündüğüm bir kırıklık var üstümde. Sallanan midemi bastırmak için ayran istedim ama o da başbakanı hatırlattı durduk yerde, keyfim kaçtı. En masum nesneler bile ne ağır yükler yüklenir oldu değil mi son zamanlarda?

Ön sıradaki kız çocuğu mızmızlanma-hıçkıra hıçkıra ağlama- avaz avaz bağırma üçgeninde bir köşeden diğerine zıplıyor durmadan. Mısır püskülü saçlı kadın peygamber sabırlı çıktı ama tükeniyor artık gücü. Koridorda dikilmiş kucağındaki çocuğu pışpışlarken fırtınadan önceki sakinlikte fısıldıyor: “Çocuğum susmazsan seni uçaktan atacağım, başka çare bırakmadın bana evladım!”

Çocuk ne duyuyor, ne anlıyor. Ağlıyor sadece. Yanlarındaki kadın sağır taklidi yapıyor, algı panjurlarını kapatmış, sessizce yemeğini yiyor. Müdahale etmiyor, görünmez olmak istiyor sanki.

Hoca bir yandan atıştırıyor, bir yandan hala anlatıyor. Gamze bir lokmayı saatlerce çiğniyor, bıkmadan ilgiyle dinliyor kocaman açılmış gözleriyle. Boynu sola bakmaktan uyuşmuş olmalı ki üst gövdesini tamamen döndürdü hocasından yana.

Tepsimi didiklemeyi bıraktım ama kitapla didişmem sürüyor. Nihayet günlerin yorgunluğu ayranın verdiği rehavetle el ele tutuşup göz kapaklarıma çöküyor. Uykuya dalıyorum.

Bir saat kadar kestirmiş olmalıyım. Kendime geldiğimde çay kahve faslının bittiğini ve tepsilerin çoktan toplandığını fark ediyorum. Ortamda bir başka değişiklik daha var diye düşünürken bir anda çocuk ağlamasının kesildiğinin ayrımına varıyorum. “Uyumuş olmalı!” diye içimden geçirirken gözüme görünen sahnenin şakacı tılsımı vuruyor yüzüme.

Çocuk orta koltukta ayaklanıp yüzünü bizim sıradan yana çevirmiş. Cıyaklamadığı gibi sevimli suratını aydınlatan kocaman bir gülümsemede kalmış. Minik pörtlek gözleri pırıltılar saçıyor 7B yolcusuna sevgiyle bakarken. Genç adamsa şefkat ve samimi bir ilgiyle el çırpıyor o sırada, kafasını bir sağa bir sola eğerek bilmediğim dilden bir şarkı mırıldanıyor. Beceriksiz ve hala biraz utangaç tavrı ama samimiyeti yüreğe dokunuyor.

Mısır püskülü saçlı anne yok ortalıkta, sanırım koltuğunda sızmış. Hoca da hızını biraz kesmiş, akarak değil sekerek devam ediyor söylemine. Kız o sırada kolundaki saate bakıyor, inişe geçmeye az kaldı diye geçiriyor belki içinden. Önüne dönüp sırtını yaslıyor ilk kez koltuğuna.

Kitaba dönüyorum yeniden. Yazar “Sanırım dedikleri doğru; yeterince uzun bekleyebilirsen herşeyin değiştiğine şahit olursun” yazmış. İrkiliyorum.

Anne uyanıp çocuğunu kucağına alınca biranda boşluğa düşen genç adam önündeki koltuğun cebine yerleştirdiği sayfalara uzanıyor. Gelişigüzel bir bakıştan sonra vazgeçip yerlerine geri koyuyor kağıtları. Hala yerde bacaklarının arasında duran çantasından montunu çıkarıyor, onun cebinden de başka bir kağıt parçası.

Merakıma yenilip saklandığım kitabın arkasından gözetlemeye devam ediyorum. Bir uçuş kartı bu, ancak tanıdığım bir havayolu şirketine ait gelmiyor. Yolcunun İstanbul’dan bağlantısı olduğu ihtimali o zaman aklıma geliyor. Nereye uçacağını bilirsem milliyetini de belki sökerim hipoteziyle kartı tarıyor bakışlarım: Pristina! Nihayet.

Niye bu kadar merak yaptım bilmiyorum. Genç adamın yaşına uyduramadığım sakinliği mi takıldı aklıma, cüssesiyle tezat oluşturan ürkekliği mi? İki kelime de olsa İngilizce konuşturmayan uçak yolcusu kalmadı mı sanıyordum dünyada? Kitap yerine onun sayfalarını gezdiren birine rastlamamış mıydım?

Uçuş kartına uzun süre baktı. Öyle ki görseniz, orada yazılanlarda sizin benim göremeyeceğimiz anlamlar bulduğunu sanırdınız. Sonra kartı içine tütün koymuş da sigara sararmış gibi sardı nazlı nazlı, ince ince. Küçük ruloyu montunun iç cebine yerleştirdi dikkatle. Arkasına yaslandı ama rahatlamadı, gözleri açıktı ama o çoktan uzaklara gitmişti.

İnişe geçtikten sonra yine biraz uyuklamışım herhalde ki, tekerlekler yere değince kendime geldim. Uçak bizleri serbest bırakacağı kapıya yaklaşırken son bir gayretle elimdeki kitaba yöneldim. “Bazen görüp görebileceğimiz sadece bir başlangıçtır” cümlesi üstüne düştü bakışlarım.

Kulaktaki ilk tınısı olumsuz da olsa içinde gizli bir ümidi barındırdığını düşündüm bu sözün. Körükten geçerken bana “ne mutlu ki hala gün doğuşlarını gün batımlarından daha çok seviyorsun!” diyen birini anımsadım. Ona güzel başlangıçlar armağan etmek isterdim.

* * * *

İki gün sonra güneşli bir Akdeniz sabahında yat limanında yürüyüş yaparken durduk yerde kuzenime 7B yolcusunu anlatmaya koyuldum. İlgiyle dinliyordu. “Peki, sonra ne oldu?” diye sordu.

Omuz silkip, “hiçbir şey!” dedim, “herkes yoluna gitti!”.

“Olmadı ama!” dedi “ben sen bir yolunu bulur, adamla iletişime geçersin, hikayesini keşfedersin, bize de anlatırsın diye beklemiştim.”

Hakkı vardı aslında, normal halim öyle yapardı.

“Aman ne bileyim, yorgun ve uykusuzdum; gözlemci yanım merakı başına vurmuş halde fazla mesai yapıyordu, ama konuşma modülüm bir süreliğine deaktive edilmişti sanki!”

“Hay Allah!” dedi kuzenim, sanki hala inanamıyordu bu fırsatın kaçıp gittiğine.

O anda Pulitzer ödüllü yazar -öç almak ister gibi- kitabının adını fırlatıverdi aklıma: İşte onu böyle kaybedersin!

 

İstanbul-Antalya-Brüksel, Mart 2014

Saadet Düğümü

SD

1. Lara

Dört sene kadar önce Antalya’ya yaptığım bir iş gezisi sırasında Lara’da bir otelde kaldım. Hangi aydı tam olarak anımsamıyorum ama incir mevsiminin sonuydu diye kalmış aklımda. Toplantılar nihayet son bulunca kendimi sokaklara atmış, civarın keşfine dalmıştım.

Çok değişmiş oralar; yeni oluşumlar, yürüyüş yolları, parklar, gıcır gıcır yapılar. Bir yandan yürüyor, bir yandan da etrafı inceliyordum. Burnum deniz havasına doymaya çalışırken toplantıda oturmaktan uyuşmuş bacaklarım pergel misali açılmış, uzamışlardı sanki.

Saatlerce yürümüş olmalıyım, susadığımı hissettim bir an. Bakkal, büfe tarzı bir yer ararken köşedeki marketi gördüm. Brüksel’de tatsız tuzsuz incirlerle geçen yağmurlu bir yaz mevsiminden öç almak istercesine koşar adım daldım dükkana. Bir elimde içinde incirlerin konumlandığı beyaz bir naylon torba, diğerinde de küçük bir pet şişe su olduğu halde çıktım oradan kısa bir süre sonra.

Otele doğru kararlı adımlarla ilerlerken bir mağaza çaptı gözüme. Hakkında çok okuduğum, merakımı uyandıran başarılı bir tasarımcımızın kendi ismini taşıyan bir mekan. İstanbul’daki mağazalarından haberdardım ama Antalya’da bir yeri olduğunu hiç duymamıştım.

Tesadüfleri severim. Onlarda hep bir macera çağrısı, bir “denemezsen olmaz” söylemi olduğunu düşünürüm. “Burası da madem önüme çıktı, içine girip bir bakmak artık bana farz oldu” dedim kendi kendime.

Fakat şık bir yere benziyor mekan. Ben spor kıyafetim, ayağımda parmak arası terlikler, elimde su şişem ve incirlerimle pek uygun kaçmayacağım belli ki oranın ortamına. Bir anlık tereddütten sonra “bu fırsat kaçmaz” deyip giriyorum kapısından içeri.

Butik çok büyük değil ama özenle organize edilmiş. Girişte iki yanınıza denk gelecek şekilde asılmış askılardaki kıyafetler olağanüstü. Ben çizsem böyle çizerdim dediğim modeller, büyüleyici kesimler, hem göze hem dokunuşa şiir etkisi yapan tasarımlar. Alice Harikalar Diyarı’nda gibiyim, incirleri dahi unuttum.

Satış görevlileri hem bıcır bıcır, hem güleryüzlü iki genç kız. Üstünüze gelmeden, ısrarcı olmadan fikir verebilen, öneri sunabilen cinsten. Onlara da kanım kaynıyor hemen. Su şişesi ve naylon torbamı kibarca elimden alıp bir köşeye yerleştiriyorlar. Birlikte bakıyoruz şimdi kıyafetlere, alıcı gözüyle.

Butiğin arka kısmındaki bölmedeki kabinlere girip biriki kıyafet deniyorum. Hepsi ayrı güzel görünüyor gözüme, bu tarzı kendime pek yakıştırıyorum. Kızların önerileri hem yaratıcı hem de yapıcı, asla illaki satış yapalım derdinde değiller.

Kız arkadaşlarımla gardırop önünde akşamki davet için kıyafet beğenir havasında şakalaşa gülüşe denemelere devam ediyoruz. İki elbise arasında kaldım, seçim çok zor, yapamıyorum. “Ben bu akşam düşüneyim, yarın sabah geri gelirim” diyorum. Anlayışla karşılıyorlar, ben herhangi bir talepte bulunmadan her iki elbiseyi de yarın öğlene kadar tutmayı öneriyorlar. Memnuniyetle kabul edip ayrılıyorum oradan.

O akşam ballı incirlerden tadarken elbiseleri düşünüyorum. Şarap rengi olan kanıma girdi, sanırım onu alacağım. Ertesi sabah aklımda aynı elbiseyle uyanınca kahvaltıyı yarım yamalak yapıp kendimi koşar adım mağazaya atıyorum.

Dünkü kızlar orada ama bu kez başlarında yönetici konumlu olduğunu hissettiğim başka biri de var. “Tuba Hanım” diyerek tanıştırıyorlar. İlk göz göze gelişinizde kanınızın kaynadığı insanlar vardır, Tuba Hanım da öyle biri. Benden daha genç olmalı, çıtı pıtı, özgün bir tarz sahibi, konuşması, devinimleri huzur veriyor.

Tuba Hanım’ın bir de misafiri var. Ellili yaşlarda olduğunu sandığım hafif etine dolgun, dinç ve esprili bir hanım. Onlar bir yandan kahve içip bir yandan da konuğun elindeki düğün fotoğraflarına bakıyorlarmış ben geldiğimde. “Oğlum evlendi de, buradan aldığım bir kıyafeti giymiştim o gece” diye açıklıyor misafir hanım.

Anında bana da bir kahve söylüyorlar, bir sandalye daha çekiyorlar yanlarına ve resimlere bakmaya buyur ediyorlar. On dakika sonrasında biz hergün bu saatlerde buluşup sohbet eden üç kadının rahatlığıyla konuşmaya dalmışız. Düğündeki konuklarla ilgili hikayeleri dinleyip yorum yapıyoruz.

Kaç saat geçirdim o gün o mağazada bilmiyorum. Şarap rengi elbisemi de aldım tabii sonunda. Ancak oradan ayrılırken hissettiğim sadece alışverişin verdiği tatmin değildi, daha insancıl, daha gerçek, daha yürekte hissedilir bir iz bıraktı o mekan ve oranın sakinleri bende.

2. Pera

Bir sene geçti geçmedi, yeni bir iş seyahati İstanbul’a sürükledi beni. İki gün sürecek toplantılar Tarlabaşı’ndaki bir otelde düzenlenmişti. Kolaylık olsun diye aynı otelde kalmaya karar verdim. Üst katlardan bir oda rica ettim. Haliç manzaram yok ne yazık ki ama Pera gecelerini kuşbakışı izlemeye de doyamıyorum.

Planım cuma günü toplantı bitiminin ardından ekibi Brüksel’e uğurladıktan sonra İstanbul’daki hafta sonumun tadını çıkarmak. Dostlar da sağolsunlar bir organizasyon yaptılar, yılların eskitemediği ODTÜ grubu toplanacağız. Ev sahibi arkadaşlar günlerdir hazırlık yapıyor, biraya gelmenin keyfini yaşayacağız.

Cumartesi sabahı erkenden uyanıyorum. Akşam eğlencesinden önce biraz İstanbul’la başbaşa kalmak niyetindeyim. Antalya’da tanıştığım markanın Galata’daki butiğini de ziyaret etmek istiyorum. Ne yalan söyleyeyim, şarap rengi elbisenin yeni arkadaşlarıyla tanışmak için can atıyorum.

Çıkmaya hazırlanırken bana arkadaşlık etsin diye televizyonu açmıştım. Aklım başka yerde olduğundan sadece arka planda iki kadının karşılıklı sohbet ettiğinin farkındayım, o kadar. Tam da o sırada konuşmalarında az sonra gitmeyi planladığım yerin adı geçince irkilip kulak kabartıyorum söylenenlere. Şans eseri tasarımcıyla yapılan bir röportajın tam ortasına düşmüşüm.

Elimdeki işi bırakıp ekranın karşısına geçiyorum. Arzu Hanım bazı ürünlerinde kullandığı bir taş baskıdan bahsediyor. “Osmanlı’dan taşınan bir imza bu, çok kültürlülüğün ifadesi” diye anlatıyor. Adı “Saadet Düğümü”; sikkelerin üzerinde de kullanılırmış eskiden, para elden ele dolaşırken hem bereketin hem de mutluluğun artması için bir temenni gizliymiş içinde.

Arzu Hanım tasarım anlayışını betimlerken olayın sadece dikkat çekmek, farklı olmakla açıklanamayacağının altını çiziyor ve “giyenin kendini iyi hissetmesi”nin önemini vurguluyor. Bu gayesini sırtın üst kısmına denk gelecek şekilde yerleştirilen Saadet Düğümü’ne bağlıyor sonra: Baskı tene değdiği zaman giysiyi taşıyan kişinin “kimsenin görmediği bir yerde beni koruyan bir şey var” diye düşünmesini diliyor. Böyle hissetmenin o anı güzelleştireceğine inanıyor.

Çocukluğumda annemin bana ördüğü hırkaların içine küçük bir çengelli iğneyle iliştirdiği nazar boncuklarına yüklediği anlam geliyor aklıma. Arzu Hanım devam ediyor: “Bu sembol korur ya da korumaz, ama böyle bir anın bir saniye dahilinde bile oluverme ihtimali beni heyecanlandırıyor”.

3. Galata, Kabataş ve Karşı

O günün ilerleyen saatlerinde Galata’daki butikteki kıyafetlere bambaşka bir gözle bakıyorum. Sabahki sohbet programından cümleler geliyor hep aklıma. Başarılı bir iş kurmak ve kar etmekten öte insani gayesi olan yaratıcılığı alkışlıyorum. Diliyorum bu çizgi aynen kalsın, hiç değişmesin.

Mağazanın çalışanı Antalya’dakiler kadar kibar, zevkli, saygılı. Hem sohbet ediyoruz, hem yorumlarımızı paylaşıyoruz kıyafetler üstüne. Trikolara bakıyorum, indirime de girmişler, şanslıyım. Siyah bir kazakla ayrılıyorum oradan, içinde taş baskısı gizli bir kazakla.

Gün keyifle akarken o uğursuz telefonlardan biri geliyor. Eşimin babaannesi vefat etmiş. Kayınpederim de yola düşmüş, cenaze için İstanbul’a geliyor. Hastaydı babaanne, çekiyordu ama üzülmemek elde değil. İnsanın yüreği kabardığıyla kalıyor.

Haberi aldığımda Bebek’te deniz kıyısında yürüyordum. Adımlarımı sıklaştırdım sonrasında, hızlanınca acım geçecek sandım belki. Kendime geldiğimde Kabataş’taydım, arkadaşları arayıp akşamki buluşmayı iptal etmiştim.

Ankara’yı arayıp anneme haberi veriyordum telefonda. O kederliydi, herşeyden önce çocuğunu düşünen bütün anneler gibi “kızım sana da üzülüyorum, memlekete her gelişinde bir cenazeyle karşılaşıyorsun” diye iç geçiriyordu.

Ertesi gün tören için karşı tarafa geçtik. Yeni siyah kazağımı giydim hiç düşünmeden. Camii avlusunda eşimin ailesiyle buluştuk. Bazılarını seneler sonra ilk kez görüyordum. “Kızım, sen ne zaman aldın da haberi de koştun buralara?” diye soranlar oldu. “Rastlantı sonucu buradaydım” diye cevapladım.

Halalardan biri “annem belli ki çağırmış seni, veda etmek istemiş” dedi. Gözlerim dolu dolu oldu. Taş baskıya dayadım sırtımı, “belki korur belki korumaz ama varlığına inanmak bile şu anı daha dayanılır kılar, güç verir” diyerekten.

4. Yeşil Vadi

Bir zaman sonra aile ziyareti için Ankara’ya gittiğimde Arzu Hanım’ın bir mağazasının da nihayet başkentte açıldığını görüp keyiflendim. O zamanlar Filistin’in Yeşil Vadi’ye yakın tarafında konumlanmış butiğe arkadaşıma “hayırlı olsun” a gider gibi heyecanla koştum.

Burada da hem yetkin, hem sempatik bir ekip vardı. Söyleştik, düşük çeneme ve heyecanıma yenilip Lara ve Galata anılarımı paylaştım. Brüksel’de yaşadığımı söyledim. Hatta o sıralar hayatımızı gölgeleyen böbrek taşlarından bile bahsetmiş olabilirim, eşimin çektiği azaptan da.

“Ben bugün bakıcıyım” demiştim, onlar da saygı duydular ve illa bir şeyler satmaya çalışmadılar. Yeni koleksiyona beraberce baktık. Bana son zamanlarda dizilerde giyilen biriki parçayı yakından gösterdiler. Beren Saat üstüne sohbete daldık.

Sonra vedalaşıp ayrıldım oradan. “Yine bekleriz” dediler kapıya kadar uğurlarken.

5. Nişantaşı

Geçen senenin Ocak ayında annemle ikimiz İstanbul’a gittik. Uzun zamandır canı çekermiş meğer kadıncağızın ama Ankara’dan bir atılıp gidememiş. Kısmet Brüksel’den gelen kızıyla uzun yıllar sonra bir ziyaretmiş. Pek memnun, ağzı kulaklarında geziyor.

Hediye Hanım “sen nereyi uygun görürsen orada kalalım” demişti ama gönlü Nişantaşı’ndaydı, biliyordum. Teşvikiye Caddesi’ndeki otelde yerimizi ayırttığımı duyunca gözleri parladı. Ocakmış, soğukmuş, karmış dinlemeden anında valizini hazırladı.

Oteli pek beğendi, kahvaltıdaki ikramı ve servisteki özeni de. Sonra çarşı pazar gezmek istedi, “senin şu meşhur butiğe de bir götür beni, gözümle göreyim” diye tembih etti. Arzu Hanım’ın Nişantaşı şubesi otele beş dakikalık mesafedeydi. Birlikte gittik.

Annem bastonuna dayanarak ağır ağır yürümesine rağmen mağazadaki giysileri tek tek inceledi. Bazılarını çok beğendiğini söylerken alt dudağını ısırıyordu hayranlıkla. Ben biriki parçayı denemek için yanıma alıp kabine girdiğimde ekip annemi rahat bir kanepeye buyur etti, kahvesini nasıl alacağını sordular hemen arkasından da.

On dakikaya kalmadı şahane porselen fincanlarda kahveler geldi, yanında birer bardak suyla ikram edildiler. Hediye Hanım “eh, İstanbul görgüsü de farklı tabii” dedi hizmet kalitesini onaylarken. Mağaza çalışanları kibarca gülümsediler.

Denediklerimin hemen hepsini beğenmiştim, zaman aralarından seçme zamanıydı. Annem o sırada benim için bir bütçe ayırdığını ve onun dahilinde bir kıyafeti bana hediye etmek istediğini söyledi. Ben anneme yük olmak istemiyordum, ona ucuz parçayı aldırmak, kendim daha pahalısını üstlenmek için manevra yapmaya başladım.

Annem direniyordu, bütçe ayrılmıştı, burada gördükleri de içine sinmişti. Seçmeliydim artık daha fazla sorgulamadan. Benimse kafam iyice bulanmıştı. Mağaza çalışanları bir kez daha en fazla ciroyu yapmak derdiyle değil, bizim içimize sinecek çözümü bulmak gayesiyle hareket ediyorlardı. Emekli annesine masraf ettirmemeye çalışan kızın davranışını destekliyorlardı hatta.

Bir parçayı o gün satın aldık. Kalanı için düşünüp ertesi gün yeniden gelmeyi planladık, anlayışla karşıladılar. Annemin gözü denediğim mor elbisedeydi, hissettim. Benim de çok hoşuma gitmişti, ancak gerek kesimi gerek de tonu dolayısıyla arada bir kullanabileceğim bir kıyafet yerine her zaman işimi görecek bir alternatife daha sıcak bakıyordum. Annem “elbise çok yakıştı sana” dedi, yine alt dudağını ısırarak ama son kararı bana bıraktı.

O akşam düşündüm, sabah yine düşündüm. Kahvaltıda da annemle konuştuk, mor elbise yerine siyah ceketi almaya karar verdik. O ara annemin bir arkadaşı geldi otele bizi ziyarete, ben de onları başbaşa bırakıp mağazaya koştum. Son kararımızı uygulamaya koydum.

6. Yeniden Yeşil Vadi

Nisan ayının ortasıydı, biraz tereddütle de olsa butiğin kapısını aralayıp içeri süzüldüm. Saçlarım fönlüydü belki ama makyajım yoktu, zayıflamıştım, betim benzim de atık olmalıydı. Satış görevlisi kız yine de beni tanıdı. O hiç değişmemişti, zarif ve alımlıydı.

“Hoş geldiniz Deniz Hanım, biraz yorgun gördüm sizi. Hala mı devam ediyor eşinizin böbrek taşlarıyla savaşı?” diye sordu.

Güleyim mi ağlayayım mı bilemedim. Hem adımı, hem taşların hikayesini aylar sonra nasıl hatırladığına hayret etmekle meşguldü kafam.

“Taşlardan kurtulduk ama geçen ay annemi kaybettim” dedim usulca, bir rüyada gibi.

Annem de aynı babaanne gibi vedaya çağırmıştı beni.  Mart ayında dört günlük izine gelip üç gün içinde toprağa vermiştim onu neye uğradığımı bile anlamadan.

Genç kadın beni insanlığı ve sıcak bakışlarıyla sarıp sarmaladı. Sonra bana nasıl yardımcı olabileceğini sordu. Ben yarı deli bir inat ve azimle o mor elbiseyi arıyordum.

O ara tabii sezon değişmiş, kış ucuzlukları bitmiş, eldeki mallar muhtemelen depolara yollanmıştı. Ama güzel kadın ne pahasına olursa olsun bana yardımcı olmaya çalışıyordu. Aslında annemin izini sürdüğümü, o mor elbiseye kavuşursam, ona dokunur, onu üstüme geçirirsem annemle ilgili kayıp bir parçayı yeniden kazanacağımı hissetmişti.

Beni rahat bir koltuğa yerleştirdi, bir bardak su ikram etti. Sonra da memleketteki bütün mağazaları tek tek aramaya koyuldu. Saygı duyulası bir azim, merhametin kamçıladığı bir konsantrasyonla çalışıyordu. Yarım saat kadar sonra “morundan kalmamış, ancak aynı modelin siyahından buldum, getirtebilirim” dedi sevinçle.

Elbise ancak ertesi gün eline geçecekti, bana benim mağazaya gelmeme gerek olmadığını, eve yollatacağını, gerekirse havaalanına ulaştıracağını söyledi. Ertesi gün Belçika yolcusu olduğumu laf arasında duyup not etmişti aklına.

Önce, biraz da onun heyecanına kapılıp, “tamam” dedim. O heyecanla telefona koştu, tam teyit etmek için gerekli numarayı çevirecekken “durun!” dedim. Bir an şaşkınlık ve beklentiyle yüzüme baktı. “Annem morunu sevmişti, siyah olmaz” deyip ağlamaya başladım.

Ahizeyi yerine koydu, yanıma oturdu. Biraz susuştuk, kırık kırık cümlelerle konuştuk. Nihayet sakinleştiğimde ayaklandım, verdiğim zahmet için özür diledim. “Lafı bile olmaz” dedi, kucakladı, kapıya kadar yolcu etti.

7. Yeniden Lara

Kader ya da yüreğim beni birkaç günlüğüne Belek’e sürükledi. Kaldığım yerden bir adım öteye kıpırdayacak halde değildim ama bir sabah içim istedi, Lara’daki butiğin telefonunu çaldırdım. Önce kendimi hatırlattım, sonra da Tuba Hanım’ın oralarda olup olmadığını sordum. “Başka bir işi daha var, her gün gelmiyor ama siz geleceksiniz eminiz burada olmaya çalışır” dediler.

Şaşırdım biraz ama umutlandım da. Ertesi gün öğleden sonra uğramak istediğimi söyledim. Tamam dediler, anlaştık.

Nitekim bir taksiye atlayıp Lara’nın yolunu tuttum. Tanıdık caddeleri görmek iyi geldi. Butiğin eşiğine yaklaşırken biraz heyecanlandım. Aradan yıllar geçmişti, bakalım Tuba Hanım ne kadar değişmişti bu geçen zamanda.

Beni aynı coşkulu enerji ve samimiyetle, sanki daha dün görüşmüşüz gibi sıcacık karşıladı. Arka kısımdaki koltuklarda oturup sohbet ettik kahvelerimizi yudumlarken. Hızlıca aktık geçen yılların üstünden.

Kıyafetlere de baktık tabii. Tuba Hanım bana bazı modeller önerdi ama satır aralarında hep hal hatır sordu, ruhumu yokladı. Bir sarsıntı geçirdiğimi anlamış gibiydi.

Birara bana biraz iddialı bir elbise gösterip denememi rica etti. Elde çok klasik, hatta ağır görünen bu parçaya şüpheyle baktığımı görünce üstümde görmemi önerdi. Aklım yatmadı ama onu kırmamak adına denedim, gerçekten de üstte bambaşka durdu.

Elbisenin indirimli fiyatı Brüksel’de bir trikoya verdiğimden de azdı. Tamam, çok hesaplıydı da böyle bir kıyafeti nereye giyecektim? “Düğüne mesela” dedi Tuba Hanım. “Ah… ” dedim iç çekip “…nerede! Bu aralar hep hastane, hep cenaze!”

Tuba Hanım şefkatle baktı bana, ısrar etmedi. Konuyu değiştirip orta yaşın sıkıntılarından, ev hayatının iş hayatıyla örtüşüp örtüşememesinden, onun çocuklarından, iyi ve kötü gün dostlarından konuştuk sonra. Saatler aktı bu sohbetle ve ben neden sonra biraz da gevezeliğimden utanarak izin istediğimde ani bir karar değişikliğiyle “ben o elbiseyi alayım” dedim.

“Bakarsınız bir düğün olur, giyerim…”

Tuba Hanım gülümsedi. Borcumu ödedim, bir taksi çevirmek için birlikte çıktık sokağa. Ayrılırken dünyanın en normal davranışıymış gibi sarıldık birbirimize. “Bir dahaki gelişinizde önceden haber verin!” dedi sonra. Samimiyetine inandım.

8. Antalya

Davetiyeye bakıyorum şaşkın şaşkın: Hala oğlumun kızı Neslihan Antalya’da evleniyor Şubat sonunda! Aklıma son zamanlarda aile buluşmalarını hep camii avlularında, kabristanlarda yaptığımız geliyor. Aklıma en zor günümde hep yanımda olup elimi tutan ailem, akrabalarım geliyor. Aklıma “yüreğin vereceği kararı aklına danışma” diyen adamın sözleri geliyor.

Biletimi aldığımla uçuyorum Antalya’ya. Tuba Hanım’a da bir mesaj atıyorum çok içimden gelerek. Havaalanında beni karşılayacağını yazıyor cevap olarak. İnanamıyorum.

Eteklerim zil çalıyor uçak alçalmaya başladığında. Valizimi kaptığımla atıyorum kendimi dışarıya. Tuba Hanım eşiyle birlikte gelmiş hakikaten, beni bekliyorlar. Kırk yıllık dost rahatlığıyla sohbet ederek varıyoruz otelime. Nazikçe “yorgunsunuzdur, güzelce dinlenin” deyip iyi akşamlar diliyorlar. Ertesi sabah kahvaltıda buluşma planıyla ayrılıyoruz.

Sabah dokuz buçukta Tuba otelin girişinde beni bekliyor. Artık sizi sene çevirmek ve “Hanım”dan kurtulmak için anlaşıyoruz. Yeni açılan bir mekana kahvaltıya götürüyor beni, garson kızın şaşkın bakışları arasında mönüyü baştan yazıyor. Keyifli bir sohbete dalıyoruz açık havada, laf yine lafı açıyor.

Tesadüflerin biraraya getirdiği iki insan nasıl birbirine bu kadar anlatacak konu buluyor? Nasıl oluyor da bu kolaylık ve açıklıkla paylaşıyor? Yürek dilinin alfabesi de kuralları da farklı sanırım, gerçek hayata hiç benzemiyor.

Tuba günün kalan kısmı için programımı soruyor. Ankara’dan gelen ekip öğle saatinde varacaklar Antalya’ya, öncesinde boşum ama bir saçımı yaptırmak istiyorum. Önce butiğe uğrayıp sonra kuaföre geçmeye karar veriyoruz.

Mağazada her zamanki sıcakkanlı ortam. Onlara akşamki düğüne oradan aldığım elbiseyi giyeceğimi söylüyorum. “İyi ki almışsınız!” diyorlar kızlar neşeyle. Özlemişim meğer düğüne gitmeyi, özlemişim ailemi iyi günde, keyifle görmeyi.

Tuba bir ara kahve fincanıma göz atıp falıma bakıyor. “Aa, sen fincanı çevirmeden mi okuyorsun böyle!” diyorum hayretle. Kahve içilirken bakıldığını görmemiştim hiç falın.

Bana üç seneye kadar serbest mesleğe geçeceğimi söylüyor. “Bu yaştan sonra keşfedilip yazar olacağım herhalde!” diye yorumluyorum gülerek ama içim çok ciddi. Düğün örneğindeki gibi bu hayal de gerçek oluverse keşke.

Tuba o sırada kendi kuaföründen benim için randevu almakla meşgul. Sonra birlikte çıkıyoruz, kapısına kadar da eşlik ediyor bana sağolsun. Vedalaşırken biliyoruz; yine görüşeceğiz.

9. Düğün ve Düğüm

Saadet Düğümlü taş baskılı elbiseyi giydim. Saçlarım Tuba’nın kuaförünün elinden çıkma. Yanımda kuzenlerim, yeğenim. Düğünün yapılacağı otelin kapısındayız. İçimde bir “iyi ki buradayım” duygusu, doğru yerde olduğumu haykırıyor bütün hücrelerim.

Diğer akrabalarla buluşma anı duygu yüklü, hepimizin aklında artık aramızda olmayan neslin sevgiyle andığımız şahsiyetleri var. Dünün çocukları meslek sahibi gençler olmuşlar, çoğu evlenmiş, bazısının bana onların çocukluğunu anımsatan çocukları var.

Zaman tünelinde geziyor gibiyim, biraz başım dönüyor. Ara ara gözlerim doluyor ama mutluyum, uzun zamandır olmadığım kadar mutluyum.

 

Arzu Hanım’ın bahsettiği o mucize gerçekleşti işte

Kimsenin görmediği bir yerde

Beni koruyan kollayan bir güç var

Hissediyorum

Bugün rüzgarda savrulmuyorum

Bugün sırtım ürpermiyor

 

Taş baskı sırtıma dokundukça

Taa o eski çağlardan bugüne akan bir soluğu hissediyorum

Ferzan Özpetek kulağıma fısıldıyor:

“Sevdiğimiz insanlar daima bizimle kalıyor”

Sonra ekliyor:

“Yangın yeri kışı andıran bir yüreğe yeğ tutulur, öğrendim!”

 

Bir tasarımcının işini aşkla yapması

İlhamla başlayıp emekle açan çiçek

Şişeye konup açık denize salınan bir mesaj

Günün birinde bir anı doyasıya aydınlatıyor

Tasarımın etrafındaki insancıl oluşumun açtığı kapılar

Beklenmeyen paylaşımlara gebe

Antalya’dan Brüksel’e uzanan bir köprü

Galata’dan ve Yeşil Vadi’den geçerek

İki insanı birleştiriyor

Az biraz da olsa yaşamın akışını değiştiriyor

 

Arzu Kaprol o anın oluverme ihtimalinden bile heyecan duyduğunu söylüyordu

Ben bu ihtimalin tekrar tekrar gerçek oluşunun öyküsünü paylaşmak istedim sizlerle

Bu satırlar da birer Saadet Düğümü olur belki

Okunurken kelimelerin ses buluşunda

Taş baskının tene değdiği anda hissedilmesini dilenen duygu

Gerçek olur

 

Uzanıp birbirimize dokunduğumuz sürece varız

Gözlerimizi birbirimize açtıkça

Nefes alırız

Şişedeki mesaj bir gün sahibine ulaşır

Siz yeter ki inanın.

Antalya – Brüksel – Madrid, Mart 2014

Not: Yukarıda bahsi geçen sohbet programının videosunu merak edenler için:

https://www.youtube.com/watch?v=LXuUXLbAApM