Piyanist

O akşam senin de sevdiğin, seninle sevdiğim piyanistin konserine gittim. Bu sefer değişiklik yapmış; o dinlemeye alıştığımız triosuyla gelmedi. Yalnızdı. Bildiğin solo, kelimenin tam anlamıyla.

Binaya yalnızca müdavimlerin malumu olan kapıdan girdik. Ana arterdeki keşmekeşe hiç dalmadan direkt parter katına ulaştık. Konserin başlamasına biraz zaman vardı.

Senin için bir kadeh içtim. İş yerinden geldiğimden akşam yemeği yiyememiştim. Küçük taze sandviçlerden vardı, peynirlisinden bir tane aldım. Açlığımdan mı bilmem, pek lezzetli geldi. Tok karnına sanatı özümsemek daha kolay, biliyorsun.

Saat sekize üç kala ortalık boşalmaya başladı. Beklentilerimizi kuşanıp yerleştik koltuklarımıza. Steinway & Sons marka piyano sahnenin orta yerine kurulmuş, dokunulmayı bekliyordu. Yüreğim heyecanla kabardı, “o tuşları dillendirmek nasıl müthiş bir keyif olmalı” diye geçirdim içimden.

Derken sahneyi kulise bağlayan kapı aralandı. Piyanist tanıdık koyu renk gömleği ve kot pantolonuyla süzüldü sahneye. Çok zayıflamış ama bir görsen, erimiş dersin. Saçları da artık ağırmış, bildiğin gri. Yüzü kaşık kadar kalmış, bedeni kırılgan.

Piyanistteki değişimi sindiremediğim için gözlerimi ondan alamıyorum. “Ne oldu sana?’ diye sorası var yüreğimin. Onu son gördüğüm anla şu dakika arasındaki farkı sadece geçen zamanla açıklayamıyorum bir türlü.

Kalbim aldı sazı eline, geveze bir bülbül misali şakıyor: “Söyle bana ne oldu? Hangi kayıp seni böyle erken yaşlandırdı? Hangi acı, hangi hastalık, hangi ihanet girdi kanına? Taşıyabileceğinden çok daha fazlasını mı gördün?” diye soruyor.

O pufun ucuna ilişti eğreti.  Nasıl rahat etti o konumda anlayamadım. Kollarını piyanoya doğru uzattı. Parmakları değdi tuşlara. Başı eğildi onlardan yana. Bizi unuttu.

Sanki içine döndü ve canını yakan, yüreğine dokunan ne varsa onu anlatmak için çaldı. Birinin en mahrem sırrına ortak oluyormuş gibi suçlu bir zevkle dinledim onu. Duymak öyle yakıcı bir öncelik olmuştu ki dayanamayıp gözlerimi yumdum.

Parça bittiğinde bir saniyelik sessizliği takiben koptu alkış. Bildiğin alçakgönüllü tavrıyla ayağa kalktı, selam verdi olanca sessizliğiyle. Bembeyaz kolalı bir kumaş peçete vardı elinde. Terini ona sildi. Saygısı sonsuzdu dinleyenlerine ama kimseyle göz göze gelmedi. Hiç gülümsemedi.

Yarım kalmış sözüne devam eder gibi girdi ikinci parçaya. Aktı, aktı. Biz sürüklendik peşinden. Sanki o önceden ısınmış olduğundan depara kalkmıştı, bizse henüz neye uğradığımızı anlamadan koşuyorduk peşinden. Biz nefes nefeseydik, o arkasına bakmıyordu.

Bir noktada buluştuk, sarıldık. Yüreğimiz aşkla, heyecanla inip kalkıyordu. Onunla olduğumuzu hissetti sanki, zarif bir huzur sinyali yanıp söndü gözlerinde. Parmakları müteşekkir bir edayla dokundular klavyeye. Piyanonun ezberi bozuldu, piyano körkütük aşık oldu.

Ben o anı senin, sırf senin için gördüm.

Selama durdu, terini sildi, yine bizi -ne tek tek ne de bir bütün olarak- görüyor gibi değildi. Kolalı peçeteye sildi ellerini, alnını, devam etti. İnmediğim derinliklere indik beraber, zikzak yaptık yollarda. Anlatacakmış gibi yaptı, karar değiştirdi sonra. İçine kapandı ansızın, derken bize doğru uzandı eli. Bu kez birbirimize dokunmadan bakıştık, ilk kez bakıştık müzikle.

İnanılmaz bir alkış koptu. Bütün salon etkisindeydi sanki o bakışın. Faz farkını kapatmıştık. Hissetti. Hissettik.

Dördüncü parçayı körkütük sevdalı bir elin sevdiğine dokunuşundaki yanık yumuşaklıkta çaldı. Tüylerim diken diken dinledim. Piyanoyla bir bütündüler artık, aklımda aşk, çok kudretli bir aşk, bir tutam hüzün ve muhabbet.

Bitirdiğinde yeniden bir ağızdan haykırdı salon alkışlarla. Ayağa kalkıp selam verdi. İnandım ki, gözlerindeki gölge en yürekten tezahüratın bile silemeyeceği cinstendi. Gördüğü ilgiye kayıtsız değildi, tekrar tekrar eğilen gövdesiyle o alkışlar için candan teşekkür ediyordu. Ama yine hiç konuşmadı.

Hatırlarsın, triosuyla geldiğinde arada bir iki kelime de olsa ederdi. Parçanın adını, bestecisini söylerdi. Şimdi hep susuyordu. Sadece çalası vardı belki, kelimeler sokmak istemedi notaların gürül gürül akışının arasına.

Her yeni başlangıçta piyanoya ayrı bir iştahla sarılıyordu. Bazen enstrümanla ikisi kendi aralarında fısıl fısıl dertleşiyorlardı. Birbirlerine dönüktü bedenleri, sadece kendilerinin bildiği ama duyanları derinden etkileyen bir dilde. Anahtar deliğinden gözetler gibi dinledim.

Böylesine mahrem bir anın sonunda, olmadık, beklenmedik bir noktada bir delilik hali geliyordu adama. Bilirsin, ona “emprovizasyonun kralı” lakabını takmışlar, o akşam da krallığını konuşturdu işte. Ara ara nasıl dellendi, nasıl şahlandı bir görsen. Düşündüm ki piyano bile şaşırdı.

Yükselişler sırasında sahnede tek bir piyanistin değil koskoca bir orkestranın olduğunu düşünüyor insan. İnanmayacaksın belki ama, enstrümanların seslerini ayrı ayrı işittiğimi bile iddia edebilirim; o denli gerçek bu yanılsama. Ve geçişleri; önce beklenmedik gelen, sonra tam zamanında.

Uça savrula ilerliyoruz müzisyenin peşinde. Aklıma trio performansları geliyor yeniden, müzisyenlerin arasındaki iletişim, göz göze bakışıp konuşmaları. Keyifle kıvrılan dudaklar, müziğin ritmiyle sallanan başlar, tempo tutan ayaklar, şıklatılan parmaklar. Hiçbiri yok bugün, başka türlü zamanlardayız.

Parça aralarında verdiği kısa selamlar dışında aralıksız tam iki saat süren performansı sonlandığında salon hala aynı büyünün etkisindeydi. Antrakt verilmemesinin ne kadar bilinçli ve yerinde bir seçim olduğunu düşünüyordum. Harikulade bir kitabı baştan sona bir nefeste okumaya benzer bir deneyimdi.

Alkışlar dakikalarca devam etti, bis beklentisindeydik. Kırmadı. Çok tanıdık bir temadan girdi, indi, çıktı, dolaştı, yuvarlandı. Teknik ve artistik açılardan mükemmele teğet geçiyordu ama yürek yükünü hissediyordum hep.

Salonun bir kısmı artık ayaktaydı. Piyanist bizi kırmadı. Yeniden oturdu piyanonun başına. Bambaşka bir devre ve çok farklı bir besteciye taşıdı bizi.

Önce onu hatırlattı, aklımıza düşürdü. Ardından önce azar azar sonra dev adımlarla uzaklaştı ondan. Apayrı bir noktaya ulaştığında zevkten sarhoş olmuş ama kimliğimizi unutmuştuk. Bitişinde ilk temaya döndü, biz artık onu bile farklı algılıyorduk.

Seyirci doyamadı piyaniste. Alkışlar eşliğinde bir kez daha sahneye geldiğinde sırf bizi kırmamak adına kısa bir parça çalıp gidecek sandım. Yanılmışım. Kolaya kaçmadı, geçiştirmedi. Cazın en bilinen klasiklerinden birini elinden tuttuğuyla bir dönme dolaba bindirdi. Yükseldiler beraberce.

Biz seyirciler başımız göklerde izledik onların tırmanışını, bize doğru inişlerini sonra ve tam önümüzden geçerken o tanıdık göz kırpışlarını yeniden havalanmaya başlamadan az önce. Asla monotonlaşmadan döndü o çark. Düzenek aynıydı, çember de aynı çember, fakat her tur ayrı bir serüven yaşattı.

Dönme dolap durduğunda hala şaşkın, hala aç bir alkış daha koptu salonda. Tam selam verip ayrılacakken sahneden orta yaşlı, iri kıyım, sarışın bir kadın belirdi yanında. Elinde devasa bir buket taşıyordu, sarı ve portakal rengi lalelerden oluşan bu aranjmanı piyaniste takdim etti.

Kadının tavrı acemi olmasa da oldukça sıkılgandı. Lacivert bir tayyörü vardı, kısa da olsa topuklu bir çift ayakkabı giymiş, saçlarını da belli ki bir saat kadar önce fönletmişti. Yine de o birkaç dakika için de olsa, piyanistle aynı spotun altında bulunmak zevkini yaşamaktan çok, görev bilinciyle hareket eden bir devlet memuru gibi üstüne düşen sorumluluğu yerine getirmeye adamıştı kendini.

Kadın buketi verdiğiyle yok oldu sahneden. Piyanist elinde buketle bir kez daha selama durduğunda o daha şimdi bahçeden toplanılmış kadar taze görünen lalelerdeki yaşam ve bahar müjdesinin onun sapsarı benzi ve ince bedeniyle ne şok edici bir kontrast oluşturduğunu gördüm. Yüzünü endişeyle tararken dudaklarının belli belirsiz ve sanırım ilk kez kımıldadığını gözlemledim: “Thank you!”

pianistincicekleri

Piyanist zor bir dönemden mi geçiyordu yoksa o sadece bir imaj değişikliğine ihtiyaç duyduğundan mı zayıflamıştı, bilemem tabii. Bildiğim önceki konserlerinde tanık olmadığım duygu yüklü bir ustalık, olgun bir tını ve yakıcı bir aşmışlık bulduğum bu performansında. Derimin altına işleyen bir söylem.

Yaşamışlığımız ifadeye yansıyor, deneyimlerimiz suflör misali fısıldıyorlar durmadan, yolumuzu şaşırmayalım diye. Kırığımız da çürüğümüzün de “bugünkü biz” in yaratıcısı. Tanınmamış acı anlatılamıyor, kendi gözlerimizle görmediğimiz manzara hep başkasının resmi olarak kalıyor.

Sen “piyaniste benden selam” diye yazmıştın. Emin ol aldı selamını. Hatta bana öyle geldi ki, senin hikayen de malum oldu ona. Tek kişilik ordunun mucizevi gücünü hissetti.

Biraz da senin için çaldı o gece.

Brüksel, Mart 2014

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s