Sahi ismin?

Hayat bir gün sana rastlamış yolda. Bakışmışsınız. O seni baştan aşağı süzmüş. Tam tartısına yerleştirip hesabını keseceksen gülümsemişsin sen. O korkusuz ve kuşatıcı aydınlıkla gülümsemişsin hesapsız. Hep yaptığın gibi. Bocalamış hayat. O ilk kez görüyor böylesini tabii. Tartısı desen, kayıp düşmüş elinden. İkna olmuş geçersizliğine.

Hayatın gözünün içine bakmak zordur aslında. Herkes bilir. Falcının küresine, uçurumun dibine, yüreğin derinine bakmak kadar zordur. Hayatın çizgisi, sillesi, oyunu korkutur insanı. Ölümlüyüz çünkü malum. Üstelik acımasızdır derler onun için, dengesiz derler. Adaletinden şüphe ederler asırlardır.

Çoğu yoluna bile çıkmaz o yüzden. Çoğu kenarında, kanadında yaşamayı yeğler. Gölge etmez, ses etmez, haşa sorgulamaz kaderini. Hayat da böyle karşılanmaya alışmış belli ki, bildiği gibi koşturur atını hadsiz ve hükümdar.

Ne var ki şu an sen dimdik duruyorsun işte karşısında. Gülümsemen öylesine gerçek, öylesine sen. İlk merhabaların filiz inceliğindeki utangaç ve umutlu ışığı var bakışlarında. Bir de önyargısız ve eşit dağıttığın şans önüne çıkan her yabancıya.

Hayat ki düşünsene ne zamandır var. Hayat ki yaşsız, zamansız ve elle tutulamayan. Hayat ki çözdüm ben bu insanlığı, tarihi de yazdım, sildim, yeniden yazdım diyen. Bir sana bakıyor, bir kendine. Anlam veremiyor. Nasıl oluyor da hazırlıksız yakalanan, içi titreyen kişi sen değil de o bu sahnede?

Meydan okuduğu da yok gülüşünün aslında. Tehditin, alayın tozu bile barınamaz içinde. Bir güç savaşı değil bu başlattığın. Bir davet daha çok, bir çağrı alçakgönüllülüğe, bağ kurmaya dair.

Nasıl direnilir ki buna? Hayat da dayanamamış nitekim. Merakına yenilip içine sızmış bir şekilde senin. Perde arkanı merak etmiş, çağrının sırrını. Kuliste nasıl bir düzenek var, hangi denklemin ucu hangi getiriye değiyor bir göreyim istemiş.

Direnmemişsin sen. Kapın da yüreğin de açıktır ya malum herkese. Eğriye de doğruya da hep bir şans verirsin. Hatta bazen eğrile eğrile kördüğüm olmuşa dahi yeni bir şans verirsin. Hayatı da buyur etmişsin içeri.

Az rakı varmış o akşam sofranda, birkaç çeşit de meze. Ezine ve kavun, çıtır kalamar, acılı ezme. Buz isteyecek olmuş hayat rakısına. Bakmış seninkinde yok, dur deneyeyim demiş ben de böyle.

Sorular sormuş sana, sıra sıra kurşun atar gibi. Aldım verdimler üstüne, yıktım yaktımlar üstüne, en güçlüydüm, en güzeldim, en varlıklıydımlar üstüne. Sonunda kavramış ki ne alanın bunlar ne de derdin.

Peki demiş kalıplar, etiketler, ünvanlar? Yaşıtlarla, hemcinslerle kıyaslamalar? Takipçiler, hayranlar? Yönettiklerin? Vurdun mu oturanlar? Kükrediğinde titreyeler? Dişini geçirdiklerin?

Balık köftesi de olsaydı şimdi iyi giderdi deyivermişsin o sırada. Ben iyi yapamam da, Mehmet Abi’de yeriz bir gün beraber. Deniz’i de alırız, çok sever o da, hem balık köftesini, hem Mehmet Abi’nin muhabbetini…

Hayat müthiş şaşkın dinlemiş. Anlamış ki sonunda senin konulara gelinmiş. Haliyle dilin o zaman çözülmüş, tatlı tatlı anlatmışsın. O da aşka gelip bir tek daha alayım buzsuzundan deyivermiş.

Sen sabah kahvesinin keyfini anlatmışsın ona. Kaş’ta bir serin bir Haziran gününe uyanıp aşkla omlet yaparken neden Fransızca şarkılar dinlediğini anlatmışsın. Erken, çok erken kayıpların önce nasıl sarsıp sonra nasıl büyüttüğünü… Geç, çok geç ve çok zor verilen kararların öncesindeki derin ve kalın karanlığı ve ertesindeki aşmışlığı anlatmışsın.  Kırmızı sandalyelerin büyüsünü, kelebeklerin saklı dilini, bir yıla yakın bir zaman içinde çok duraktan geçerek Uşak’tan Brüksel’e yol alan acılı tarhananın macerasını, Losta’dan Pera’ya ışınlanan deniz kokusunu anlatmışsın.

Hafiflerken çoğalmaktan bahsetmişsin. Dokunamadan, göremeden de olsa her gün doğru insana defalarca sarılmanın nasıl hissettirdiğini anlatmışsın. Poseidon’un gücünden, siyah ayakkabı kutularında saklı zaman tünellerinden, boyunda, bilekte, yürekte taşınan denizatlarından açılmış söz. Her birini tane tane, yumuşacık, derin derin paylaşmışsın.

Hayat bir asrına daha girmiş seni dinlerken. Senden önce yüce bilirmiş kendini, senin içinin ihtişamını görünce dönüp kendi gücüne yeniden bakmış alıcı gözüyle. Daha neler neler yapabilirim sahi bu elimdekilerle, öyle de çok alternatif var ki diye düşünür bulmuş kendini.

Hangisini hangi sırada yapayım diye kafa yormaya başlamışken sana bakmış yine yan gözle. O nasıl şak diye biliyor ve böyle akar gibi yapabiliyor diye. Dayanamamış, dümdüz sormuş sana, yol göstermeni istemiş.

Sen gülmüşsün. İlahi demişsin. Sen bileği kuvvetli birine benziyorsun. Belli ki görmüş geçirmişsin. Gerçekten bu soruyu bana mı soruyorsun? Emin misin?

Biraz burulmuş sen böyle deyince. Az çizilmiş gururu, az ezilmiş büzülmüş. Neredeyse pişman olacakmış zayıf noktasını açık etti diye.

Ama sen kıyamazsın ya kimseye; hemen toparlamışsın durumu. Elbette yardım ederim ben elimden geldiğince. Acelen yoksa az daha kal. Bir kahve yapayım da konuşalım biraz daha demişsin. Hem ben fala da bakarım diye eklemişsin.

Rahatlamış bizimki. Masandan kalkıp kanepene yerleşmiş. Bir yastık koymuşsun arkasına. Önündeki sehpaya da bol köpüklü bir kahve.

Karşısına geçip oturmuşsun sonra. Kendi kahvenden keyifli bir yudum almışsın. Gerekirse sabaha kadar onunla dertleşmeye hazır olduğunu hissettirmişsin duruşunla. Soluklanmış.  Kahve fincanı elinde az önce yerleştirdiğin yastığa yaslanmış.

Sahi demişsin derin konulara girmeden önce. Yakınlık ve güven oluşturmak adına. Sahi demişsin, ismin neydi senin güzel kardeşim?

Hayat öyle muazzam gülmüş ki o an gece gece yerkürenin her köşesi aydınlanmış. İfadesinde ilk rastlaştığınız an onu çözen gülüşünden bir parça varmış.

Başlıyoruz demiş hayat. Şu an başlıyoruz. Başlıyorum

Brüksel, Haziran 2021

Çift kök meselesi

Değişik zamanlardayız malum. Bir yılı da devirivermişiz öyle böyle derken. Bunun farkına varınca da biraz sarsılmadık değil. Bahara tutunuyoruz, irili ufaklı hayallere devam. Sabrı çok zorladık yalnız, ona karşı biraz mahcubuz.

“Nasılsın?” diye bile soramaz olduk eski doğallığımızla.

“Bu hafta sonu ne yapacaksın?” – denemeyin bile.

“Çocuklar nasıl?” – elinizde patlayabilir!

“Bu akşam ne pişireceksin?” – en meraklı aşçıyı bile korkutur…

Dış dünyayla diyaloğumuz bir yana, insan kendine bile zor soruyor artık: Nasılım? Nasıl gidiyor hayatım? Ben ki pek severim kendimle sohbeti, son zamanlarda az biraz yan çiziyorum. Birkaç cümlem var gerçeğimi anlatan, sık sık onları tekrarlar buluyorum kendimi.

“Elimden gelenin en iyisini yapmaya devam ediyorum” diyorum örneğin.

“İnancımı koruyorum ve hayallerimi sahipleniyorum.”

“Bakıyorum da yapmak istediklerim korona öncesi hayatımla örtüşüyor, demek ki kendi adıma doğru seçimler yapmışım diye seviniyorum.  O anların yenilerini yaratabileceğim güne kadar da kendime iyi bakmak için gayret gösteriyorum.  Sevdiklerime de bu konuda telkinlerde bulunmaya çalışıyorum. Bunu yapabilmek beni iyi hissettiriyor.”

“Eksik olanla kederlenmek yerine var olanı değerlendirerek bedenimi ve ruhumu nasıl besleyebilirim diye düşünüyorum. Enerjimi ve zamanımı buraya yönlendirmeyi seçiyorum.”

“Bazı günler/anlar diğerlerinden daha zor oluyor. Bazen düşük enerjili hissediyorum ya da karamsara çalan gölgeler geziniyor kafamda. Yüreğim ağırlaşıyor ansızın. O zaman da kanırtmıyorum. Haklısın, kolay değil bu yaşanan, tamam şimdi biraz dertlen diyorum kendime. Ama ruhun kapıları açık kalsın, pencereleri de. Hatta çık açık havada yürüyerek dertlen, Sonra bir an gelecek bir heyecan bulacak mutlaka seni.  Bir renkten, bir sesten, bir çağrışımdan canlanacaksın. İşte tutun ona her neyse ve oradan havalan yine.

Neyi neden sevdiğimi de çok düşündüm bu süreçte. Sayayım size de azıcık: Denize içinde özgürlük olduğu için tutkunum. Seyahati keşfetmeye bayıldığım için seviyorum.  Sanat yaratıcılıktan besleniyor. Ben de yoktan var edebilme deneyimini keyif ve ilham verici buluyorum. Sanat-hayat etkileşiminin dinamiğinden sarhoş oluyorum.

Hareketi ve sporu seviyorum.  Suya atlayınca durup sohbet edenlerden değil alıp başını gidenlerdenim,  Fiziksel aktiviteyi hem bedenime yaptığı iyilik hem de beynime yolladığı tutuşturucu kıvılcımlar için seviyorum. Derdim kimseyi yenmek değil, ama mutlaka yol almak istiyorum. Tadına vara vara yol almak.

Uçaklara (bazen zıt) uçlar arasında bağ kurdukları, uzağı yakın ettikleri için hayranım. Kavuşturdukları için de. Dostlarla yiyip içmeye olan düşkünlüğüm boğazımdan geçenden çok o ortamları ısıtan ve tatlandıran muhabbete olan tutkumdan kaynaklanıyor. Bir sürü dil ve kültürü buluşturan uluslararası ortamlarda yaşamayı ve çalışmayı da çok renkli bir paylaşım ve birlikte olgunlaşmak olanağı sunduğu için çekici buluyorum.

Peki bunu bilmek ne işime yarıyor derseniz, eyleme değil de onun altında yatan ve ruhumu canlandıran olguya yönelince durumla başa çıkmak için yeni yöntemler geliştirebiliyorum. Sözgelimi niye eskisi gibi sık seyahat edemiyorum diye sızlanmak yerine günlük yaşamımda eldeki olanaklarla keşif gereksinmemi nasıl karşılarım diye düşünüyorum. Denizde kaybolamayacaksam şimdilik ormanda yürüyorum.

Bir konsere gitmek için yanıp tutuşurken acaba bilmediğim sanatçılara, müzik türlerine eğilebilir miyim diye düşünüyorum. Yürüyüşlerim daha zevkli oluyor böylece, bazı yeni şarkılar belli mahallelerle özdeşleşiyor zamanla. Vay be dediğim bir sanatçıyla tanışırsam da o kazanç cebime kalıyor, onu günün birinde canlı dinleme fikri de dilekler hanesine not düşülüyor. 

Özenle hazırlanmış kalabalık sofralar etrafında buluşmak, birine çatkapı gidebilmek, hatta sürpriz yapabilmek zor, çok zor şimdilerde. Hatta bazen olanak dışı. Özleniyor da. Ama bağlarımı başka yollarla canlı tutmak için çabalamak gücüm dahilinde. Biraz daha yaratıcılık gerektiriyor, doğru. Değer mi? Elbette.

Epey de uzun anlattım bakın. Üstelik inanın bunlardan hiçbirini de demiş olmak için demiyorum. Her birini düşünerek, deneyimleyerek biçimledim kafamda.  Bu sayede güçlü yürüyebildiğimi düşünüyorum bu yolu. Hepsinin de arkasındayım.

Yalnız bu aralar kendime Nasılsın dediğimde sanki yukarıda sıraladıklarımdan fazlası da akıyor içimde ama dile gelmiyor.  Bu şekillenememe haline içerliyorum biraz ama dur bakalım diyorum, zamanı gelecektir elbet.

Sahi zaten şiiri de böyle yazmıyor muyum? Deneyimler birikiyor, hisler birikiyor, sonra içimde gezelemeye başlıyor sözcükler. Bazen parmaklarının ucuna basarak, bazen de koşar adım dolaşıyorlar istedikleri kadar.

Sonra bir gün, belki de en olmadık zamanda taşarcasına çıkıyor o cümleler. Yürek söylüyor, el yazıyor, göz yazılanı görünce ancak tanıyı koyuyor olan bitene. Doyurucu ve hatta benzersiz bir deneyim ama süreç boyunca sabır şart.

&

Şubat kısadır malum ama bana niyeyse hep geçmek bilmez gelir hep. Herhalde kış sonu bitkinliğimden ve bahara kavuşma özlemimden. Bu yıl Şubat ayı da çok hızlı geçti. Turgut Uyar eylül için demişti malum aynısını, hem de taa ne zaman. Bir bildiği oluyor hep şairlerin.

Hayatın büyüklü küçüklü mucizeleri devam etti neyse ki. Onları fark edebilmekte ustalaştıkça daha da çoğaldıklarını gözlemledim.  Her yeni sabaha uyanırken “dur bakalım bugün ne dehşetengiz deneyimler yaşanacak” hissini taşımanın insanı gençleştirdiğine hatta biraz çocuksulaştırdığına inanıyorum. 

Bir dostumla yazışıyorduk geçende.  Ondan bundan bahsettik, ne zaman kavuşuruz, nerede buluşuruz diye birlikte düşündük. Uzunca da söyleştik yazıyla. İkimizin de hem uygun hem de derin zamanına da denk geldi sanırım, kendi yolunu çizip ilerledi bu “ses”siz konuşma.

Derken öyle bir yere geldik ki iç sesi iç sesimle dertleşti sanki ve benimkisi söyle deyiverdi ona:

Zamanla garip bir denge buluyor insan içinde, kendiyle hoş bir dostluk kuruyor; önce zorunlu, sonra elzem olan. O kendinle kavuşma, kendine sarılma duygusu çok değerli ve insan tam da orada çok devasa bir güç buluyor. Bu ilişki gelişir ve zenginleşirken dış dünyayla olan bildik yakın iletişim bugünün şartları yüzünden sekteye uğruyor. Dilediğimiz gibi ve gönül rahatlığıyla yaşanamıyor.

Bu anlamda iki köklü bir ağaç gibi hissediyorum biraz da kendimi. Bir köküm her geçen gün daha da sağlamlaşıyor, beni dik ve kendimle bağlantılı tutuyor. Öteki kök bütün çabalarıma rağmen gevşemeye başladı sanki. Bunu insanlardan uzaklaşmak anlamında söylemiyorum. Tam tersi. Onlara yeterince doyamamaktan bahsediyorum.

İki kökün bu zıt devinimi sarsıyor beni bazen.  Her ikisine de tutunup dimdik ayakta durmak kolay degil.  

Hissettim ki ben bunları yazarken dostum o ağacı gördü zihninde. Anlatımımın yolunu açtı araya serpiştirdiği tek tük ve yerinde sözcüklerle. Sonunda da “belki de” diye başladı yorumuna, “bu dönemde öğrenmemiz gereken her gün bu dengeyi yeni baştan nasıl kuracağımızdır.”

Mesajlaşmamızdan sonra düşündüm.  Yazdıklarımızı baştan sona bir kez daha okudum.  Kendime yönelttiğimde bir zamandır eksik yanıtladığım nasılsın sorusunun cevabını yazıvermiştim oraya farkına bile varmadan.  Dahası, bu garip maceranın içinde saklı yeni sürprizlere dair ipucunu da aynı dost paylaşımında bulmuştum. İçimi bir ferahlık kapladı. 

Yanına koşamasak da, gözünün içine bakamasak da, içimizden geldiği gibi sarılamasak da hiçbir zaman uzakta değil ki dost yürek. Daha ilk kelimenden ciğerini okuyor, yüzünü görmeden aynan oluyor. Unuttuysan hatırlatıyor: merhem hep elinde, sen yeter ki sürmeyi hatırla.

&

Bugün 7 Mart 2021 Pazar. Masmavi bir gökyüzüne uyandım. Nasılım dedim kendime. Söyle dile geldi içim:

İki köklü bir ağaçmışım gibi hissediyorum. Her iki kökümü de doyasıya seviyor ve sahipleniyorum.  Birinci köküm toprakla aramda her an tazelenen eşsiz bir sır. İkinci kökümü her gün biraz daha size doğru ve sizden yana büyütüyorum. Sizinkilere dokunuyorum.

Nazım geçiyor aklımdan bu sabah.  Orman dediğin illa ki dip dibe dikilmiş ağaçlardan mı oluşur diye soruyorum kendime. Köklerimiz inatla birbirlerine doğru yol almaya devam etsinler yeter. O zaman hasret henüz başlamadan biter.

Brüksel, Mart 2021

Kolay gelsin…

“Kolay gelsin” sözü ve bu dileğin içten hissedilerek söylenildiğinde havayı da yüreği de yumuşatan tınısı bana hep çok iyi gelmiştir. Her duyduğumda çocukluğumdan sahnelere taşır beni bu iki kelime. Annemin de babamın da çok sık ve severek kullandıklarını hatırlarım.

O kadar fazla örnek gelir ki aklıma bu dileğin onların dudaklarından döküldüğü anlara ilişkin. Ben ders çalışırken bana söylediklerini anımsarım, tamirata gelmiş ustaya, sarmaşık budayan bahçıvana, badana boyaya girişmiş acemiye, zor bir tarifi denemek için kolları sıvayıp mutfağa dalmış bir hevesliye… Ses tonundaki yumuşaklık bakıştaki samimi destekle birleşmiş olarak, bir bütün halinde…

Bu sözün gerisinde koskoca bir felsefenin var olduğunu düşünmüşümdür hep… Şöyle ki, sadece iki sözcükle birine “yaptığın iş kolay değil farkındayım” diyorsunuz önce.  Sonra ekliyorsunuz: “ama bunu yapmak sana düşüyor, bu böyle”. Derken güç veriyorsunuz ona: “halledeceğine inanıyorum ben ve bu bunu başarmak da iyi gelecek sana”.

Dikkat yalnız “bırak ucundan da ben tutayım” tarzı bir girişimden bahsetmiyoruz burada. Yapılması gereken her neyse o kişinin görevi, sorumluluğu.  Yürünecek bir yol var, o da bireyin kendi yolculuğu. Biz onu cesareti için kutluyoruz (çünkü üstünde çalışmaya başlamış bile).  Ardından da kendisine bu konuya en doğru şekilde yaklaşmasını ve onu en uygun biçimde sonuçlandırmasını diliyoruz.

*

Babam yıllar önce “değiştiremeyeceğin şeyler için üzülmeyi bırak kızım” demişti bana. “Ben denedim ama her zaman yapamadım, sen yapmaya gayret et” diye devam etmişti samimiyetle.  Kulağıma küpe olmakla kalmadı bu sözler, elimden geldiğince rehberim de oldular.

Sonraki senelerde makalelerde, konuşmalarda, kitaplarda hatta filmlerdeki diyaloglarda hep karşıma çıktı bu öğüde yakın görüşler. “Başımıza neyin geleceğini kontrol edemeyebiliriz ama onu nasıl algılayacağımıza ya da değerlendireceğimize biz karar veririz” ana fikri babamın da seveceği cinsten diye düşündüm bu konu üstüne kafa yorarken… Prensip olarak tamam da uygulamada zorlanır insan dediğim de çok oldu.

Hayat yolunda giderken kolay tabii böyle davranabilmek diyor insan… Dünyanız altüst olduğunda nasıl kullanacaksınız ama bu algı kozunuzu? Pollyannacılık değil mi bu düpedüz? Çocuk mu kandırıyoruz, siyaha siyah demeli, beyaza beyaz…

İlerleyen yıllarda, tam da kendi hayatım büyük bir testten geçerken benzer sorguları yine çok yakınımda gezer buldum. Yaşamın beni taşıyabileceğimden emin olmadığım bir yük ve hak etmediğimi düşündüğüm bir bedelle sınadığı günlerde her ağzımı açtığımda ya isyan ya da öfke kusuyordum. Daha ne kadar sürecekti bu zorluklar, soluğum yetecek miydi, neyi yanlış yapmıştım da bunlar böyle arka arkaya benim başıma geliyordu?

Bir gün hayat tecrübesi de gönül zenginliği de bana hep ışık olmuş dostlarımdan birine dert yanarken gözlerindeki merhametin hemen yanıbaşında birikmiş kelamı gördüm. Görür görmez de sustum cümlemin ortasında. Sustum ki o söylesin diyeceğini.

Bana yaklaştı dostum. Ellerini omuzlarıma yerleştirdi, bakışlarıyla benimkileri sabitledi ve bir soru soracağım sana dedi: “Olan biteni anlatmayı ve dert etmeyi bırak bir saniyelik. Mutlu olmayı seçiyor musun, onu söyle bana?”

Biraz bocaladım. Sonra dudaklarım kıpırdanmaya başladılar yine: “Mutlu olmak istiyorum ama…” dan girip mutluluğum önündeki engelleri saymaya giriştim. Biraz dinledi, sonra susturdu yine beni. “İstekten bahsetmiyorum” dedi. “Mutlu olmayı seçiyor musun?”

Anlamadım. Daha kötüsü onun beni anlamadığını sandım. O yüzden mutsuzluk yaratan şartları, olayları, insanları saymaya devam ettim. Mutluluğun bir seçim değil sonuç olduğuna inandığım kafa yaşındaydım.

*

2020 Mart ayının ikinci haftası (sonradan korona sürecinin başlangıcı olarak hatırlayacağım günlerde) görevli olarak İzlanda’ya gittim. Havaalanlarının bildik coşkularını kaybetmeye başladıkları, yolcuların gergin ve huzursuz bir suskunluğa büründüğü zamanları yaşıyorduk.

Dönüş yolunda Reykjavik havaalanında Brüksel uçağı için kapıya doğru ilerlerken koridorun piste bakan camlarından birine yazılı birkaç dize gözüme çarptı.  Acelem olduğundan hızlıca okuyup ilerledim.  İki adım sonra başka bir şiirden bir alıntı daha ilişti gözüme… Sonra bir tane daha, bir tane daha…

Şaşırmakla birlikte havaalanlarına şiir katma fikrini çok yakın ve sıcak bulduğumu tahmin edersiniz.  Dizelerin varlığı o koşullarda bile gülümsetmeye yetti beni… İçlerinden biriyse özellikle dokundu içime.  Telefonumu çıkarıp resmini çektim hızlıca.  Sonra da kapıya doğru koşmaya devam ettim.

O sabah insaflı şiddette bir deprem yaşamıştık – artçıların olabileceği söyleniyordu.  Yanardağ hareketliliği konusundaki beklentiler de gündemdeydi. Birkaç saat önce Trump ABD-Avrupa arası uçuşların durdurulacağını duyurmuştu. Her yerde korona riskine karşı ciddi önlemlerin alınacağı, hatta sınırların kapanmasının an/gün meselesi olduğu konuşuluyordu.

O akşam saat 21:00 gibi Brüksel’e indik. Takip eden günlerde ilk ciddi kapanma/karantina süreci başladı.  Ev-market-ekran-yürüyüş döngüsüyle tanıştık hepimiz.

*

Sonraki süreç yaşayacağımıza hiç ihtimal vermediğimiz deneyimlerle buluşturdu bizi. Öyle ya da böyle birçok ilk yaşadık. İstesek de istemesek de sürekli denendik, parçalandık, tekrar yapılandık, yara aldık, umutlandık, kapkaranlıkta çok yalnız ve hatta zaman zaman kaybolmuş hissettik. İnkar ettik, isyan ettik, yok ettik, var ettik, ucu uca ekledik. Değmeden dokunmayı öğrenmeye çalıştık. Dinlemeyi yeniden keşfettik, öze indik, derine daldık, geçmişe gitti ve geldi aklımız sık sık.

Başka asırları, diğer kıtaları, bizim yaşımızdayken anne babamızın ne yaptığını düşündük. Kolay diye bildiklerimiz zor, engelli, şimdilik imkansız oluverdi. Gündelik sandıklarımız bayramlık hatta hayallik oldu. Cepte saydığımız kanatlandı uçtu elimizden. Kesin dediğimiz bir soru işaretine sattı bizi. Güvenceler bulanıklaştı saniyesinde.

“Geçen sene bu zamanlarda…” diye başlayan cümleler bizi çok üzer oldu… “Şu ay geçsin, bu mevsim bitsin, şu köşeyi de dönelim” dedik ama hayatımızdaki bu kördüğüm çözülmek yerine dallanıp budaklandı. Uzun soluğun gerekliliğini kabul ettik sonunda. Şipşak bir çözümü çok ama çok istesek de.

Geleceğin hiç olmadığı kadar bilinmeyen ve detaylı plan yapabilme yetisinin de hayli yıpranmış hissedildiği bu süreç şimdinin değerini de -en zor anlayanımıza bile- çok güzel öğretti sanıyorum.  En direnenimiz dahil hepimiz artık anladık ki bir tek şu an (o da şimdilik) bizim ve onu yaşıyor, paylaşıyor olmak da bir şans. Ötesine, gerisine bakılacak.  Zamanı gelince yaşanacak.

Geçen sene bu zamanlardan ya da seneye bu mevsimden bahis açmak yerine “şimdi ne yapabiliyoruz, şu anı nasıl geçiriyoruz” a odaklanmak daha anlamlı değil mi öyleyse? Babamın da yıllar önce dediği gibi değiştiremeyeceklerimiz için hayıflanmayı bırakmanın zamanı gelmedi mi? Eksiklerimizi, gediklerimizi sıralayıp kendimizi bilerek ve isteyerek mutsuz etmek yerine elimizdekilerle ne yapabiliyoruz ona yönelmek çözüm olamaz mı? Doğru adımları atarak hem kendimize hem sevdiklerimize şifa olmak işe yaramaz mı sizce?

“Ne kaldı ki elimizde?” diye düşünüyor olabilirsiniz. Bence çok şey. Temele, esasa inmekten bahsediyorum dostlar: sevmek en başta, sevdiğini söylemek, hissettirmek, üretmek, yaratmak, oldurmak, paylaşmak, ilham vermek, destek olmak, dinlemek, öğrenmek, keşfetmek, tamir etmek, yoktan var etmek, gönül almak, affettiğini söylemek, pişman olduğunu itiraf etmek, sen haklıydın demek, inadı bırakmak, gereksiz gururdan, anlamsız etiketten kurtulmak, kendi yarattığımız kafeslerden çıkmak, yüzleşmek, gücün/güçsüzlüğün sınırlarını kabul etmek, komşuluk etmek, yarenlik etmek, rehberlik etmek, el vermek, yetiştirmek, orta paydalarımızın sandığımızdan çok olduğunu görmek, ara ara da olsa karşılıksız vermek, birine bir sürpriz yapmak aniden, bir deli şans vermek, kendimize kocaman bir aferin demek, “bayılıyorum sana ne güçlü kadınsın/adamsın, bak nasıl da ayakta kaldın bu dönemde, aslansın sen” demek…

Bunların hepsi ve daha da fazlası gücümüz dahilinde. Aynı yıllar önce arkadaşımın bana hatırlattığı gibi bu yolu seçmek de elimizde.

Ya da? Ya da suçu 2020’ye yükleriz, tüm sorumluluğu da 2021’e teslim ederiz. 31 Aralık’ı 1 Ocak’a bağlayanın kısacık bir dakika olduğunu görmezden gelerek.  “Bu bozuk çıktı” diye bırakın bir yılı, bir günü bile çöpe atma lüksümüz yok oysaki.  Artık öğrenmiş olmamız gerekmez mi aslında?

*

Geçen Mart ayından bu yana İzlanda’ya geri gidemedim ama müzakerelerimiz telekonferanslarla devam ediyor. Çoğu evden çalışan İzlandalı meslektaşlarım arasında bir tanesiyle bu dönemde iyice yakınlaştık. Hlín’le önceleri sadece iş güç konuşurken, zamanla birbirimizi daha yakından tanıdık, özel hayatımızla ilgili detayları da paylaşır olduk.

Ondan İzlanda edebiyatı ve adalıların kitap ve okuma aşkı üstüne çok şey öğrendim. Bana önerdiği yerel yazarların eserlerine daldım ve son derece etkilendim.  Her sene yılbaşı yaklaşırken İzlanda’da yeni kitapların piyasaya çıktığını anlattı bana Hlín. Halkın da büyük bir heyecanla bu dönemi beklediğini ve birbirine yılbaşı hediyesi olarak kitap almanın çok yaygın bir gelenek olduğunu. Kendimi seyahatlere vuramayacağım bir yılbaşı tatili öncesi ben de keşif zevkimi yeni yapıtlarla buluşarak tatmin etmeye karar verdim sayesinde.

Hlín Türk dili ve edebiyatı üstüne de sorular sordu bana. Ben de çiziktirdiğimi söyleyince herhangi bir yazı ya da şiirimin İngilizce veya Fransızca tercümesi var mı diye sordu. Fransızca bir şiirimi yolladım, “sayende paslanmış Fransızcamın tozunu attım” dedi bana telefonda gülerek. Türkçe şiir kitabımın imzalı bir nüshasını da istiyor. İzlanda’da yapacağımız ilk yüz yüze toplantıya getireceğime dair söz verdim.

Biliyorum ikimiz de gözümüzde canlandırdık o resmi ve inandık o anı birlikte yaşayacağımıza. Heves ve hatta iştahla detaylandırdık o buluşmayı.  Bu ortak hayal ikimizin artık ve tam da onun varlığından dolayı, onu birlikte kurduğumuz için, hem daha yakın hem de daha güçlüyüz hayata karşı. Ve o an niye şimdi değil diye paralanmak yerine o görüşmeye kadar kendimize en iyi şekilde nasıl bakarız kısmına odaklanıyoruz hikayenin ikimiz de. O an gelecek biliyorum. Baldan da tatlı yaşanacak geldiğinde.

*

“Kolay gelsin” sözü ve çağrıştırdıkları haftalardır ışıklı bir levha misali yanıp sönüyor kafamda… Aklıma gelenleri Belçikalı bir dostumla paylaşayım derken Fransızcaya nasıl çeviririm bunu diye düşündüm ama bir türlü bulamadım. “İngilizce nasıl derim” dedim, tam dengini yine tutturamadım. Böyle tam karşılıksız ve hafif büyülü kalması da hoşuma gitti biraz niyeyse.

Tercüme üstüne düşünürken o çok sevdiğim “kolay gelsin” dileğinin içinde gizli başka bir anlam da keşfettim sanki. “Biliyorum, hiç de kolay değil bu yaptığın ama dileğim odur ki yaşadıkların sana kolay gelsin” şeklinde açabileceğim bir mesaj. “Aslında hiç de hafife alınacak bir durum olmasa da, sen algını doğru şekillendir, seçimini akıllıca yap ki sana kolay gelsin” diyen bir dost tavsiyesi.

2021 için gerçekçi, samimi ve olumlu bir dilek arayışıma da bir yanıtım var artık. Sizlere 2020 kabahatliydi, 2021 tüm dertlerimize deva olacak diyemiyorum, demem de. Ama dayanıklı iyimserliğimin ve doymaktan çok uzak yaşam iştahımın verdiği güçle ve içtenlikte “kolay gelsin” diyorum hepinize, hepimize.

Brüksel (ve biraz da Reykjavik), Ocak 2021

Not:

Gecen baharda Reykjavik havalimanında çektiğim fotoğraftaki şiir “otların hayatına ve sonsuz ilkbahara inanıyorum” diyor. Alt sağ köşedeki küçük notta “duyurun bunu” yazıyor… Ben de tam da onu yapıyorum işte bunları yazarken. İyi niyetle, inançla ve hayallerime sahip çıkmanın gururuyla.

Seninle zamanımı istiyorum

On seneyi geçmiş Londra’ya gelmeyeli. Uzağında da değildim ama malum vize olayı hem yıldırıyor hem seyahatten soğutuyor insanı. Şehir de değişmiş, ben de. “Hangimiz daha çok?” diye sorarken buluyorum kendimi sık sık. Acaba yeni bir ortak paydada buluşabilecek miyiz?

img_3619

Saint Pancras tren istasyonunda bizi karşılayan eflatun neon ışıklı yerleştirme “seninle zamanımı istiyorum” diyor. Hatta demiyor da haykırıyor sanki. Seçilen renk de el yazısı da dikkat çekici. Trenden az önce inmiş (bir kısmı da tünel yoluyla kıtadan adaya geçmiş) yolcular için ne hoş bir karşılama diye düşünüyorum.

Şehir bu yolla dile geliyor sanki, direkt sizinle konuşuyor. Bununla da kalmıyor; çapkınca göz kırpıyor konuklarına bu davetkar mesajla. Memleketimde görmeye alıştığım “şirin kasabamıza hoşgeldiniz” tarzı sloganlardan oldukça farklı bir selamlama bu. Size bakan, sizinle konuşan yerel yönetimin klişeleşmiş söylemi değil çünkü, adeta şehrin ta kendisi…

Londra da özlemiş beni diye düşünüyorum ister istemez. Ne iyi oldu bak geldiğim. Karşılıklıymış bu özlem; zamanıymış buluşmanın. Valizimi hızlıca otele atıp içine karışayım şehrin.

Öyle de yapıyorum nitekim. Ve ben sokaklarını arşınlamaya başlar başlamaz içimde genişliyor şehir. Adeta sıralıyor tek tek ayrı kaldığımız süre boyunca biriktirdiklerini. Anlatacak o kadar çok hikayesi var ki. Benim de ona aslında; şimdi, tam da şu an ayrımına varıyorum.

Sokaklar hem tanıdık hem sürprizlerle dolu. Bunu bildim tamam deyip ucundan çektiğim ip bazen doğru adrese götürüyor, bazen hayal kırıklığına. Kimi zaman vardığım yer hafızamdaki duyguya sadık, bazense inadına yabancı.

Yine de her adım uçarı, her kavuşma yüksek voltajda heyecan yüklü. Kavurucu anlar sarsmıyor dersem yalan olur; gömdüm sandığım anılar canlanıyor bir bir. Çarpıyor belki evet ama görüyorum ki hepsi bugünkü kimliğime taşımış beni. Selam veriyorlar sanki sağdan soldan; selamı almamak da bize yakışmaz.

Bu meydanı yirmili yaşlarımda keşfetmiştim ilk mesela. Üniversiteler arası bir yarışmayı kazanıp gelmiştim ilk Londra’ya – ışınlanmış gibi hissederek daha çok. Ne hızlı çarpıyordu kalbim keşif çığlıkları atarken.

Sponsor şirket şu karşımdaki tarihi otelde ağırlamıştı bizi. Ömrümde böyle şahane oda ve böyle rahat yatak görmemiştim. Yumuşacık havlulara tekrar tekrar sarılasım vardı.

Otel daha da yaşlanmış elbet görüşmeyeli; onarım diye inliyor. Şık meydansa bizim Ortaköy’ünkine benzer bir dönüşümden geçmiş. Karşı köşede Simit Sarayı açılmış mesela inanmazsınız. İnsan selini özetlemeye de kelime haznem yetmez. Havada hep bir tüketim telaşı; yanık şekerin kokusu kızarmış etinkine karışmış, hatta sinmiş adamakıllı.

Ah şurası da Brüksel’e yerleştikten sonraki hayatımda keşfettiğim bir adres bak. Ama o da ne; ben daha bir özenliydi bu işletme diye anımsıyorum. Bu ne karmaşa, nasıl bir keşmekeş.

Ya şu çok ışıklı lokantaya ne demeli. Zavallı annemi kolundan çektiğimle getirdiğim. Kadıncağız içerideki gürültüden şikayet edince de fena halde bozulup sinirlendiğim. Rahmetli haklıymış diyorum; dayanılacak gibi değil ki buranın havası. Akılsız olan benmişim, ya da belki logo düşkünü.

Şu ana bulvardaki tipsiz modern yapı da az biraz tanıdık geldi ama tam çıkaramadım. Aman Allahım, ilk terfimi alıp bütçeyi doğrultunca kendime ödül diye seçtiğim otel değil mi bu? Hyde Park’a yakın tamam ama onun dışındaki her özelliği yamuk; zevksizmişim vesselam.

Cidden tabi şimdi burada bağlasan durmam. Aynı bütçeyle kalınacak ne hoş yerler var. Daha gözden uzak lakin özenli adresler, daha az turistik ve daha kimlik sahibi mekanlar…

Gülüyorsunuz belki okurken ama aslında çok da kolay değil sindirmek bu gözlemleri. Biri çimdikliyor gibi kalbinizi – öyle ince bir acı, baharat yüklü bir his. Olgunlaşmak dedikleri içinde hep bir büyüme ağrısı da taşımıyor mu sanki? Az yok olmak lazım değil mi yeni keşiflerden önce? Az yer açmak gerek bazen eşikten geçip içeri girmek isteyene.

Londra’nın bu ara sokakları, kuytu köşelerindeki estetik sürprizleri pek hoş ama. Opera binası renovasyon sonrası yepyeni bir ruh bulmuş. Tarihten gelen günümüz gerçeğiyle kenetlenmiş ve tek parça olarak herkesi kucaklamış. İnsanın içindeyken de dışındayken de saatlerce bakıp düşünesi geliyor.

Tiyatrolar yine damar damar, kıpır kıpır. Bin bir küçük kalp gibi atıyorlar. Baştan sona hepsini öğütesim var hala. Fransızca’dan çeviri olan oyunları artık orijinal dilinde izleyebiliyorum diye böbürleniyorum tabii biraz.

Hemen ardından akşam yemeği için seçtiğim lokantada şarap seçerken garsonun Fransız olduğunu ortaya çıkıyor. Onun ana dilinde devam ediyoruz konuşmaya. Hemşerimi bulmuş gibi sevinirken yakalıyorum kendimi. Biraz alaya alıyorum bu halimi ama içten içe gülümsüyorum.

Üç günle bitecek bir şehir değil Londra – benim gibi kilometrelerce yürümeye hazır olsanız da. Tarihi, kültürü, gücü her adımınızda size kendini hatırlatıyor. Elbette muhteşem, elbette eşsiz ama bir şekilde beni kucaklamıyor şehir. Sanki burada olduğun için ne şanslısın diyor hep ziyaretçiye. Ne şanslısın ki sana kapımı açtım.

İster istemez Paris’le kıyaslıyor kafam onu. Paris sokaklarında günün ya da akşamın herhangi bir saatinde yine tek başıma yürürken hissettiklerimi düşünüyorum. Orasının da alçakgönüllülükle alakası yok, hatta izin verirseniz şehir üstünüze çıkar ve hatta tepinir gövdeniz üstünde. Ama aşk, aşk Paris’te her yerde. Belki Londra’da yakalayamadığım da tam da bu işte.

Pazar akşam dönüş için aynı tren garına geldiğimde neon ışıklı sloganı tekrar okuyorum yüksek sesle: “Seninle zamanımı istiyorum”. Bu kez daha farklı yorumluyorum bu mesajı. İşte Londra; ne istediğini bilen, istediğini almaya alışmış, direkt ve talepkar.

Paris Kuzey Garı nasıl karşılardı ziyaretçisini diye düşünüyorum sonra. Sanırım eflatun renk ve neon ışık kullanılmazdı öncelikle. Ve şöyle derdi şehir ona gelenlere: “Seni keşfetmeme izin ver lütfen”.

Diyeceksiniz ki amma da şiirsel. Diyeceğim ki ama bir o kadar da aşk. Diyeceğiz ki onlar olmadan var olan güç hep biraz sevimsiz, hep az topal.

Onlarsız hayat yavan.

Londra – Budapeşte – Brüksel- Paris, Kasım 2019

 

Not: Gardaki yerleştirmenin yaratıcısı sanatçıyla yapılan bir sohbeti okudum. Brexit gündemli adadan Avrupa Birliğine bir mesajmış bu aslında. Brexit karşıtı kesimin sanatsal çığlığı…

 

Çekmeceler

Yıllar önce gittiğim bir konserinde iki şarkı arasında anlatmıştı Sezen: Ne zaman “Adı Bende Saklı” yı söylemeye başlasam salon yana yakıla eşlik eder bana demişti. Öyle böyle değil ama, sanırsınız yürekler yırtılıyor.

Hemen herkesin gizli bir çekmecede sakladığı bir hikayesi olsa gerek demeye getirmişti. O yüzden lütfen kimse tuzum kuru demesin, kusursuzu oynamasın. Az önce inceden inlerken kendinizi ele verdiniz.

Cidden yürek ambarımız kendimizden uzak tutmaya çabaladığımız gerçekler ve sindiremediğimiz yaşanmışlıklarla mı dolu? Yüzleşmedikçe kabarıyor mu katman katman burada biriktirdiklerimiz, yok saydıkça ağırlaşıyorlar mı?

Yaşamak, yoluna gitmek cidden bu kadar zor bir zanaat mı? Yoksa biz mi seçimlerimizle karmaşıklaştırıyoruz gündeliğimizi? Daha dürüst, daha korkusuz (en azından daha az korkulu) davranmak niye bu kadar güç?

Elbette kurallar var.  Çerçeveler ve sınırlar var. Gelenekler, öğretiler. Bizden beklenenler. Bize yakışanlar, yakıştığını düşündüklerimiz.

Ateş böceği ve karıncanın hikayesi beyinlerimize işleyen. Beyaz değilsen siyah mısın gerçekten, çalışkan değilsen tembel? Bir de ölümüne başkalarıyla karşılaştırma, ölçme, değerlendirme düzeni niyeyse normal gösterilen.

Yolumuzu bulmak aslında biraz bu dış sesleri kenara koyabilip kendimizi görmekten ve gördüğümüzü sahiplenmekten geçiyor. Eğrisiyle doğrusuyla. Eksiklerimizi bilerek ama aynı anda gücümüzü de keşfederek yaşayabilmek esas.

Bu uyanış tabii hemencecik gerçekleşmiyor. Ne yazık ki yaş almakla da doğru orantılı gelişmiyor bu süreç. Sırf kendiyle yüzleşmemek adına bir ömrü kaçak geçiren öyle çok insan var ki…

Düşününce ne inanılmaz ve ne yazık diyorsunuz. Bir tek hayatı ve sayılı günü kendini ve istediklerini bilmeden yaşamak akıl almaz bir bilinçsizlik ve savurganlık değil mi? Nasıl felaket reçetesi bir öncelik sıralaması insanı bu tür bir seçime iten?

Derinimize inince keşfedeceklerimizden bu kadar mı korkuyoruz? Çok biriktirdiğimiz için mi? Yoksa nelerden vazgeçtiğimizi görmek hayat karnemizdeki notları gölgeler diye rahatsızız?

Öyle ya da böyle yaşanıyor ama hayat diyecekseniz. Doğru. Yüzeyde pek de ustaca idare ediyoruz hepimiz.

Hasıraltı ettiklerimiz ziyaretimize geliyorlar arada ama. Gece uykularımızı deliniyor bazen. Gülünesi bir dil sürçmesi düşündürüyor. Bir çağrışım sarsıyor, masum bir koku allak bullak etmeye yetiyor.

Bir şekilde başa çıkıyoruz bu hayaletlerle. Günlük hayat koşturması içinde yapılması gerekenler listesine odaklanmışız. Yola devam edebilmek niyeyse hep en önemlisi.

Londra’da bir cuma akşamı. Yeni sahnelenmeye başlanmış ve oldukça da olumlu yorumlar almış bir müzikali izlemeye geldim. Salon ağzına kadar dolu.

Seyircilerin büyük kısmının kadın ve bir kısmının da oldukça genç olduğunu gözlemliyorum oyun başlamadan. Tanıtımda kullanılan “romantik ve müzikal bir komedi” sloganına bağlıyorum bunu biraz. Hani bilirsiniz az Julia Roberts (Pretty Woman okuyun), az Jennifer Lopez (Maid in Manhattan tarzı).

Genç neslin olaya ilgisi de kadroya yakınlarda eklenen ünlü bir vloggerı kanlı canlı görme isteğiyle açıklanabilir belki. Zaten bazıları öyle süslenmişler ki sanırsınız çocuğu izlemeye değil onunla buluşmaya gelmişler. Beklenti yüklü nidalarla şakalaşıyorlar kendi aralarında, heyecan diz boyu.

Açılış sahnesi eğlenceli, aktörler göz alıcı, dekor dinamik. Müzik içine çekiyor, sesler salonu çınlatan cinsten. Şarkı sözleri özenli, orijinal – hatta bir müzikal için oldukça derin.

Hikaye gelişirken bildik romantik komedi çerçevesinin dışında başka temalar da su yüzüne çıkıyor: Psikolojik şiddete maruz kaldığı halde sesini çıkaramayan ve eyleme geçemeyen bir baş kadın karakter var karşımızda. Üstelik akıllı ve sağduyulu biri.

Bu duruma düşmüş olması da, bunu bir kader gibi kabul etmesi de şaşırtıcı geliyor. Hastalıklı ilişkisinde takılmış kalmış. Ölesiye mutsuz ama kurtuluşun elinde olduğunu dahi anlayamamış.

Çekip çeviren, yoktan var eden, sosyal bağları da sağlam bir kadın. Müktedir fakat kendi gücünün farkında değil. Çevresine gösterdiği ilgi ve merhameti kendinden esirgiyor.

Ara ara bu girdaptan çıkmanın hayalini kuruyor kadın. Sonra sarıp sarmalayıp kenara koyuyor bu düşünceleri ve hayatın akışına bırakıyor kendini. Kuma gömüyor başını utanarak kendinden, savruluyor adeta.

Üstüne bir de aşık oluyor yeni birine. Adam da ona. Deliler gibi. Yaşanan duygunun gücü açısından birbirleri için bir ilkler. Başka bir zaman diliminde, farklı şartlarda mükemmel bir ikili olabilirler. Ama şimdi değil, bu hayat düzleminde kesiştiklerine şükretmekle yetinmeliler belki de.

Oyundaki yardımcı karakterlerin de dilemmaları var. Gönlünün dilediğini yapmak yerine kendi deyimleriyle “ortalama mutlulukla” yetinmeyi seçen biraz kaderci, biraz ürkek başka insanlar tanıyoruz. Bazısı bunu gerçekçilik olarak tanımlıyor ve kabulleniyor durumu. Bazısı küçük parantezlerde (kaçamak mı demeli) soluklanıyor, kimisi de bir cesaret bir adım atıyor.

Diyaloglar kadar şarkı sözlerine de yansımış karakterlerin zor seçimleri. Hayatın gençlikte planlandığı gibi gitmemesiyle başa çıkmaya çalışma çabasından bahsediyor hepsi. Ayakta kalmak, yol almak, kimseyi hayal kırıklığına uğratmamak için çırpınırken zamanın geçip gittiğini fark etmenin yürek yükünü anlatmışlar.

Günlerin getirdiği ya da kendilerinin üstlendiği ağırlıklarla yaşayan bu insanlarının bir noktada artık dayanamayıp isyan edişlerini de işlemişler müziğe. Birkaç saatlik de olsa yüzde yüz canlı ve adeta evrenin merkezindeymiş gibi özel hissetme ihtiyacını dile getirmişler. “Kanın damarlarımda engelsiz aktığını hissetmeye ihtiyacım var” diye haykıran karakter düşündürüyor sizi. Aralıksız bir hıçkırık halinde kesik soluklarla mı geçiriyoruz sahiden yeryüzündeki süremizi?

Hikaye geliştikçe içine alıyor beni. Bir yandan da izleyicilerin tepkilerini gözlemliyorum ister istemez. Gençler kıpır kıpırlar ve tabii meşhur vlogger sahneye adımını atar atmaz rock konserindeymiş gibi çığlık çığlığa alkışlıyorlar. Bazen dakikalarca ve çoğu kez içerikten bağımsız olarak.

Çocuk sahneden çekildikten sonra bile bir süre sakinleşemiyor kızlar. Birbirlerine ah ne tatlı / dur kalbim duracak valla tarzı işaretler yapıyorlar. Derken beklenti yüklü o kıpırtıyla genç adamın bir sonraki sahnesine kadar oyuna yeniden bağlanmaya çalışıyorlar.

Daha ileri yaşlardaki seyirciler gençlerin bu haline eğlenerek bakıyor. Bir yandan da bu vlogger çocukta bu denli olay yaratacak ne nitelik var gerçekten diye düşünüyor gibiler. Ben biraz imreniyorum gençlere. İlkokuldayken Tarık Akan’a aşıktım diye hatırlıyorum; ama adamı sahnede görsem bırakın hayranlığımı böylesine açık etmeyi muhtemelen heyecandan düşer bayılırdım diye geçiriyorum aklımdan.

Orta yaş grubundaki izleyiciler oyunun özüne kaptırdılar kendilerini. Karakterlerin hayat tıkanıklıklarından çıkmak için cesur adımlar atmalarını umuyorlar belli. Kalıpları kırdıkları sahneler bir oh nihayet rahatlaması yaratıyor. Çizgi dışı delilikleri anlayışlı ve sevecen kahkahalara sarılıp sarmalanıyor.

Müzikalin baş kadın oyuncusu ona duygusal işkence yapan işe yaramaz adamı püskürttü sonunda hayatından. Söylenmesi gereken her şeyi söyledi yüzüne en esaslı sözcükler ve içinde kuşku kırıntısı barındırmayan bir ses tonuyla.

Aşık olduğu adama gelince, ona da veda etti kadın bu kez yumuşacık. Ona yaşattıkları için teşekkür ederek. Sayesinde tattıkları önceden varlığından haberdar bile olmadığı hislerdi çünkü. O hislerde önce bocalamış ama sonunda büyümüştü.

Tam olmazsa hiç olmasın diyordu artık kalbi. Adama da aynen bunu dedi. Kendine yakışanı yaşamaya karar vermişti bundan böyle. Eksiği, yamalıyı, delik deşiği değil.

İlk adamdan ayrılış sahnesinde güçlü bir alkış koptu salonda. İkinci adamla vedada inledi salon. Bildik romantik komedi finallerine hiç benzemeyen başka türlü bir mutlu sonu destekledi seyirci.

Kim bilir kaç Adı Bende Saklı hatırası yanıp söndü zihinlerde perde inerken. Varlığını unutmaya çalıştığımız bazı çekmeceler açıldı yüreklerde. Karıştı biraz içleri ama bir gayret kapatmaya yeltendik hepsini gerisin geri.

Bazıları dirençli çıktı. Onlar biraz aralık kaldı…

img_0565 

 Londra- Brüksel, Ekim 2019

Yürek boşaltmak

Geçen gün konuşurken dertli değilim dedin. Sadece sakinim. Hiç olmadığım kadar sakinim dedin. Sakinliği suskunluğa, o ikisini de derde dayadın ya bir çırpıda, düşündüm ister istemez.

Ses ve hareket ne ara kankası oldu canlılığın? Yerinde duramamak iyi hissetme belirtisine dönüştü algımızda? Aynı anda en çok işi en fazlasından yapmak hedef oldu toptan hepimize?

Bazı koşuşlar kaçış mı bilen yok. Sorgulamak abes. Oysa belki sonumuz çokça boş konuşmaktan ya da fazla koşmaktan gelecek.

O gitti, bu gitti, ev insansız kaldı dedin sonra. Çok sessiz. Teklik her seferinde yalnızlığı koluna takıp gelecek hesabındaydın sanki, şaşırdım. Sessizlik güzeldir aslında dedim. İnsan kendini duyar. Dinlersen seversin.

Düşün sahi şöyle bir, en son ne zaman sadece dinledin? Yağmurun sesini, sokağın senfonisini, çocuğun az önce uydurup anlattığı masalı tek hece kaçırmadan dinledin? En son ne zaman cankulağıyla ve baştan sona dinledin? En son ne zaman yüreğinle dinledin?

Diyeceksin ki ne alaka? Diyeceğim ki işin özü bu. Hepsi en içerden doğuyor. Ölü ya da diri. Kendini duymayan ıskalıyor yaşamı. Derken ondan tamamen vazgeçiyor.

Diyeceğim o ki yüreklerimiz ağırlaşıyor bazen. Boşaltmak zor değil. Kulağa ve karara bakıyor. Kaçak oynayan ağırlaştığıyla, ağırlaştırdığıyla kalıyor.

Konuşurken gözlerimde kal o yüzden. Kal ki bileyim. Zamanın akışı elimizde değil. Şu anın hesabıysa bizden sorulur. Keşkeleri yormayalım derim.

Brüksel, Ocak 2019

Bir insan, yüz dokuz kişi, üç sıfat…

Nereden yola çıktım?

Bir hafta önceydi. Terör eylemleri, Türkiye’deki darbe girişimi, saklı savaşı düşündüren gelişmeler gündemin göbeğine çökmüştü.  Çocukluğumdan bildiğim bayram kutlamaları, havaalanlarının heyecanı, başımı omzuna yaslamak istediğim değerler bir sis bulutunun arkasındaydı.

Yüreğim geçen pazartesi güneş batarken bir garip ağırlaştı.  Zor kullanılmadıkça mutfağa girmeyen kişiliğim o akşam saat onda teyzemin tarifini ve aylar önce alınmış ama henüz eli elime değmemiş yeni nesil düdüklü tencereyi kullanarak zeytinyağlı fasulye pişirmeye karar verdi.  Hayırdır inşallah deyip soğanları doğramaya giriştim.

Brüksel o günlerde alışık olmadığımız bir sıcak yaşıyordu. Terasımdaki ortancalar bile ağız birliğiyle şikayetçiydi. Benden bir okyanus ve bir kıta ötedeki dostumla çağın posta kutusu whats up’tan yazışıyorduk paralelde. Niye bilmem (cidden bilmiyorum) bana beni tanımladığını düşündüğü üç sıfat yollamasını istedim ondan. Öylesine.

Yolladı da ikiletmeden. Fasulyeyi terletirken kafamda gezdirdim o sözcükleri.  Düşündürdüler beni, oyaladılar. Birkaç kişiye daha mı sorsam dedim, egzersiz niyetine.

Fasulye kavrulmaya dursun dostum bir mesaj daha atıp hangi sıfatı niye seçtiğini anlattı.  Üç kelime bu açıklamalarla bambaşka bir anlam bulmuştu.  Kafam düşüncelere daldı.

Ertesi sabah uyandığımda karar verilmişti: Birkaç kişiye daha sormam gerekiyordu bu soruyu, hem de acilen.  Bir telaş sokağa attım kendimi.  Niye bu kadar heyecan yaptığımı da anlamadım aslında; sanırım sadece dünya halinden bir kaçış, bir mola ihtiyacıydı bu hevesi tetikleyen.

Nasıl olgunlaştı fikir?

O ivmeyle çevremdeki birkaç kişiye sordum hemen: Beni düşününce ilk aklınıza gelen üç sıfatı (çok da ince eleyip sık dokumadan) sıralar mısınız lütfen?

Gelen tepkiler çok geçmeden öylesine renkli ve eğlenceli bir hal aldı ki günün sonunda bu zararsız soruyu algı üstüne ufak bir deneye dönüştürmeye karar verdim.

Kendime bu araştırma ve takibindeki analiz için bir hafta (uzarsa sakıza döner ve büyü bozulur çünkü) zaman verdim. Yaklaşık yüz kişiye ulaşmayı hedefleyen bir çerçeve çizdim. Ve başladım sormaya…

Kimlere sordum?

Baştan söyleyeyim, elbette ki bu bilimsel bir araştırma değil. Rastgele bir grup seçmedim, istatistiksel analizler yapmayı amaçlamadım. Objektifi aramıyorum.  Merakımın peşinden gitme hakkımı kullanıyorum, biraz da ruhumu oyalıyorum – hepsi bu.

Dolayısıyla belirlediğim yaklaşık yüz kişi (sonuç olarak yüz dokuz – yuvarlak rakamları gereksiz yere yorduğumuzu düşünüyorum)  içimden geldiği gibi seçtiğim insanlar. En genci yedi yaşında, en olgunu yetmişi geride bırakmış. Eşit sayıda olmasa da yakın oranda kadınlar ve erkekler.

Belli gruplar vardı tabii kafamda en başta; onları adil bir biçimde katmak istedim karışıma: Ailem (ve elinde büyüdüklerim), çocukluk arkadaşlarım, üniversite grubum,  hocalarım (okulda ve hayatta), yakın dostlarım (uzun bir geçmişi paylaştığım), iş arkadaşlarım, genç dostlarım (benden on, yirmi, hatta kırk yaş küçükler), tanışıklıkla başlayıp yakınıma gelenler (servis sektöründe satıcı-müşteri ilişkisiyle başlayan güzel hikayelerimin kahramanları).

On sekiz memleketin vatandaşını kapsıyor şu anda katılımcılar.  Değişik kültürleri dahil etmek için özel bir çaba gösterdim elbet, bunun önemli olduğunu düşünüyorum.  Sıfatlar üç dilde (Türkçe, İngilizce, Fransızca) verilebiliyor. İstenirse her sıfat için ayrı dil de kullanılabiliyor.

Diğer yandan, bu deneyin belli sınırları da var haliyle. Aile dediysem ailemin her bireyine sormadım tabii ki. Bütün dostlarıma, tüm hocalarıma ulaşmaya çalışmadım. Ait olduğu grubu temsil ettiğini düşündüğüm bir avuç insana sordum.

Bazen, itiraf ediyorum, yanıtını merak ettiğim kişileri seçtim. Özellikle beni sevdiğini düşündüklerime (yani değerlendirmesi çantada keklik olanlara) yönelmedim illa ki. Hatta hazır mazeretim varken değerlendirmesinden korktuklarıma da sordum.

Kimlere sormadım?

Kendime bu deney için verdiğim bir haftalık süre içinde ulaşamayacağımdan emin olduklarıma sormadım.  Bu aralar şu ya da bu nedenden dolayı işi, derdi, yükü başından aşkınlara rahatsızlık veririm çekincesiyle sormadım. Son zamanlarda ikili ilişkimizde sıradışı bir durum yaşadığımız kişileri de bu deneyin dışında bırakmayı tercih ettim.

Kafamda ilkin ve vardı?

Şu sorulara yanıt arıyordum başlangıçta:

Bildiğim ben ve dışarıdan görülen ben birbirinden farklı mı?

Ayrı ortamlarda başka yüzlerimi mi gösteriyorum? (Kuaförümün, ailemin, patronumun ve arkadaşımın oğlunun gördüğü Deniz farklı mı? Aynı mı?) Katılımcılar tanıştığımız çerçeveye uygun şekilde mi sıralayacak sıfatları? (Eski dostlar içimi okuyacak, aile şefkat dolu olacak, eski aşklar nostaljik, belki kırgın, çocuk katılımcılar saf, servis sektöründen tanıdıklarım daha çok dış görünüşe odaklı, iş arkadaşlarım ofis ortamında öne çıkan özelliklere sadık…)

Kendi kafamda sıraladığım on kadar özelliğin  her biri en az bir kişi tarafından (şu ya da bu sıfatla) listelenecek mi?

En öne çıkanlar hangileri?

Umulmadık sıfatlar duyacak mıyım?

Nasıl sordum?

Aynı  şehirde yaşadıklarıma mümkün olduğunca yüz yüzeyken sordum. Huzursuzluk işareti gösterenlere şu anda söylemek zorunda değilsin, bana daha sonrasında geri dönebilirsin dedim. Uzaktakilere sms/email yoluyla ulaştım.

Katılımcılara mümkün olduğunca bire bir yaklaşmayı seçtim soruyu sorarken.  Bir açılış yaptım öncesinde.  Bunun algıyla ilgili masum bir proje, kendimim de denek olduğunu belirttim.  Üç kelimenin illa ki sıfat olması konusunda ısrar ettim.

Bana özellikle sorulmadıkça projenin amacıyla ilgili açıklama yapmaktan kaçındım.  İş arkadaşlarıma bunun CV ya da performans ölçümüyle bir ilgisi olmadığını açıkça anlattım ama. Üç yetmez diye yakınanlara ilk üçün önemli olduğunu ama kendilerini rahat hissedeceklerse daha fazla sıfat da kullanabileceklerini  söyledim.

Nasıl yanıtladılar?

Ulaştığım grup içinde bir kişi dışında katılmayı kabul etmeyen kimse olmadı.  Bir kişi “ben bu testi biliyorum, bir kitapta okumuştum” diyecek oldu. “Valla ben kitaptan okumadım, öylesine aklıma geldi, sakın kitapta yazanları anlatma bana şimdi” diye tembihledim onu. Bitiminde soracağım ama.

Üç dört kişi dışında herkes (biraz düşünüp sana geri döneyim deyip) görüşünü yazılı olarak bildirdi.  Bir kişi (beni sadece kırk beş dakikadır tanıyordu) arkadaşıyla bu deneyle ilgili konuşmamıza kulak misafiri olup katılmak için izin istedi. Ardından da gözümün içine baka baka kendimi saydam hissettiren o üç sıfatı bir solukta sıraladı.

Katılımcıların büyük bir bölümü anında, bir saat, en geç bir gün içinde geri dönüş yaptı.  Bir kısmı sorgusuz, sualsiz üç sıfat yazdı.  Fazlasını verenler, parantez içinde her sıfatı tek tek açıklayanlar çoğunluktaydı.

Çok küçük bir grup katılımcı sonuçlar anonim mi kalacak diye sordu.  Bu konudaki güvencelerimi dinledikten sonra yanıtlarını paylaştılar. Biri başkası bilmese ne olur, sen bileceksin artık dedi.  Yine de cevap verdi.

İki kişi deneyin sonucunun anlamını sorguladı.  Olayın sübjektif yanı ve yanıtlayanların kalp kırmamak uğruna sadece olumlu yönlere odaklanma ihtimalini masaya yatırdı.  Haklısınız dedim,  bunların bilincindeyim. İyiyi söylemeye eğilimli olabilir katılımcılar ama gerçek olmayanı da söylemezler diye düşünüyorum. Bu yüzden sonuna kadar götüreceğim bu projeyi. Biri katıldı, öteki çekimser kaldı.

Tek bir kişi “peki sen de bana söyle benimle ilgili üç sıfat” dedi sonrasında. Sıraladım aklıma gelenleri, biraz da nedenini açıklayarak. Bir kişiye de o sormadığı halde söyledim o üç kelimeyi, duymanın ona iyi geleceğini düşündüğüm için.

Bazıları cevaplarıyla beni hayal kırıklığına uğratmaktan çekindiklerini söylediler.  Oldu mu, tamam mı, kızdın mı diye sordular ardından. Niyeyse dört dörtlük yapamamaktan korktular.  Bu kişilerin hepsinin de hem yaş, hem mevki açısından ilerimde olmaları  dikkatimi çekti.

Kimi katılımcılar (özellikle yukarıda anlattığım servis sektöründe tanıştıklarım) bir gelişimin hikayesini anlattılar üç sıfatla: Seni ilk gördüğümde bunu gözlemledim, sonra sende şunu buldum, ve sonrası için sezdiğim budur şeklinde.

Bazıları akıllarına gelen isim ve fiilleri sıfata çevirmekte biraz yardım aldı. Üç kişi (birbirlerini tanımıyorlar) aynı isimde diretti ve o isimden türettiğim tüm sıfatları reddettiler.  Sıfat hali değilsin ama o ad sensin dediler.  İsim vurucuydu. Bu ısrar da. Kabul ettim.

Bir kişi de üç sözcüklü bir cümle kurdu.  İşte busun dedi.  Bu benim yakın zamanda biraz da espriyle karışık kullandığım bir tümceydi. Şaka yapıyor sandım önce. Sonra kendi ağzımdan çıkan o üç kelimeyi öyle bir yorumladı ki bana neredeyse hece hece, gözlerim doldu.  Mest oldum.  Bu cevabı da kabul ettim.

İçerikten ne öğrendim?

Deney öncesinde kafamda sıraladığım bütün özelliklerim en az bir, çoğunluk birçok kere sıralandı.

Kullanılan sıfatların çeşitliliği, inceliği ve derinliği etkileyiciydi.  Kimsenin çalakalem yazmadığından eminim.  Bu özeni hissetmek bana çok iyi geldi.

Ayrıca, anladım ki deneye dahil olan farklı gruplardan katılımcılar üç aşağı beş yukarı aynı insandan bahsediyorlar. Ve ben aynaya baktığımda bu insanı görüyorum.  Hoş bir his bu.

Beni olumlu anlamda şaşırtan sıfatlar çoğunluktaydı – belki insanlar güzel haber vermeyi seçtiklerinden.  Önce hadi canım, nasıl yani, az abartmışlar diye kenara koyduklarımı zaman içinde özümsedim. Beni haberdar edenlere minnet borçluyum.

Grupların algıları konusundaki açılış tezlerimde tamamen çuvalladım: Çocukların sezgilerinin gücü, servis sektöründe doğan dostluklarımın kahramanlarının cuk oturan analizleri, evraktan değil de yürekten bahsetmeyi tercih eden iş arkadaşlarım neyse ki utandırdılar beni.  Eski gönül yaralarım kadın değil insan kimliğimi vurguladılar seçtikleri sıfatlarla. Çocukların cömertliğine aşık oldum.

Aynı zamanda bir kez daha anladım ki algı sadece gözlemle bağlantılı değil. Algının göbeğinde algılayan da var. Yanıtlarda katılımcının bir parçası gizli; ilgi alanları, tarzı, öncelikleri.  Bu çerçevede bu deney sayesinde ne denli renkli, ışıltılı ve kaliteli insanlarla çevrili yaşadığımın farkına vardım yeniden.

Sıralanan sıfatlarda katılımcının denekle ilişkisine dair işaretler de görüyorsunuz elbette.  Bazı kelimeleri kullanmak ortak bir yaşamışlık gerektiriyor.  Dolayısıyla her üç sıfatta en az iki hayat ve paylaşılmış bir hikaye gizli.  Anması bile keyifli maceralarımız olmuş, ne mutlu.

Kural tanımazlara dönersek:  Üç kişi tarafından kimliğim olarak seçilen ve inatla savunulan o isim içime yer etti.  Beni benden fazla tanıyanların olduğunu düşündüren o cümle de. Bu vesileyle kişiliğimin yanı sıra yaşamım da özetlenmiş  oldu.

Süreçten ne öğrendim?

Sanırım egzersizin macerası içeriğini sollayıp geçti. Bu yüz dokuz kişiye en sevdikleri üç meyveyi ya da üç şehri de sorabilirdim herhalde.  Araştırma sürecinde yaşananlar hikayenin aslını oluşturdu.

Şu sayılı gün içinde yüzü aşkın insanla iletişim kurmak zaten başlı başına doyurucu bir deneyim. Yeşil fasulyeyle başlayan bu deney sayesinde uzaktakilerden haber aldım, yakınımdakilere başka gözle baktım.  Bu mazeretle konuşmaya ya da yazışmaya başlayıp ardından başka konularda haberler ve görüşler paylaştık.  Yakın zamanda buluşmak için somut planlar yaptık.

Arada müthiş dedikodular duydum, son gelişmelerden haberdar oldum. Bazı katılımcılarla karşılıklı adres ve telefon bilgilerimizi güncelledik bu sayede.  Bir vefat haberi de aldım ne yazık ki ama en azından başın sağ olsun diyebildim arkadaşıma.

Bir kişi detaylı bir psikanaliz seansına soktu beni laf lafı açınca.  İkisiyle beyin fırtınasına yakın bir egzersize ışınlandık.  Biri çocuklarının resmini yolladı hazır eli değmişken, öteki ‘dur annemden de isteyeyim üç sıfat’‘ deyince teyzemizin de halini hatırını sormuş olduk.

Cevap vermemeyi seçen dostumla projenin anlamı ya da anlamsızlığı üstüne yaptığımız yazışma tadından yenmez.  Sonunda ben ona gıcık (gülerek), o bana sevimli (kinayeli) dediğimizle kaldık.  Ondan duyup duyabileceğim tek sıfat da bu oldu fakat her turlu sahtelikten uzak biri olduğunu deneyle sabitledim.

Brüksel’de iş ortamında tanıdığım bir arkadaş kendi değerlendirmesini teslim ettikten sonra araştırmayla ilgili konuşmaya geldi.  Süreç üstüne bazı detaylı sorular sordu, açıklamalarımı dinledi. Sonra da: “yaptığın deney ve onu yapış şeklin bile seni öyle güzel tanımlıyor ki…” deyip gitti.

Yeşil fasulyenin üstünden bir hafta geçti. Bu süreçte yaşadıklarımın ışığında yere daha sağlam basıyorum bugün.  Bilimsel olmayan deneyimin yanlı çıkarımları iyi geldi bana.

Görülmüş, işitilmiş ve anlaşılmış olduğumu düşünüyorum.  Hatta beni bana anlatacak kadar iyi bilenler var aranızda. Paylaşımımız zenginleştirici, yüreklendirici ve besleyici.

İlham almışım, ilham vermişim. Bazen susarak, bazen bağırarak duyurmuşum sesimi. Dokunmuşum, az ya da çok. Var olmuşum.

Şanslıyım.

Kıssadan hisse

Sanırım bu gerçek hiç değişmiyor – yolculuğun kazandırdıkları her seferinde hedeften baskın çıkıyor.

Yüreğimizin en derinine ve birbirimizin gözünün içine  bakmaya devam edecek cesarete bağlı bence her şey. Acıtsa da. Ara ara fena halde zor, can sıkıcı, yürek kavurucu olsa da.

Cesur, dürüst ve iletişim içinde olduğumuz sürece güçlüyüz. İnsanız. Biziz.

Dünya hali, bize azınlık olduğumuzu empoze etmeye çalışan zorbalık, kendine benzemeyeni düşman gören dar görüş ve şiddet hala yanı başımızda.  Ama biz de buradayız. Yıllar, kıtalar, yaşlar, diller ötesinden buradayız.

Cesur, dürüst ve iletişim içinde olduğumuz sürece güçlüyüz.  Az değiliz, çoğuz. Bunu bir anlasak daha da çoğuz…

 

confiance

 

Paris, Temmuz 2016

 

Paris, bugün…

Ayda bir kez iki gün, bir gece geçiriyorum Paris’te. Ruhumu beslediği için, bana tarihin ve sanatın gücünü unutturmadığı için. Bakmaya doyamadığım bir şehir bu; kendimi sokaklarına bıraktığım koşulsuz. Aşka çok benzetiyorum teslimiyetimi.

Geçen ay Paris’e vardığım gün Ankara’da bombalar patladı. Doğduğum şehre tanımadığım güçlerin hakim oluşunu izlerken en derinimden ürperdim. İsyan deyin buna isterseniz, öfke deyin kırmızı, kara keder deyin. Çaresizlik demeyin ama nolur; nefes aldığımız sürece çaresiz değiliz.

Dün sabah erken vardım Paris’e. Cuma sabah işe gitme telaşındaki yetişkinler ve okula koşan gençlerle aynı havayı soludum metroda. Lüksemburg bahçelerine komşu otelime yerleştim. Daracık terasından çatılarına yandığım bu şehre baktım. Aşkla yaratılmış, aşk için yapılmış ve aşkla korunmuş.

Lüksemburg bahçeleri her mevsim ayrı güzel. Sonbaharı krizantemlere bezenmiş. Yüzyıllık vazolar tazecik çiçekleri yeşertiyor koyunlarında. Morlar sarılara replik veriyor.

Bahçeye komşu müzede Fragonard sergisi var. Aklıma yazıyorum. Bugün hava güzelken yolları arşınlayayım, yarın kahvaltıdan sonra gelirim diyerek…

Sevimli bir dükkanın önünden geçiyorum az ileride. El emeği ürünleri var, özgün, samimi tasarımlar. Yaratıcılığın sınırı yok bu şehirde ve sanki her malın bir alıcısı var.

Saint Germain-Alma hattını yürüyorum akşamüstü tiyatro yolunda. Işıl ışıl kent bu ılık Kasım akşamında. Tiyatroya komşu kafede bir kadeh şarap içiyorum; bir yanda meraklı ve şaşkın turistler, diğer yanda iş çıkışı hafta sonunu karşılayan yorgun yetişkinler. Alelade bir cuma … sanıyorum…

Molière ödüllü piyes antraksız bir buçuk saat sürüyor. Soluksuz izliyorum altı eşsiz oyuncunun üç asrı kapsayan bir süreçte geçen değişik ama bağlantılı olayları kesintisiz bir akış içinde yansıtmalarını. “Hayat bir çizgi değil, bir daire” diyor anlatıcı…

Oyun çıkışında tiyatro seyircisin bir kısmıyla beraber yakındaki otobüs durağında bekliyorum. Kültürlü ve özenli bu grup ilgimi çekiyor. Prada çantalı hanımlar, takım elbiseli beyler hiç de gocunmadan otobüse binip sol yakadaki evlerine geçiyorlar. Yol boyu usul usul oyun hakkında konuşuyorlar aralarında.

Odeon durağında inip otele giden yokuşu çıkarken St Germain atmosferinde hiç bir anormallik sezmiyorum. Aynı kalabalık, aynı coşkulu cümbüş ve hayat! Odeon tiyatrosunun çatısına “dünya senin” yazmışlar.

Neon ışıklı panonun resmini çekerken yan kaldırımdaki polislerin güvenlik önlemleriyle ilgili konuştuğunu duyuyorum. Beş dakika kadar sonra otele varıp internete bağlandığımda ardı ardına gelen “iyi misin?” mesajlarından şüphelenip haberlere bakıyorum.

O zaman tüm çirkin çıplaklığıyla önüme seriliyor saldırılar. Nefes alamıyorum. Terasa atıyorum kendimi. Eiffel kulesi ışıklı elbisesinde yanıp sönüyor, Sacre Coeur kilisesi geçen ve gelecek yıllara meydan okurcasına beyaz giymeye devam ediyor. Renovasyonu tamamlanmış St Sulpice’in sütunlarına dayıyorum kırılgan gövdemi.

Bu kadar kin hangi ara birikti bilmiyorum. Ölümlü dünyanın zaten yeterince sınırlı çerçevesinde birbirimizden nasıl bu denli uzaklaştık? Terörün dini yok yazmış arkadaşlarım sosyal medyada, doğru.

Bugün bu olağanüstü şehrin müzeleri kapalı. Müzelerinin önünde kuyruklar olan bir kent için bir arter tıkanıklığı bu. Dün önünden geçtiğim orijinal tasarım dolu dükkan olağanüstü şartlar yüzünden kapalı. Öldüler mi cenazedeler mi diye düşünüyor insan.

Okuyanların aklına gelir mi bilmiyorum ama rica ediyorum “bize olurken” lere, “onlar da ama” lara girmeyelim. Başımıza ne geliyorsa o küçük hesaplardan geliyor. İnsanlar vardılar dün, şimdi yok oldular. Kurtulanlar da yaşadıklarının iziyle kaldı.

Otel resepsiyonu sabahtan beri iptal edilen rezervasyonlarla uğraşıyor. Şehirden erken ayrılmak için çırpınalar var etrafımda. Bazıları için Paris’in modası da büyüsü de kaçtı.

Ben şu anda Meclis’in arkasındaki meydandaki kafede Fransız bayraklarına ve askerlere karşı oturuyorum. Benim de miniskül direnişim bu sanırım… Kaderci yanım atın ölümü arpadan olsun diyor.

Bilmiyorum hangisi daha korkunç: en yakınının insanın canını acıtması mı yoksa ömründe görmediğimiz birinin kininden kurşunlanmak mı? İkisi de ayrı yakar diyeceksiniz, doğru. Ancak şanslıyım ki bu şehir bana soğukkanlılıkla ve kendim kalarak direnmeyi öğretti…

Hayat bir çizgi değil de bir daireyse gerçekten, sıramız gelecek eminin. Elimizi de o zaman oynayacağız işte. Aradaki zamanda da dünya bizim olmaya devam edecek, en karanlık anda da, gün aydınlanırken de.

Rüyalarımızın dokunulmazlığı geleceğimizin garantisi. Bırakın kirli eller sığınsın eldivenlerinin kuytusuna.

Sacre Cœur kilisesi haklı; ben beyaz giymekten vazgeçmeyeceğim sırf sokaklar zift koktu diye.

IMG_3443

Paris, Kasım 2015

Aşk mı Özen mi?

İnsanoğlu aşk sever. İster ki, aklı başından alınsın, ayağı yerden kesilsin, dünya umurunda olmasın bir zaman. İster ki, bir çift göze baktığıyla doysun, iki saatlik uykuyla ışıldasın. Sebepsiz yere etrafına neşe ve bereket saçsın. 

 

İster ki, aşk baskın gibi sarsın da sağı solu, nereden geldiğini unutsun, nereye gittiğini sorgulamayı bıraksın. Sadece olsun. Neyse o olsun. 

 

İnsan ister ki, oradayken görülsün, değilken düşünülsün.  Seçilen, övülen, hararetle özlenen o olsun. Birisinin mutlak önceliği olsun.

 

Aşk güzel. Aşk deli. Koşulsuz, kuralsız ve kendiliğinden. Ne gelirken haber ediyor, ne terk ederken.

 

Aşkta özen çabasız, kendiliğinden. Bütün hücrelerimiz aynı kişiden beslenirken elbette ki o çağırınca gidiyor, o isteyince yapıyoruz. Onun hoşuna gideni biz de anında seviyoruz.

 

Aşk başa gelince seve seve ve aksi mümkün olmadığı için yaşanıyor. Yaşanırken de kayboluyor geçmiş, yarın belki tufan ama kimin umurunda? Tek zaman var; o da şimdiki zaman.  

 

Bu süreçteki varoluş deneyimi tamamen sıra dışı, mucizevi.  Bildik başka yaşamışlıklara benzemiyor hiç. Lakin aşkın soluğu kesiliverdiğinde birdenbire ve canice duruyor o akış. Neye uğradığımızı şaşırıyoruz.

 

Yeni bir karar anı şimdi; içimizdekiyle yüzleşme zamanı: Ya bitkin aşkımızın bitişini kabullenip sevgiyi bağrımıza basacağız.  Ya da ibreyi sıfırlayıp anında başka bir aşk peşinde koşmaya koyulacağız.

 

Aşk üstüne aşk seçen çok elbet.  Yerine koymak yerine, başlangıca dönmeyi yeğleyen. Ancak çoğumuz er ya da geç duruluyoruz.  Bir noktada birinde karar kılıp kampı orada kuruyoruz.

 

Diyeceksiniz ki nesi var sevginin? Akıllı, uslu ve saygıdeğer değil mi? Edepli, ölçülü ve güvenilir değil mi?  Koruyan, kollayan, yarı yolda bırakmayan o değil mi?

 

Haklısınız. Aşk uçurumsa, sevgi paraşüt. Aşk yamaç paraşütüyse, sevgi hızlı tren. Aşk yüksek tansiyonsa, sevgi nane limon. Aşk fişekse, sevgi ocak.

 

Bu haliyle sevgi bir yaşam boyu aşk ve tutku arasında sıkışıp kalmış bir ortanca kardeşi anımsatıyor bana. Büyüğünün gölgesinde kalıyor yıllarca, küçüğünün cazibesini kıskanıyor inceden.  Malum büyüğün destanını tarih belgelemiş.  Küçükse başlı başına bir olgu; düz yazıyı zorlar, şiiri deler geçer.

 

Sevgi onlar kadar iddialı değil evet, ama samimi. Sevgi durgun ve bilinçli. Sevgi düşünmüş, taşınmış, hazmetmiş. 

 

Yalnız laf aramızda, biraz hesapçı kendisi. Çok mu verdim diyor. Hep ben mi evet dedim diye sorguluyor ikide bir.  Kendi yaşadığını başkalarınınkiyle kıyaslıyor.  Ölçüp biçmeye dalıyor zamanla.

 

Sevgi tanımlıyor, tartıyor, değerlendiriyor. Geleceğe yansıtıyor, planlıyor. Özenle desteklenmeyen sevgi yaş almasına rağmen ne yapsa hep biraz eksik, biraz toy kalıyor.

 

Sevgi baki olsa da özensiz bırakıldığında dilsizleşiyor. Evcil, edilgen ve soluk bir kavrama dönüşüyor. Oracıkta duruyor ama hiçbir işe yaramıyor.

 

Hızın, acelenin ve aynı anda birçok işi halledebilme yetisinin günlük ekmeğimiz haline geldiği bir yaşam tarzında özen de ne yazık ki güme gidiyor bazen.  Dinamik dünyamızda geceden sabaha mantar gibi biten öncelikler arasında kenara itiliveriyor, bir türlü sırası gelmiyor bazen.  Nasılsa ceptedir diye garantiye alınmış sanılan sevgi de soluksuz kalıyor günün birinde.

 

Sevgi sessizleştikçe içinde saklı olan mesaj da karşı tarafa geçemiyor bir türlü. Hala umurumdasın, hala seninle doluyum diyoruz belki içimizden gece gündüz. Ne var ki o bilmiyor, çünkü ne satır aralarında işitiyor, ne de davranışlarda gözlemliyor o itinayı.

 

Sevgi dilsizleşince seven de sevilen de kendi karanlığına gömülüyor. İletişim teklediğinde aradaki bağ da gevşiyor.  Bizin tanımı gün be gün değişirken çok acımasız bir kimlik karmaşasında buluyoruz kendimizi.  Çiftin sınırı bireyinkini sınıyor.

 

Değer verdiğimiz ortak anılar netliklerini yitiriyorlar hafızamızda. Hakkıyla anımsayamamaktan korkuyoruz artık onları.  Bir zamanlarki halimiz öylesine uzak, öylesine yabancı.  Eski biz bir çekmecede unutulmuş ve artık tedavülden kalkmış bir banknot kadar yorgun. İşlevsiz, andan kopuk, beklentisiz. 

 

Bulanıklaşan, silinmeye yüz tutan anıların yerine yenilerini koyamıyoruz.  Ağırlıkları yok yenilerinin, tek boyutlular, duruşları donuk.  Eksiliyoruz haliyle.  Kirli kan bedende dolanıp duruyor. Arınamıyoruz bir türlü.

 

Zaman en iyi bildiği işi yapıyor o sırada; akıyor üstümüzden. Üstümüzü örtüyor o battal susmalar.  Dikkat edememe, görememe halimiz. Sahte öncelikler peşinde koşan müsveddemiz.  Tüm iyi niyetimize rağmen gömülüyoruz azar azar.

 

Uğruna savaşmadığımız için sönüyor sevgimiz. Özen göstermediğimiz için geçiyor son kullanma tarihimiz. Israrla tüketmeye devam ettikçe de adamakıllı zehirleniyoruz.

 

  

IMG_2324

 

Brüksel, Mayıs 2015

Güzeli övmek niye bu kadar zor?

Muavin

Yıllar önce bir gün annem ve yengem Ankara’dan Konya Ereğli’ye otobüsle seyahat ederken çok yaman bir muavine denk gelmişler.  Bu son derece iyi niyetli ve becerikli genç 3-4 numarada oturan bu süslü hanımlara hizmette kusur etmediği gibi, özeni ve güleryüzüyle bizimkilerin gönlünü fethetmiş.  Yolculukları da sohbetleri de bu sayede canlanmış, renklenmiş.

Eşlerinin memleketine aile ziyaretine giden bu iki emekli bankacı kadın hem şık, hem de bakımlı halleri ve kendilerini dimdik taşıyışlarıyla muavinin daha ilk baştan dikkatini çekmişler.  Ancak genç adamın ilgisi onları sadece “önemli insan” saydığından değilmiş.  Tüm yolcular için aynı hevesle koşturuyormuş.

Annemle yengem Ereğli’ye varınca otobüsten indikleri gibi şirketin terminaldeki ofisinin yerini sormuşlar.  İnsancıklar tedirgin olmuş; bu kürklü, taşlı gözlüklü, havalı çantalı hanımlar olsa olsa şikayet etmek için yetkiliyi arıyorlardır diye düşünmüşler.  Yol gösterilmiş ama ürkülmüş de.  Annemler önden, şoför ve muavin arkadan ofise doğru yürümüşler, öndekilerin başı dik, arkadakilerin boynu bükük.

Yetkili bizimkileri ayakta karşılamış.  Muhtemelen babam ve Avni Amcamı da en azından ismen tanıdığından saygıda kusur etmemiş, hal hatır sormuş.  Ailenin Ereğli’de yaşayan fertlerinden konuşmuşlar biraz.  Adamcağız gülümsemeye çalışıyormuş ama aynı zamanda ensesinden ince terler dökülmekteymiş.

Sonunda annem ve yengem sebeb-i ziyaretlerini açıklamışlar.  Genç muavinin hizmetinden ne kadar memnun kaldıklarını, bu kadar seyahat ettiklerini ama böylesine bir izzet, ikram ve insanlık görmediklerini örneklerle açıklamışlar.  Ortam biranda değişmiş.  Şirket görevlileri hem rahatlamış, hem de şaşırmışlar.  Şikayete gelene alışıkmışlar ama teşekküre gelene daha önce hiç rastlamamışlar.

Annemler Ereğli’de birkaç gün kaldıktan sonra Ankara’ya dönüş otobüsüne binmek için terminale geldiklerinde onları yolculamaya koşan akrabalarımızın dışında başka bir kalabalığa da şahit olmuşlar.  Şirket görevlileri onlar için şatafatlı bir uğurlama merasimi düzenlemiş.  Ben anlatanların yalancısıyım ama denir ki iki gelin olarak ayak bastıkları şehirden Belediye Başkanı gibi ayrılmışlar.  El sallayan, arkalarından su döken ekibin gözlerinde hayranlık ve minnet dolu bakışlar varmış.

Eski Dost

İstanbul’da bir pazar günü geç bir öğle yemeği için en eski dostlarımdan biriyle buluşmuşum.  Kuruçeşme’de deniz kenarında bir lokantada Boğaz’a komşu oturuyoruz.  Birkaç saat sonra bir taksiye atlayıp alana gideceğim ve Brüksel’e dönüş yoluna düşeceğim.  İstanbul’a ve dostuma veda etmeden önceki o leziz zamanın tadını ağır ağır çıkarasım var.

Dostum bildim bileli bağımsız, güçlü, şefkatli ve verici bir insan.  Dünyaya yardımı dokunduğu için bazen kendi söküğümü dikmeye fırsatı olmuyor, o ayrı.  Herkes de “o nasılsa halleder” diye düşündüğünden ona yardım etmek için acele etmiyor, hatta sürekli ondan akıl ve destek talep ediyorlar.

O kadar iyi niyetine, ince ruhuna ve sabah akşam koşturmasına rağmen yetişememekten, yeterli gelememekten yorulmuş. Yenik değil belki ama hayat yorgunu bu şahane kadın.  Biraz boynu bükük, biraz kalbi kırık, “acaba nerede hata yaptım?” diye düşünüyor.

Dayanamadım. “Sen niye kendini bu kadar hafife alıyorsun ki?” diye başlayan uzun bir söyleme giriştim.  “Öyle şahanesin ki, insanlar bence senin ışığından faydalanmak için önünde kuyruğa girmeli, hatta önceden randevu almalı” dedim.  Bocaladı.  Samimi fikrimdi oysaki dolduruşa getirmek değil ayna tutmaktı amacım.

Gittikçe büyüyen gözbebekleriyle dinliyordu.  Nasıl mükemmel bir dost, saygı ve sevgi dolu bir evlat ve mucizevi bir anne olduğunu anlattım ona, nedenleri de sıralayarak.  Gıpta ettiğim yanlarını, benimkine on basan cesaretini, yaratıcılığını, sanat ve hayat aşkını övdüm hararetle.

Gözleri doldu arkadaşımın. Samimiyetimi hissettiğini biliyordum. Konuşmama başlarken bildiğini sandığım gerçekleri önüne sermekti niyetim.  Anlatırken anladım ki hakkında böyle düşündüğümü bilmiyordu.  İyi geldi ona bunları benim ağzımdan işitmek.

Niye daha önce söylemedim diye hayıflandım ardından.  Belki bildiğini sanıyordum, gerek duymadım.  Bizim gördüğümüzü o da görüyordur diyordum.  Halbuki duymak güzel, duymak ruhumuza iyi geliyor. Duymak geveze tereddütlerimizden, zavallı korkularımızdan kurtulmamızı sağlıyor.

Bazen hayat bize kim olduğumuzu unutturuyor. Duymak gözümüzü açıyor.  Duruşumuz dikleşiyor, yönümüzü buluyoruz.  Ne gözle görünmez ne de yalnız olmadığımızı anlıyoruz.

Eşim yolun taa başından beri yazma konusunda beni en çok yüreklendirenlerden olmuştur.  Ona kalsa her işi bırakıp tam zamanlı edebiyat yapmam lazım, bana yakışan da, yaşam zevki veren de bu.  Aynı aklı dinlersek, benim kara yerine su ortamında yaşamam da şart çünkü yüzerken yürümeğe kıyasla daha “yerini bulmuş” hissi veriyormuşum…

İki sene kadar önce, Deniz’den Hikayeler sayfasının hayata geçmesini takiben düzenli olarak yazmaya başladığımda da en kuvvetli destekçilerimden oldu eşim.  İlk günlerde her yeni yazı sitede yayınlanır yayınlanmaz hemen görüşlerini bildiriyordu.  Özellikle beğendiği bir cümleyi (genelde hep son cümle oluyor) ya da çiğ bulduğu bir anlatımı sıcağı sıcağına paylaşıyordu benimle. Bazen aynı fikirdeydik, bazen değildik ama her yeni yazıyı beraber didiklemeden edemezdik.

Zamanla tepkileri de yorumları da azaldı. Sanırım yazmak “normal” bir aktiviteye dönüştü, başkalarından da tepkiler gelmeye başladı, “Deniz kendi yağında kavrulur” dönemine girdik.

Bir sefer “sıkıldın mı?” diye sordum. Artık pek yorum yapmaz olmuştu, ilgisinin azaldığını ya da olumsuz bir eleştiriyle kalbimi kırmaktan korktuğunu düşündüm.  “Olur mu hiç?!” diye itiraz etti.  Gerekirse her yazıyla ilgili sayfaya görüş bildirebileceğini söyledi.

“Yalnız düzeltilmesi gereken noktaları yazarım” dedi.  “Böylece stilini daha da geliştirmene yardımcı olabilirim.”  Olumlu eleştiriyi bildirmeye gerek yokmuş, hem daha önce bana bu konuda genel görüşlerini aktarmış, özellikle şiirlerimin onun gözünde nasıl ayrıcalıklı bir yerde olduğunun altını çizmiş. Yani o kısmı zaten gani gani biliyormuşum, tekrara ne hacet!

“Bilmekle ilgisi yok aslında” diye düşünüyorum.  Adımı da biliyorum ama bana ismimle hitap edilmesi, o çağrının yinelenmesi her defasında hoşuma gidiyor.

Edebiyat

Bazı yazılarımda beni etkileyen kişileri anlatıyorum.  Bazen bir aile büyüğü, bazen komşu kızı, bazen arkadaş. Bazen lokantadaki bir yaşlı çift, bir otel çalışanı ya da konuşkan bir taksi şoförü.  Bu satırlar benim o insanlara saygı duruşum bir anlamda.  Aynı zamanda onlara kendi mucizelerini görmeleri için yürekten yaptığım bir çağrı.

Okuyanların bu tür yazılara tepkileri de son derece ilgimi çekiyor ve üstünde düşündürüyor.  “Sayende kendimi Diva gibi hissederek dolaştım bir hafta boyunca” demişti bir arkadaşım.  “Sen hakkımda yazınca başkaları da gelip güzel sözler söylediler bana” demişti bir başkası.

Bir otelin Ön Büro Şefi yolladığı teşekkür mesajında “otelimiz hakkında yazılan en şairane yorum bu!” demiş ve yazıda adı bolca geçen otel görevlisinin artık onlarla çalışmadığını, ancak kendisine ulaşıp yazıyı ilettiklerini belirtmişti.  Ünlü bir tasarımcımızın yaratıcı gücünden etkilenerek kaleme aldığım bir hikaye dostlar sayesinde onun da eline ulaşmış.  Bana iletilmesi için yolladığı mesajda “şu an Paris’teyim, yazdıklarımızı okuyorum ve gözyaşlarıma engel olamıyorum” diyordu.

Kim sevmez bilmiyorum İki tatlı sözü, özenle işlenmiş bir övgüyü ve samimi bir dışavurumu. Kim etkilenmez o paylaşımdan?  Utansa da kızarsa da için için gururlanmaz?

Concierge

İstanbul aşığıyım ve onu uzaktan seviyorum yıllardır.  Onsuz zamanımı onu çalışarak, ondaki gelişmeleri takip ederek ve bir sonraki buluşmamızı planlayarak geçiriyorum. O yüzden de İstanbul yaşamı, mekanlar, aktiviteler dediniz mi genelde hep hazırlıklıyım.

Yine bir İstanbul molası sırasında sevdiğim otellerden birine yerleşmişim birkaç gün için. Yabancı bir misafirim var, ona layıkıyla ev sahipliği yapmaya çalışıyorum ama hayatın karışık bir dönemi, aklım dolu ve allak bullak.  Her zamanki planlı programlı halimin yerinde yeller esiyor.

Genç Concierge’e akıl sormaya gidiyorum akşam yemeği için.  Karaköy civarında birkaç lokanta ismi var elimde, hiçbirine gitmedim ama haklarında yazılan görüşleri okudum.  O adresleri ve yorumları bir çırpıda sıralayıp Concierge’den seçim konusunda bana yardımcı olmasını istiyorum.

Beni dinlerken biraz şaşkın, sanırım yurt dışında yaşadığım halde nasıl bu kadar takipçi olduğumu soruyor kendine.  Benim bahsettiğim yerlerin birkaçını biliyor sadece.  Bu sefer bocalama sırası bende, kafamda deniz derya bilgisi olan hafif de fırlama bir şahsiyet canlandırmışım herhalde.

Benim bahsettiklerimin dışında bir iki başka restoran isim veriyor genç adam.  Tavrı hafif sıkılgan ancak belli ki sağlam bir adrese gidip hoş bir akşam geçirmemizi samimiyetle diliyor.  Hali içime dokunuyor, kendi listemi rafa kaldırıyorum o an.  Biraz konuşup onun bahsettiği iki yerden birini seçiyoruz.  Rezervasyon yapıyor, taksiyi çağırıyor. Misafirimle yola çıkıyoruz.

Ertesi sabah kahvaltı salonunda gelip buluyor beni genç adam. Hemen “seçiminizden çok memnun kaldık, harika bir akşamdı” diye müjdeliyorum.  Hafif utangaç gülümsüyor.  “İzninizle size bir şey söylemek istiyorum” diyor. Başımla onaylayınca da devam ediyor:

“Dün ben kendimden çok utandım.  Siz o bilginizle benim işimi benden defalarca daha iyi yapabilecek bilgiye ve zevke sahipsiniz.  Size yeterince yardımcı olamadım ama sizi görünce neler yapmam gerektiğini, kendimi nasıl geliştirmem gerektiğini daha iyi anladım.  Gözlerimi açtığınız için size teşekkür ederim!”.

Duygulanıyorum.  Cesareti, açık yürekliliği etkiliyor.  Yüreklendirici bir iki söz söylüyorum, İstanbul’u nasıl sevdiğimi anlatıyorum. O yüzden bu ilgim, merakım.  Heyecanım ona da bulaşıyor derken. Ne mutlu!

Laf arasında akşamki lokanta tercihimi de paylaşıyorum.  Rezervasyon ve taksi görevlerini sevinçle üstleniyor. İyi günler dileyip ayrılıyor.

Akşam taksimiz tam istenilen saatte kapıda bizi bekliyor.  Şoföre adres bildirilmiş, kapılar açılıyor. Tam binecekken küçük bir kağıt parçası sıkıştırıyor elime Concierge ve açıklıyor: “Belki siz de bilirsiniz ama neme lazım diye not aldım.  Lokantanın en çok beğenilen mezeleri burada yazılı, belki tatmak istersiniz diye düşündüm.”

İki çift ışıltılı göz bakışıyoruz.  Düne kadar iki yabancıydık, bugün yakınız.

Düşünüyorum da…

Neden gerektiğinde takır takır eleştirdiğimizi sorgulayınca aklıma bir sürü sağlam ve geçerli sebep geliyor:  Özgür düşünce ve kendini ifade etme çerçevesi dahilinde bir hak bu öncelikle.  Kimimizin içinse hep tetikte bekleyen bir dürtü bu, olmazsa olmuyor; guguk kuşu zamanı geldiğinde yuvadan fırlayıp kritiği yapıştırıyor.

Bazımız daha çok düzeltme, iyileştirme, hatta mükemmelleştirme derdinde. Onun için eksiği gediği dile döküyor.  Çocuğunu iyi yetiştirmek, sevgilisini adam etmek, komşusuna görgü kurallarını aşılamak istiyor.

Çoğumuzun niyeti iyi ama bazen dengeyi tutturamıyoruz.  Yapıcı eleştiri yapayım derken sitemkar ve zor beğenir durumuna düşüyoruz.  Bazen de tarzdan kaybedip kaş yapayım derken göz çıkarıyoruz.  Karşı taraf “ağzımla kuş tutsam yaranamayacağım” deyip uğraşmaktan hepten vazgeçiyor.

Olumlu eleştiri ve övgüye gelince, o alanda niyeyse hem pinti hem de acemiyiz.  Halbuki baş vermeye başlamış tohumu sulamak, yeşereni beslemek, örnek davranışı alkışlamak gerekmez mi?  Ancak hislerimizi dile dökmeye gelince iş nedense isteksiziz.

İşin ilginci övmek, samimi iltifatta bulunmak konularında ne kadar idmansızsak, o tatlı sözlere yanıt vermekte de o denli yetersiziz.  Aşağıdaki örnekler tanıdık gelebilir:

 

“Saçın çok güzel olmuş bugün!”

“Yok canım, azıcık hacimli fönle dedim adama ama nerede… İki saate söndü bitti tüm havası!”

 

“Bu elbisenin kesimi sana çok yakışmış!”

“Şaka herhalde… Bu ay kilo almışım, baksana göbeğim nasıl da çıkmış.  Ah şu boğazımı tutmayı bir öğrenemedim ya ben ona yanarım.”

 

“Yokluğumda işleri üstlenmişsin.  Sayende hiçbir gecikme yaşamadık.  İnceliğin için çok teşekkür ederim.”

“Abartıyorsun ama, benim yerimde kim olsa aynı şeyi yapardı.”

 

İsterim ki güzeli, hayran olunalı, ilham vereni samimi sözcüklerle övmekten kaçınmayalım.  Kişi farkındadır zaten, biliyordur sanmayalım.  Duymak hepimize iyi geliyor.

İsterim ki yürektekini dile dökmeyi geciktirmeyelim.  Sıcağı sıcağına söyleyelim.  Övgü aldığımızda da yeni gelin gibi utanıp sıkılacağımıza karşımızdakine gören gözleri ve tatlı dili için teşekkür edelim.

Yapış yapış duygusallık değil bu, insanlık sadece.  Güzeli övmek onu görmekten geçiyor üstelik.  Güzeli görmekten alıkoymayalım kendimizi…

orkideler

Brüksel, Ekim 2014