On seneyi geçmiş Londra’ya gelmeyeli. Uzağında da değildim ama malum vize olayı hem yıldırıyor hem seyahatten soğutuyor insanı. Şehir de değişmiş, ben de. “Hangimiz daha çok?” diye sorarken buluyorum kendimi sık sık. Acaba yeni bir ortak paydada buluşabilecek miyiz?
Saint Pancras tren istasyonunda bizi karşılayan eflatun neon ışıklı yerleştirme “seninle zamanımı istiyorum” diyor. Hatta demiyor da haykırıyor sanki. Seçilen renk de el yazısı da dikkat çekici. Trenden az önce inmiş (bir kısmı da tünel yoluyla kıtadan adaya geçmiş) yolcular için ne hoş bir karşılama diye düşünüyorum.
Şehir bu yolla dile geliyor sanki, direkt sizinle konuşuyor. Bununla da kalmıyor; çapkınca göz kırpıyor konuklarına bu davetkar mesajla. Memleketimde görmeye alıştığım “şirin kasabamıza hoşgeldiniz” tarzı sloganlardan oldukça farklı bir selamlama bu. Size bakan, sizinle konuşan yerel yönetimin klişeleşmiş söylemi değil çünkü, adeta şehrin ta kendisi…
Londra da özlemiş beni diye düşünüyorum ister istemez. Ne iyi oldu bak geldiğim. Karşılıklıymış bu özlem; zamanıymış buluşmanın. Valizimi hızlıca otele atıp içine karışayım şehrin.
Öyle de yapıyorum nitekim. Ve ben sokaklarını arşınlamaya başlar başlamaz içimde genişliyor şehir. Adeta sıralıyor tek tek ayrı kaldığımız süre boyunca biriktirdiklerini. Anlatacak o kadar çok hikayesi var ki. Benim de ona aslında; şimdi, tam da şu an ayrımına varıyorum.
Sokaklar hem tanıdık hem sürprizlerle dolu. Bunu bildim tamam deyip ucundan çektiğim ip bazen doğru adrese götürüyor, bazen hayal kırıklığına. Kimi zaman vardığım yer hafızamdaki duyguya sadık, bazense inadına yabancı.
Yine de her adım uçarı, her kavuşma yüksek voltajda heyecan yüklü. Kavurucu anlar sarsmıyor dersem yalan olur; gömdüm sandığım anılar canlanıyor bir bir. Çarpıyor belki evet ama görüyorum ki hepsi bugünkü kimliğime taşımış beni. Selam veriyorlar sanki sağdan soldan; selamı almamak da bize yakışmaz.
Bu meydanı yirmili yaşlarımda keşfetmiştim ilk mesela. Üniversiteler arası bir yarışmayı kazanıp gelmiştim ilk Londra’ya – ışınlanmış gibi hissederek daha çok. Ne hızlı çarpıyordu kalbim keşif çığlıkları atarken.
Sponsor şirket şu karşımdaki tarihi otelde ağırlamıştı bizi. Ömrümde böyle şahane oda ve böyle rahat yatak görmemiştim. Yumuşacık havlulara tekrar tekrar sarılasım vardı.
Otel daha da yaşlanmış elbet görüşmeyeli; onarım diye inliyor. Şık meydansa bizim Ortaköy’ünkine benzer bir dönüşümden geçmiş. Karşı köşede Simit Sarayı açılmış mesela inanmazsınız. İnsan selini özetlemeye de kelime haznem yetmez. Havada hep bir tüketim telaşı; yanık şekerin kokusu kızarmış etinkine karışmış, hatta sinmiş adamakıllı.
Ah şurası da Brüksel’e yerleştikten sonraki hayatımda keşfettiğim bir adres bak. Ama o da ne; ben daha bir özenliydi bu işletme diye anımsıyorum. Bu ne karmaşa, nasıl bir keşmekeş.
Ya şu çok ışıklı lokantaya ne demeli. Zavallı annemi kolundan çektiğimle getirdiğim. Kadıncağız içerideki gürültüden şikayet edince de fena halde bozulup sinirlendiğim. Rahmetli haklıymış diyorum; dayanılacak gibi değil ki buranın havası. Akılsız olan benmişim, ya da belki logo düşkünü.
Şu ana bulvardaki tipsiz modern yapı da az biraz tanıdık geldi ama tam çıkaramadım. Aman Allahım, ilk terfimi alıp bütçeyi doğrultunca kendime ödül diye seçtiğim otel değil mi bu? Hyde Park’a yakın tamam ama onun dışındaki her özelliği yamuk; zevksizmişim vesselam.
Cidden tabi şimdi burada bağlasan durmam. Aynı bütçeyle kalınacak ne hoş yerler var. Daha gözden uzak lakin özenli adresler, daha az turistik ve daha kimlik sahibi mekanlar…
Gülüyorsunuz belki okurken ama aslında çok da kolay değil sindirmek bu gözlemleri. Biri çimdikliyor gibi kalbinizi – öyle ince bir acı, baharat yüklü bir his. Olgunlaşmak dedikleri içinde hep bir büyüme ağrısı da taşımıyor mu sanki? Az yok olmak lazım değil mi yeni keşiflerden önce? Az yer açmak gerek bazen eşikten geçip içeri girmek isteyene.
Londra’nın bu ara sokakları, kuytu köşelerindeki estetik sürprizleri pek hoş ama. Opera binası renovasyon sonrası yepyeni bir ruh bulmuş. Tarihten gelen günümüz gerçeğiyle kenetlenmiş ve tek parça olarak herkesi kucaklamış. İnsanın içindeyken de dışındayken de saatlerce bakıp düşünesi geliyor.
Tiyatrolar yine damar damar, kıpır kıpır. Bin bir küçük kalp gibi atıyorlar. Baştan sona hepsini öğütesim var hala. Fransızca’dan çeviri olan oyunları artık orijinal dilinde izleyebiliyorum diye böbürleniyorum tabii biraz.
Hemen ardından akşam yemeği için seçtiğim lokantada şarap seçerken garsonun Fransız olduğunu ortaya çıkıyor. Onun ana dilinde devam ediyoruz konuşmaya. Hemşerimi bulmuş gibi sevinirken yakalıyorum kendimi. Biraz alaya alıyorum bu halimi ama içten içe gülümsüyorum.
Üç günle bitecek bir şehir değil Londra – benim gibi kilometrelerce yürümeye hazır olsanız da. Tarihi, kültürü, gücü her adımınızda size kendini hatırlatıyor. Elbette muhteşem, elbette eşsiz ama bir şekilde beni kucaklamıyor şehir. Sanki burada olduğun için ne şanslısın diyor hep ziyaretçiye. Ne şanslısın ki sana kapımı açtım.
İster istemez Paris’le kıyaslıyor kafam onu. Paris sokaklarında günün ya da akşamın herhangi bir saatinde yine tek başıma yürürken hissettiklerimi düşünüyorum. Orasının da alçakgönüllülükle alakası yok, hatta izin verirseniz şehir üstünüze çıkar ve hatta tepinir gövdeniz üstünde. Ama aşk, aşk Paris’te her yerde. Belki Londra’da yakalayamadığım da tam da bu işte.
Pazar akşam dönüş için aynı tren garına geldiğimde neon ışıklı sloganı tekrar okuyorum yüksek sesle: “Seninle zamanımı istiyorum”. Bu kez daha farklı yorumluyorum bu mesajı. İşte Londra; ne istediğini bilen, istediğini almaya alışmış, direkt ve talepkar.
Paris Kuzey Garı nasıl karşılardı ziyaretçisini diye düşünüyorum sonra. Sanırım eflatun renk ve neon ışık kullanılmazdı öncelikle. Ve şöyle derdi şehir ona gelenlere: “Seni keşfetmeme izin ver lütfen”.
Diyeceksiniz ki amma da şiirsel. Diyeceğim ki ama bir o kadar da aşk. Diyeceğiz ki onlar olmadan var olan güç hep biraz sevimsiz, hep az topal.
Onlarsız hayat yavan.
Londra – Budapeşte – Brüksel- Paris, Kasım 2019
Not: Gardaki yerleştirmenin yaratıcısı sanatçıyla yapılan bir sohbeti okudum. Brexit gündemli adadan Avrupa Birliğine bir mesajmış bu aslında. Brexit karşıtı kesimin sanatsal çığlığı…