Yıllar önce gittiğim bir konserinde iki şarkı arasında anlatmıştı Sezen: Ne zaman “Adı Bende Saklı” yı söylemeye başlasam salon yana yakıla eşlik eder bana demişti. Öyle böyle değil ama, sanırsınız yürekler yırtılıyor.
Hemen herkesin gizli bir çekmecede sakladığı bir hikayesi olsa gerek demeye getirmişti. O yüzden lütfen kimse tuzum kuru demesin, kusursuzu oynamasın. Az önce inceden inlerken kendinizi ele verdiniz.
Cidden yürek ambarımız kendimizden uzak tutmaya çabaladığımız gerçekler ve sindiremediğimiz yaşanmışlıklarla mı dolu? Yüzleşmedikçe kabarıyor mu katman katman burada biriktirdiklerimiz, yok saydıkça ağırlaşıyorlar mı?
Yaşamak, yoluna gitmek cidden bu kadar zor bir zanaat mı? Yoksa biz mi seçimlerimizle karmaşıklaştırıyoruz gündeliğimizi? Daha dürüst, daha korkusuz (en azından daha az korkulu) davranmak niye bu kadar güç?
Elbette kurallar var. Çerçeveler ve sınırlar var. Gelenekler, öğretiler. Bizden beklenenler. Bize yakışanlar, yakıştığını düşündüklerimiz.
Ateş böceği ve karıncanın hikayesi beyinlerimize işleyen. Beyaz değilsen siyah mısın gerçekten, çalışkan değilsen tembel? Bir de ölümüne başkalarıyla karşılaştırma, ölçme, değerlendirme düzeni niyeyse normal gösterilen.
Yolumuzu bulmak aslında biraz bu dış sesleri kenara koyabilip kendimizi görmekten ve gördüğümüzü sahiplenmekten geçiyor. Eğrisiyle doğrusuyla. Eksiklerimizi bilerek ama aynı anda gücümüzü de keşfederek yaşayabilmek esas.
Bu uyanış tabii hemencecik gerçekleşmiyor. Ne yazık ki yaş almakla da doğru orantılı gelişmiyor bu süreç. Sırf kendiyle yüzleşmemek adına bir ömrü kaçak geçiren öyle çok insan var ki…
Düşününce ne inanılmaz ve ne yazık diyorsunuz. Bir tek hayatı ve sayılı günü kendini ve istediklerini bilmeden yaşamak akıl almaz bir bilinçsizlik ve savurganlık değil mi? Nasıl felaket reçetesi bir öncelik sıralaması insanı bu tür bir seçime iten?
Derinimize inince keşfedeceklerimizden bu kadar mı korkuyoruz? Çok biriktirdiğimiz için mi? Yoksa nelerden vazgeçtiğimizi görmek hayat karnemizdeki notları gölgeler diye rahatsızız?
Öyle ya da böyle yaşanıyor ama hayat diyecekseniz. Doğru. Yüzeyde pek de ustaca idare ediyoruz hepimiz.
Hasıraltı ettiklerimiz ziyaretimize geliyorlar arada ama. Gece uykularımızı deliniyor bazen. Gülünesi bir dil sürçmesi düşündürüyor. Bir çağrışım sarsıyor, masum bir koku allak bullak etmeye yetiyor.
Bir şekilde başa çıkıyoruz bu hayaletlerle. Günlük hayat koşturması içinde yapılması gerekenler listesine odaklanmışız. Yola devam edebilmek niyeyse hep en önemlisi.
Londra’da bir cuma akşamı. Yeni sahnelenmeye başlanmış ve oldukça da olumlu yorumlar almış bir müzikali izlemeye geldim. Salon ağzına kadar dolu.
Seyircilerin büyük kısmının kadın ve bir kısmının da oldukça genç olduğunu gözlemliyorum oyun başlamadan. Tanıtımda kullanılan “romantik ve müzikal bir komedi” sloganına bağlıyorum bunu biraz. Hani bilirsiniz az Julia Roberts (Pretty Woman okuyun), az Jennifer Lopez (Maid in Manhattan tarzı).
Genç neslin olaya ilgisi de kadroya yakınlarda eklenen ünlü bir vloggerı kanlı canlı görme isteğiyle açıklanabilir belki. Zaten bazıları öyle süslenmişler ki sanırsınız çocuğu izlemeye değil onunla buluşmaya gelmişler. Beklenti yüklü nidalarla şakalaşıyorlar kendi aralarında, heyecan diz boyu.
Açılış sahnesi eğlenceli, aktörler göz alıcı, dekor dinamik. Müzik içine çekiyor, sesler salonu çınlatan cinsten. Şarkı sözleri özenli, orijinal – hatta bir müzikal için oldukça derin.
Hikaye gelişirken bildik romantik komedi çerçevesinin dışında başka temalar da su yüzüne çıkıyor: Psikolojik şiddete maruz kaldığı halde sesini çıkaramayan ve eyleme geçemeyen bir baş kadın karakter var karşımızda. Üstelik akıllı ve sağduyulu biri.
Bu duruma düşmüş olması da, bunu bir kader gibi kabul etmesi de şaşırtıcı geliyor. Hastalıklı ilişkisinde takılmış kalmış. Ölesiye mutsuz ama kurtuluşun elinde olduğunu dahi anlayamamış.
Çekip çeviren, yoktan var eden, sosyal bağları da sağlam bir kadın. Müktedir fakat kendi gücünün farkında değil. Çevresine gösterdiği ilgi ve merhameti kendinden esirgiyor.
Ara ara bu girdaptan çıkmanın hayalini kuruyor kadın. Sonra sarıp sarmalayıp kenara koyuyor bu düşünceleri ve hayatın akışına bırakıyor kendini. Kuma gömüyor başını utanarak kendinden, savruluyor adeta.
Üstüne bir de aşık oluyor yeni birine. Adam da ona. Deliler gibi. Yaşanan duygunun gücü açısından birbirleri için bir ilkler. Başka bir zaman diliminde, farklı şartlarda mükemmel bir ikili olabilirler. Ama şimdi değil, bu hayat düzleminde kesiştiklerine şükretmekle yetinmeliler belki de.
Oyundaki yardımcı karakterlerin de dilemmaları var. Gönlünün dilediğini yapmak yerine kendi deyimleriyle “ortalama mutlulukla” yetinmeyi seçen biraz kaderci, biraz ürkek başka insanlar tanıyoruz. Bazısı bunu gerçekçilik olarak tanımlıyor ve kabulleniyor durumu. Bazısı küçük parantezlerde (kaçamak mı demeli) soluklanıyor, kimisi de bir cesaret bir adım atıyor.
Diyaloglar kadar şarkı sözlerine de yansımış karakterlerin zor seçimleri. Hayatın gençlikte planlandığı gibi gitmemesiyle başa çıkmaya çalışma çabasından bahsediyor hepsi. Ayakta kalmak, yol almak, kimseyi hayal kırıklığına uğratmamak için çırpınırken zamanın geçip gittiğini fark etmenin yürek yükünü anlatmışlar.
Günlerin getirdiği ya da kendilerinin üstlendiği ağırlıklarla yaşayan bu insanlarının bir noktada artık dayanamayıp isyan edişlerini de işlemişler müziğe. Birkaç saatlik de olsa yüzde yüz canlı ve adeta evrenin merkezindeymiş gibi özel hissetme ihtiyacını dile getirmişler. “Kanın damarlarımda engelsiz aktığını hissetmeye ihtiyacım var” diye haykıran karakter düşündürüyor sizi. Aralıksız bir hıçkırık halinde kesik soluklarla mı geçiriyoruz sahiden yeryüzündeki süremizi?
Hikaye geliştikçe içine alıyor beni. Bir yandan da izleyicilerin tepkilerini gözlemliyorum ister istemez. Gençler kıpır kıpırlar ve tabii meşhur vlogger sahneye adımını atar atmaz rock konserindeymiş gibi çığlık çığlığa alkışlıyorlar. Bazen dakikalarca ve çoğu kez içerikten bağımsız olarak.
Çocuk sahneden çekildikten sonra bile bir süre sakinleşemiyor kızlar. Birbirlerine ah ne tatlı / dur kalbim duracak valla tarzı işaretler yapıyorlar. Derken beklenti yüklü o kıpırtıyla genç adamın bir sonraki sahnesine kadar oyuna yeniden bağlanmaya çalışıyorlar.
Daha ileri yaşlardaki seyirciler gençlerin bu haline eğlenerek bakıyor. Bir yandan da bu vlogger çocukta bu denli olay yaratacak ne nitelik var gerçekten diye düşünüyor gibiler. Ben biraz imreniyorum gençlere. İlkokuldayken Tarık Akan’a aşıktım diye hatırlıyorum; ama adamı sahnede görsem bırakın hayranlığımı böylesine açık etmeyi muhtemelen heyecandan düşer bayılırdım diye geçiriyorum aklımdan.
Orta yaş grubundaki izleyiciler oyunun özüne kaptırdılar kendilerini. Karakterlerin hayat tıkanıklıklarından çıkmak için cesur adımlar atmalarını umuyorlar belli. Kalıpları kırdıkları sahneler bir oh nihayet rahatlaması yaratıyor. Çizgi dışı delilikleri anlayışlı ve sevecen kahkahalara sarılıp sarmalanıyor.
Müzikalin baş kadın oyuncusu ona duygusal işkence yapan işe yaramaz adamı püskürttü sonunda hayatından. Söylenmesi gereken her şeyi söyledi yüzüne en esaslı sözcükler ve içinde kuşku kırıntısı barındırmayan bir ses tonuyla.
Aşık olduğu adama gelince, ona da veda etti kadın bu kez yumuşacık. Ona yaşattıkları için teşekkür ederek. Sayesinde tattıkları önceden varlığından haberdar bile olmadığı hislerdi çünkü. O hislerde önce bocalamış ama sonunda büyümüştü.
Tam olmazsa hiç olmasın diyordu artık kalbi. Adama da aynen bunu dedi. Kendine yakışanı yaşamaya karar vermişti bundan böyle. Eksiği, yamalıyı, delik deşiği değil.
İlk adamdan ayrılış sahnesinde güçlü bir alkış koptu salonda. İkinci adamla vedada inledi salon. Bildik romantik komedi finallerine hiç benzemeyen başka türlü bir mutlu sonu destekledi seyirci.
Kim bilir kaç Adı Bende Saklı hatırası yanıp söndü zihinlerde perde inerken. Varlığını unutmaya çalıştığımız bazı çekmeceler açıldı yüreklerde. Karıştı biraz içleri ama bir gayret kapatmaya yeltendik hepsini gerisin geri.
Bazıları dirençli çıktı. Onlar biraz aralık kaldı…
Londra- Brüksel, Ekim 2019
Muhteşem x Muhteşem…tebrikler.