Duru

image

Duru
Pırıl pırıl, saydam
Korkusuz
Sade ve katıksız
Süssüz, oyunsuz
Göründüğü gibi
Bulanmamış, karışmamış, bozulmamış
Duru
Sakin
Genç
Ve masum

Günlük yaşamımız
Kirli ve kalabalık şehirlerin gürültülü ortamında
Aklımızdan geçenleri açıklıkla ifade edemediğimiz yetişkinler dünyasında
Hep saklayarak, gölgeleyerek, çoğu zaman bastırarak
Nüanslara sığınıp, kelime oyunlarından medet umarak
Gölgelerde, loş sokaklarda çok katlı pazarlıklar yaparak
Çoğunluk koşarak, hatta soluklanmaktan korkarak geçiyor.

Durduğumuz nadir anlarda
Teknolojik gürültüyü bir yorgan gibi çekip başımızın üstüne
Huzur değil kaçışta uyuşmak, uyutulmak istediğimizden
Asıl sorularla yüzleşmek yerine
Sahte sorunları çözdük diye övünmeyi tercih ediyoruz.

İnsan hamurumuzdan kaybettiğimizi bile bile
Bulanık sularda yüzmeyi seçiyor
Sırf eksiklerimiz görünmesin diye
Sırf zayıf noktalarımız su yüzüne çıkmasın diye
Kendimizi paketleyip tavanarasına kaldırdığımızla kalıyoruz.

Bizi arayan olursa o ilk hevesle, hatta aşkla
Bulamayacak oysa artık
O enüst katın derinliklerinde
Nasıl bir korku bürümüşse gözümüzü aman keşfedilmeyelim diye
Dünyayı kaçırsak umrumuzda olmuyor, ne yazık!

Çocukluğun, gençliğin de sonu bu diyoruz
Masumiyete vedamız
Yetişkinlik aynen böyle bir macera sanıyoruz
Kılıf kılıf üstüne, kabuk kabuğa değecek şekilde
Kat kat yaşıyoruz
Yaşadığımızı sanıyoruz.

İçten bir tepkiye burun kıvırıyoruz bazen
Yazık, kendine hakim olamadı
Duygusal davrandı
Kartlarını gösterdi
Vah vah diyoruz
Oyuna hakim değildi, belli de etti.

Yüzüne güle güle ve en tatlı diliyle
Tezgah altından vuracaktı oysa abalıya
Kimse ondan şüphe etmeyecekti
Elleri tertemiz, ismi pak kalacaktı
Geceleri uyur muydu bilinmez ama
Onun da çaresi var, düşünülmüş
O ilaçlardan alacaktı işte
Vicdan susturmaya yarayan renkli drajelerden…

Binbir işi aynı anda yaptım diye seviniyoruz
Telefonda sevdiğimizle konuşurken gözlerimizle ekranı tarıyoruz aceleci
Çocuklarımız bizden beter
Azar işitirken arkadaşlarına sms atmayı öğretmişler hünerli parmaklarına
İmla nedir bilmiyorlar ama ne önemi var
Edebiyatı tv dizisi kıvamına geldiğinde keşfediyorlar
En saf haliyle vermeyin onlara mazallah şiiri
Eroin etkisi yapmazsa ne olayım, alışık değiller aşkın en damar haline
Gereksize koşuyorlar
Çok erken büyüyorlar
Geri gelmeyecek hiç görmedikleri.

Süslere düşkünüz, markalarla tapıyor, taptırıyoruz
Ünvanlara doymuyor, içlerinde bir o yana bir bu yana yuvarlanıyoruz
Allanıyoruz, pullanıyoruz, paralanıyoruz
Evlerimiz ve arabalarımız var, çoğullar dikkat
Bahçelerimize bahçıvanlar, çocuklarımıza dadılar bakıyor
Refah içinde bazen yoksullaşıyoruz

Çok aldım, az verdim
Ben ötekilere kıyasla süperim
Şaçlar biraz azaldı ama son yıllarda
Göbeği bir miktar içeri çekiyorum
Hayat böyle bir şey zaten
Çok da abartmayacaksın
Fazla kafana takmadan yaşayacaksın
Ona üzül, bunu dert et, tek gün mutlu olmazsın
Bencillik şart biraz, yoksa kaçırdıklarınla kalırsın

Çözdüm sanıyoruz bilmeyeceyi
Anladık rüzgarın hangi yönden estiğini
Baktık yelkenlerle halledilecek gibi değil durum
Motoru çalıştırdığımızla kaçıyoruz
Mazot kokusu yayılıyor mavi deniz üstüne
Arkada kalan yıkım, arkada kanayan kıyım.

Sonra Duru çıkıyor bir gün karşınıza
Adına bu kadar yakışır insan görmedim.
Beş yaşın diri cesaretiyle gözünüzün içine bakıyor
Sırf yüreğinizi okusa neyse, bir anda
Mazinizi yalayıp yuttu sanıyorsunuz.

At kuyruğunu sallıyor şöyle bir sağdan sola
Gözleri derini nasıl bu kadar bilir, şaşıyorsunuz
Duru beyaz elbisesi içinde bakıyor size
Usul usul konuşurken ürkütmüyor
Yaşamışlığına şahitsiniz artık
Nutkunuz tutuluyor
En keskin sorgusu gözlerinde
Gözlerini kırpmıyor
Size unuttum sandığınız birini anımsatıyor.

Duru
Pırıl pırıl, saydam
Korkusuz
Sade ve katıksız
Süssüz, oyunsuz
Göründüğü gibi
Bulanmamış, karışmamış, bozulmamış
Duru
Sakin
Genç
Ve masum

Size unuttuğunuzu sandığınız birini anımsatıyor…

Bodrum Marina, Mayıs 2013

Gelincik Cesareti

image

Seni pırıl pırıl genç kızlığında tanıdım ilk. Ev yapımı kurabiyelerin tanıdık sıcaklığı vardı sende, gülümsemen içtenlik doluydu. Güzeldin, uysaldın, uyumluydun. Sokuluverirdin insanlara, onların da anında kaynardı sana kanı. Ben de ilk görüşte sevdim seni.

Sonraki birkaç yıl gözkamaştırıcı güzelliğini iyice ortaya çıkardı. İçinde bir yerlerde hala o “Şeker Kız” imajı saklıydı ama artık büyüyordun işte. Cazibenin nelere kadir bir silah olabileceğini öğrenmeye başlamıştın. Dünya sana kayıtsız kalamıyordu, yolda yanlarından geçtiklerin başlarını döndürüp döndürüp bakıyorlardı sana.

Mankenle peri kızı arasında bir yerlerdeydin. Hayranların hızla artmaya başlamıştı. Çiçeklerle, armağanlarla, ezgilerle geliyorlardı, kuşatıyorlardı seni her yandan. “Sarı saçlarından sen suçlusun!” diye sesleniyordu ardından o kırık kalpli çocuk ve kimbilir daha kaç tanesi.

Dış görünümün ve kendini taşıyışın öylesine dörtdörtlük bir hal almıştı ki, bazılarını ürkütmeye bile başlamıştı mükemmele teğet geçen bu tablo. Kimi “bize bakmaz bu kız” diye baştan eliyordu belki seni, bazıları “böylesi pek kibirli olur” gibisinden kategorize ediyorlardı kimliğini . Allah vergisi güzelliğin de bir bedeli olduğunu anlamaya başlamıştın.

Ben o zamanlar en çok dış görünümünün bu derece ön plana çıkmasının içindeki ince insanın dünyaya sunabileceklerini gölgelemesinden korkuyordum. Zira ışığının kör ettiği bazı gözler ve hesabını önyargıya kestirenler senden kaçarken senin iç zenginliğini tanıma şansını da yitiriyorlardı. Sen de ambalaj düşkünü bir dünyada yaşadığımızın bilincine varıyordun işte.

Oysa senin için gökkuşağı kadar renkli, görkemli ve az bulunur bir hazineydi. Duygulu, sevecen, merhametli, yardımsever ve cömert bir yürek vardı o kusursuz makyajın, uzun yapılı saçların ve son moda kıyafetlerin oluşturduğu dış kabuğun altında. Bir gelincik kadar da narindin benim gözümde. Seni erkenden koparmasınlar, çabucak soldurmasınlar isterdim hep.

Böyle masal kahramanı gibi tanımlanan bir şahsiyet için insan kaderlerin en parlağını, yaşamların en dolusunu hayal ediyor. Ona bundan azını uygun görmüyor. Yani koca dünyada bir tane Beyaz Atlı Prens varsa, tabiiki gelip bu kızın kapısını çalmalı, ona gönlünü kaptırmalı diyorsunuz. Bütün malzemeler toplanmış, sihirli formül de elinizde, balkabaklarını döndürüverelim işte bir saltanat arabasına ve sonsuza dek mutluluğa bezensin, doysun bu Gelincik.

İstiyordum ki ben de, sen hep el üstünde tutul, hiç incitilme. Zaten dayanamaz diyordum, incedir, kırılır. Alışık da değil üstelik insanların hainliğine, hunharlığına. Uzak dursun bu vahşilikler ondan, onun o toz pembe dünyasından.

Yıllar sana çok daha başka bir yaşam deneyimini getirdiler beraberlerinde. Yanlış anlama sakın beni, “hayata teslim oldun” anlamında söylemiyorum ben bu sözleri. Zira gördüm, her adımı bilerek ve isteyerek attın. Yüreğini kılavuz belledin, önsezilerine kulak vermeyi seçtin hep.

İleride yapmadığın için pişmanlık duyacağından emin olduğun bir iş varsa, gittin yaptın. “Denemezsem hep aklımda bir acaba ile yaşayacağım” dediğin bir eylem varsa, riski göze aldın ve kolları sıvadın. Çoğunluk sadece kendi iç sesine kulak verdin, kim ne diyor, nereye çekiyor aldırmadın. Kararlarının sonuçlarına da katlanmayı bildin, kimseye yakınmadın, kimseden şikayetçi olmadın.

Tabii yaşam da sakınmadı, tüm renklerini gösterdi sana bu yolculuk sırasında. Kalbini buruşturup atan da oldu, iyi niyetini suistimal eden de. İyimserliğine ve cömertliğine gölge düşürmedin, affetmeyi bildin. Bazı insanlara ikinci şanslar verdin, yeniden yeniden denedin köprüler kurmayı. Kimi zaman şanslı çıktın, bazen acın katmerlendi. Ama kendin olmaktan hiç vazgeçmedin.

İlk başlarda üzülürdüm; benim kafamda senin için yarattığım hayale eşdeğer bir yaşam sürmüyorsun diye. Şansızmışsın gibi gelirdi, ya da kaderin kaprisini çekmek sana düşmüş gibi. Parçalanacaksın, un ufak olacaksın diye dertlenirdim, en çok da hiç hak etmiyorsun bunları diye. Benim imgemde sen hala şekerlemeden yapılmış şatonda pırlantalarla bezenmiş tahtından bizlere el sallıyordun yüzünde sevecen ve ölçülü bir gülümsemeyle.

İlk kez babamın mezarının başında sessizce yanyana durduğumuz o kış günü anladım benim güzeller güzeli peri kızım, büyülü masal kahramanım gerçek dünyanın göbek taşında gururla ayakta duran bir yaman genç kadına dönüşmüş aslında. Acının gözünün içine bakmış, kederi tanımış. Şimdi de ölümün dokunduğu insanların yamacında cesaretle yüzleşiyor yaşamla.

Seni o kısacık an dahilinde birikmiş tüm geçmiş zamanlardakinden daha çok tanıdığımı anlıyorum şimdi. Mezarın başındaki sessiz bekleyişimiz sürerken bana tek kelime etmeden “istediğin sürece varım” diyordun, “kabusun ne kadar korkunç olursa olsun paylaşırım” diyordun, “korkma, yanındayım” diyordun. O an bizi mühürledi.

Şimdilerde de hayatın zor cephelerinde savaşıyorsun. Alman gereken kararlar var, çözmen gereken bilmeceler, atman gereken adımlar. Farkındasın hepsinin, biliyorsun. Bulunduğun nokta için kimseyi suçlamıyorsun, hatta özeleştirinin el kitabını yazabilir duruma gelmişsin. Senden öğrenecek çok insan tanıyorum.

Kendinin de sevdiğinin de değişim haritasını çıkarmışsın yıllar boyu, nereden nereye nasıl gelindiğini görüyorsun. Önceliklerin yıllar ve yaşananlarla değişebileceğini anlamışsın, hatta yaşamışsın bizzat. Bezmişlik sezmiyorum yine de ifadende, keskin durum değerlendirmelerinde. Yılmadığın için hayranım sana.

Seni dinlerken yıllar önce sana atfen yazdığım peri masalının sana büyük haksızlık olduğunu da kavrayıveriyorum birden. Ben o senaryoda sana edilgeni oynatmıştım, seni başkahramanın yanındaki kadın olarak tanımlamıştım. Seni belki el üstünde taşıtmıştım ama karar mekanizmalarının da dışında tutmuştum. Sana en gözalıcınsan da olsa bir kenar süsü muammelesi yapmıştım.

Oysa sen belki de en baştan biliyordun kaderini gönlüne göre yazmak istediğini. Vuruşmaya da hazırdın, yıpranmaya da, dizginleri elinde tutan sen olduğun sürece. Kırılganlığını kabullenmiş ama engel yapmamıştın kendine. Bilakis onu bir kılıç gibi kuşanmıştın bu yaşam mücadelesine doğru dörtnala koşarken.

Seni dinlerken gelinciklerin hesabını erkenden kesmemeli diye düşündüm. Yoksa nasıl keşfedebiliriz ki onlarda saklı cesareti? Nasıl şahit olabiliriz olağandan farklı yaşam maceralarına?

Üstelik çok fazla korumacı davranmıyor muyuz bazen güzeli, narini gördüğümüzde? Oysa fena mı biraz bilenmek, az biraz yoğurulmak hayat sinisinde? Sürtünen burunlarımız keskinleşmiyorlar mı sıra belanın kokusunu almaya gelince? Kendinden vazgeçmediği sürece var olmuyor mu insan?

Varsın yaşanmayıversin en cilalı masallar; ideal bazen insanı yorar. Bırakalım biraz hırpalanıversin körpecik gelincikler; ilham ve umut cesaret öyküleriyle coşar.

Akyarlar, Mayıs 2013

Ah Komşu!

image

Yunanlı arkadaşım Anna on sene kadar önce benimle İstanbul’a geldi. Boğaziçi Üniversite’sinde hoca olan başka bir arkadaşımı ziyarete gittik kampüse. Akademisyenlerin şık yemek salonunda bir de güzel öğle yemeği yedik bahçede Boğaz’a karşı.

Anna zeytinyağlı yeşil fasulyeleri yerken ağlamaya başladı. Telaş ettim, “neyin var?” diye sordum. “Aynı annemin elinden çıkmış gibi..” dedi iki hıçkırık arasında…

Annesini bir kaç yıl önce toprağa vermişti.

* * * *

Aynı Anna babamın bulamayacağımı bildiğim izini sürmeye karar verdiğimde de yanımdaydı. O, erkek arkadaşı ve eşimle birlikte Yunanistan’a gitmeyi planladığımızda, ben normal turistik geziye ek olarak Selanik’i de görmek istediğimi söyledim.

Ben de babamı yeni kaybetmiştim. Onun nüfus kağıdında doğum yeri olarak Kesriye yazardı, Selanik’e yakın olduğunu bilirdim. Babamı da, bana tanıttığı Atatürk’ü de anmaya o diyarlara uzanmak istedim.

Babam sağlığında ara ara lafını ederdi oraların, ziyaret etmek geçerdi içinden bilirim. Oysa uçmayı sevmiyordu, beni görmeye Brüksel’e gelmeyi bile aklından geçirmemişken “artık varolmayanın peşine” Selanik’e gitme hayalini çok gerçekçi bulmuyordum, ne yalan söyleyeyim.

Gelin görün ki, babamı kaybedince ben onun hayaline tutundum. Ne aradığımı bilmeden kendimi attım Selanik’e, peşimde de üç güzel insan. Şehri arşınladık, İzmir’i andıran kordonunda yürüdük, güneşin okşadığı deniz manzaralı bir terasta oturup yemek yedik. Gözlerim her yeri taradı, dahası ondan izler aradı. Bulamadı.

Atatürk’ün evine gittik sonra dördümüz. Beklediğimdem daha farklı, belki daha bakımsız. Varsaydığımız ilgi gösteriliyor mu emin değilim o mekana, ziyaretçiler umduğumdan az sayıdaymış bize verilen bilgiye göre, ağır toplar da sanki daha çok gölgelerde. Bahçe çok güzeldi ama, hani duvarların ardında saklı değerli bir mücevher misali ışıl ışıl ve berrak.

Selanik’in biraz dışındaki otelimize gitmek için kiralık arabamıza doğru yürürken içim babamın deyimiyle mayhoştu biraz. Hayalkırılığıyla buluşmuştum. “Ne bekliyordun ki?” diye azarladım kendimi gerçekçilikle ama içimdeki küçük kız biraz ağladı.

Anna dürttü beni o sırada: “Deniz, iyi ki geldik şu Atatürk’ün evine sayende. Şu siyah beyaz resimlere bakıyorum da, ne adammış ama, ne karizma! Laf aramızda, bizim Venizelos sönük kalmış yanında…”

* * * *

Çok turistik olmayan Yunan adalarından birine uğradık aynı gezi sırasında. Kiraladığımız arabayla koyları geziyoruz, kiminde denize giriyor, kiminde bir kafede mola veriyoruz.

Yolumuz beni gözüm kapalı getirseniz Türkiye olduğuna kalıbımı basacağım bir koya düşüyor. Hava oldukça rüzgarlı, deniz dalgalı. Yüzmeyeceğiz ama sahilde konuçlanmış kır kahvesinde ister Türk ister Yunan bir kahve içmek niyetimiz.

Anna siparişleri verirken benim için de sade bir kahve söylüyor. Oranın sahibi olduğunu tahmin ettiğim amca Anna’ya heyecanla bir soru yöneltiyor hemen, o da gülerek yanıtlıyor. Sonra adam bana alıcı gözüyle bakıp içtenlikle selamlıyor beni.

O masadan ayrıldıktan sonra Anna’dan tercüme rica ediyorum: “Küçük Hanım sade kahvenin ne kadar sert olduğunu biliyor mu?” diye uyarmış adamcağız. Anna da “Türktür, çok iyi bilir” diye yanıtlayınca gevşemiş haliyle, yakın saymış.

Kahveler pek leziz, dumanları üstlerinde. Sohbet de öyle güzel. Anna’nın ona İstanbul’dan hediye getirdiğim eşarbı takmış olduğunu fark edyorum o sırada. Ege’ye dalıp gidiyor bakışlarım, hangi kıyısından baksan ayrı güzel. Keşke bir sevda masalı olsaydı geçmişimiz; edebiyata yarardı, musikide çoşardı…

Son biriki kez misafir edildiğimiz için bu kez hesabı ben ödemekte kararlıyım. Biraz da bahşiş bırakıyorum, ara mevsim, bizden başka müşteri de yok, sonra ne bileyim, babamın geldiği topraklara saygı geçitim devam ediyor sanırım.

Yaşlı adam bahşişi görünce sevinip Anna’ya “doğru mu anladım” gibilerinden teyyit ettiriyor. Sonra o sevimli gülümsemelerinden birini daha takınıp geldiğinin iki misli hızla kayboluyor. İki dakikaya kalmadan da elinde taze irmik helvası tabaklarıyla geri dönüyor. Anna tercüme ederken duyuyorum hayal meyal “Hanım az önce pişirdi, tazecik. İkramımız…”

Burnumda tarçın kokusuyla ömrümde yediğim en lezzetli helvalardan birini kaşıklarken aklımda Boğaziçi’nin yeşil fasulyeleri.

Ben de biraz ağlıyorum.

* * * *

Eva ve Nikos Brüksel’de yıllar önce tanıştığımız yakın arkadaşlarımız ve komşularımız. Kızımız İspanyol, eşi Yunanlı. Biz kızlar tanıştık önce iş yerinde, anlaşınca eşlerimizi de dahil ettik muhabbete. İlk dörtlü buluşmamız Brüksel’in merkezindeki modern bir Yunan lokantasında oldu. Ben eşimi tembihledim önceden: “Bak, Eva çok tatlı bir insan, sen de eşiyle biraz kaynaşmaya gayret et lütfen…”

Kaynaştılar da nitekim. Biz dördümüz dördün her kombinasyonunda rahatça buluşup sohbet eden güzel bir ekibe dönüştük zamanla. İspanyol, Yunan, Türk vatandaşlar özellikle güneş aşkı, ağız tadı, sofra keyfi söz konusu olduğunda çok iyi anlaşıyorlar. Ancak Ege’nin tuzuna batmışların, hele de yürekleri kapanmamışsa, başka türlü bir paylaşımı var.

Dostluğumuzun emekleme döneminde bir gün Evalara giderken bir kapta ev yapımı bir tatlı götürmüşüz. Eva sonrasında kabı yıkamış, temizlemiş ve tam iade edecekken Nikos haykırmış: “Batı Avrupalı medeni ülkedenim diye geçiniyorsun, ama gelen kabın içi boş geri verilemeyeceğini bilmiyorsun!”

Gözünü sevdiğimin Ege rüzgarı…

İspanya’da birlikte tatil yaptığımız dönemde keyifli bir yürüyüş sırasında sohbet ederken konu nasılsa hayvanların çıkardığı seslere geldi. Üç dilde ötme, anırma, kişneme gibi eylemlerin nasıl seslendirildiğini karşılaştırır bulduk kendimizi başka işimiz yok gibi.

Değişik örnekleri sıraladıktan sonra ortaya çıkan tabloya göre yazılışları farklı da olsa fonetik anlamda çok yakın seslerle ifade ediyorlardı kendilerini Yunanlı ve Türk kuşlar, atlar, horozlor ve inatçı eşekler.

Nikos Eva’ya bakıp “Ne garip şu İspanyollar, hiç “piu piu” diye öten kuş gördün mü sen gerçekten hayatında?” diye kahkahalar atıyordu o sırada.

* * * *

Eşim tatlıya düşkün, Ankara’nın bilinen şekercilerinden birinin ürünü çikolatalı drajelere de meftun… Gidip geldikçe taşıyoruz oradan Brüksel’e. Nikos da tatlısız hayatı zindan sayanlardan. O da fena alıştı bizim drajelere, yakın malum damak tadı.

O aralar Nikos’un babası Atina’da, ciddi bir rahatsızlığı var. Izdırap içinde, günlerinin sayılı olduğu düşünülüyor. Malum bu “ha bugün ha yarın” bekleyişi çekeni de, refakat edeni de eriten bir süreç. Hele de ayrı memleketlerde olunca…

Talihsizlik bu ya, o dönem biz de dertler ve hastalıklarla boğuşup duruyoruz. Nikos’un başka yürek acıları da oldu üstüne. Herkes kendi sıkıntılarıyla başa çıkmaya çalışıyordu ama birbirimize kulak vermekten de vazgeçmedik.

Derinine dertleştiğimiz bir akşam laf arasında yakındım komşuma: “Huzursuzluğumuzu hissetmiş gibi evdeki çiçekler, tek bir yüzü gülen orkide kalmadı evde. En son aldıklarımız bile bir hafta zor dayanıyorlar çiçeklerinin döküp kendilerini bırakmadan önce.” Moralsizdim, cepte birikmiş umudun da çoğunu tüketmiştim.

Ertesi akşam Eva uğradı kapıdan, “eşimden emanetin var” diyerek. Miniminnacık bir orkide, incecik dallarına inat açılmış körpe çiçekleriyle göz kırpıyor. “Boyuma posuma bakıp küçümseme beni, önemli olan niyet” diyen bir havası var. Cesaretine tutunmak istiyorum, zarafetiyse gözkamaştırıcı.

Akışı tersine çevirebilir mi bu narin çiçek? Yaşamımızdaki gölgeleri yokedebilir mi? Bilmiyorum ama umut tohumları ekildi işte yüreğime. Bu nadide çiçekle beraber serpilmelerini diliyorum, dostluktan aldıkları ilhamla.

* * * *

Nikos bir dönem daha Atina-Brüksel arası mekik dokumaya devam etti. Umutsuz ve bitkindi ama mücadeleyi bırakmadı. Kendini hazırlamaya, ailesine kol kanat germeye calıştı. Ama ölümün huzurunda hepimiz her zaman hazırlıksız ve güçsüz hissetmiyor muyuz? Nitekim o an geldi, babasına veda edip döndü Brüksel’e. Çeken bilir sözü çok doğru, öyledir de.

Nikos’un babasının ölümünden birkaç ay sonra annemi kaybettik. “Nasılsın?” diyordu Brüksel’den Ankara’ya uzanan endişeli sesi Nikos’un.

“Ne bileyim..” dedim, “…araba çarpmış gibiyim.”

“İyi bir ikili olacağız desene… ” dedi yorgun ama yenilmemiş haliyle. “Ben de kamyon çarpmış gibi hissediyorum.”

Annemi toprağa verdikten biriki gün sonra Brüksel’e dönmeden tanıdık şekercimize uğradık eşimle. Orada çalışanlarla annemi andık, adeti bozmayıp biraz da draje aldık. Nikos’u da unutmadık. Çekilen acılara iyi gelecek sanki tatlı yemek.

Dönüşte Eva’yı gördük önce, hediyesini yolladık onunla eşine taze taze tadılsın diye. Akşam telefonuma bir mesaj düştü komşudan: “Siz ne güzel insanlarsınız…” yazmış, “…araba çarpmış haliniz bile düşünceli…”

Evde yeniden hayat bulan orkidelerden yana bakarken sanırım komşuluk böyle bir şey diye düşünüyorum. Bir denizin üstünden uzanıp birinin elini tutmayı bilmek, bunu becerebilmek. Acılarımızın en taze anında bile bir diğerinin kalbine bir gülücük kondurabilmek.

Belki Ege’yi tatmak, tanımak böyle bir şey…

Akyarlar (Kos’a karşıdan bakarken), Mayıs 2013

Veda

image

Biliyorsun bir zamandır; buralar haram sana artık. Gitme zamanı, seni çağırıyor yine uzaklar. On sekiz yaşını anımsıyorsun, walkman vardı o yıllarda. Takardın kulağına, yürürdün Ege sahillerinde çıplak ayak. Yeni Türkü kulağına fısıldardı: “Burası gibi değil gideceğim memleket…” Sen de eşlik ederdin; neye gittiğini bildiğinden değil, kalamayacağını anladığından.

Yaşamın bir roman değil, daha çok bir öyküler dizisi olarak tanımlanabilir. Her öykünün sonunda bir soluklanırsın önce, aynadaki aksine bakarsın alıcı gözüyle, bu macera benden ne aldı ne kattı diye. Sonra arkana bakarsın, bu çorbada benim de tuzum oldu mu diye, çorbayı içenlerin hem karınları hem yürekleri ısınıyor mu diye. En çok da çorbayı hala içen var mı diye…

Sen bu molalarda “Bugün tanışsaydım kendimle, sever miydim bu insanı, bağrıma basar mıydım?” diye düşünürsün. “Beş yaşındaki halim gelse karşıdan dönüp bakar mı bana?” sorusunu sorarsın samimiyetle. Hala ortak noktalarınız olduğunu umarsın.

Gideceğini bilmekle kalkıp gitmek arasındaki zaman zordur. Bildiğin araf işte. Ne buradasın ne orada. Çetin bir savaşa girersin kendinle: Son ana kadar buradaki sorumluluklarımı yerine getireyim, gevşemeyeyim, yayılmayayım. Kendim olayım, tutarlı davranıştan şaşmayayım.

Ne var ki aklın uçar gider ara ara, ya bu öykünün geçmişini didikler, ya yazılmamış olan üzerine spekülasyona soyunur. Ya arkada kalırsın, ya önden gidersin, şimdiki an senden kaçar. Oysa sen anı yaşamayı çok seversin.

Çevrenin de bakışı değişir sana, araf hali onların tavırlarına da yansır. Kimi seni “zaten gitti” kabul eder, kimi “senden sonra” ya odaklanır. Bazısı direnir, illa kal diye yalvarır. Boştur çabası, o da bilir, sen de. Israr uzadığında can acıtır ama sevildiğini bilmek insana çok yakışır.

Zaman yine de geçer. Sen onun hakkını veremediğini hissederken, kendini daha az duygusallığa, daha çok kabullenişe teşvik ederken geçer. Zaman seni hiç takmaz aslında, sen niyeyse onun umrunda olduğunu sanırsın. Hep de aldanırsın.

Gitme vakti yaklaşırken toparlanırsın, neler çıkar o uzun zamandır açılmamış çekmecelerden ve uğranmamış dolap diplerinden. Hikayeni sanki ağır çekimde yeniden yaşarsın. Onu yeniden yazarsın. Başkişi sandıkların figürana dönüşür bazen, arka plandaki bir gelişme artık hayati önem kazanmıştır. Öykünün birbaşka türlü tadına varırsın.

Atılacaklara ve tutulacaklara karar verme zamanıdır şimdi. Niye sakladığına anlam veremediklerini hemen atarsın. Bazıları eline yapışır dokunduğunda, silkelersin inatla. Çırpınırlar ama çöpe düşüşleri fısıltı gibidir. Kimse duymaz.

Kalanlar zaten kalacaklarını bilirler, sana da sormazlar. Yargılayamazsın onları. Mükemmel değillerdir elbet, kırık döküktür çoğu, ya da buruş buruş ama senden olmuşlardır zamanla. Üstelik kimi zaman haksız yere. Savaşmazsın artık onlarla, savaşmazsın kimliğinle.

Üstünde düşündüklerin vardır sonra; bir yanın “aman, at gitsin” der, öteki yanın ne me lazımcıdır. Onların kaderi o gün yatağın hangi tarafından kalktığına bağlıdır. Bazıları fırlatıldığıyla kalır, diğerleri bir umut hayata yapışır.

“Sıyırttık” derler sessizce ve kendi aralarında, bir kolinin derinliklerine gömülürken. Belki açarsın o kutuyu bir gün, belki karanlıkta uyumaya devam ederler.

Arafı sevmezsin ama o beceriklidir, zamanla bir perde gibi gözlerinin önüne inmeyi bilir. Alışıverirsin bu ara mevsime. Keten gömleklerinin üstüne yün hırkalar çekersin, yazlık pabuçlarının içine çorap giyersin. Yuvanda değilsin, huzurda değilsin ama ayaktasın işte.

Sonra bir gün bakarsın tüm dolaplar boşalmış, tüm paketler toplanmış, bu mekanda senden hiçbir iz kalmamış. Bilirsin, bilgeler ne der: “arkana bakma”, ama sen kendine yenilir, döner bakarsın. Gariptir için öyle kötü acımaz, gitmek anı kendini hissettirir.

Tam o sırada insanlar keser yolunu, çiçekler, kelimeler, şampanyalar ve geçmişten fotoğraflar getirmişlerdir yanlarında. Samimi sürprizler kır çiçeklerini anımsatır sana, sen en çok onlardaki yalınlığı seversin.

Biri tek bir cümle söyler en beklenmedik anda, dünyan aydınlanır. Kollarına koşarsın, sarılırsınız. Bu öykünün en başındaki sarılışınızı hatırlarsın aniden. Ne mutlu ki bazı güzellikler çoğalarak saklanır. Yeniden şimdiyle barışma zamanıdır.

“Bu olgunluk çok yakıştı sana” der eski bir dost. Gözlerinde akmayı bekleyen yaşlarıyla. Hüzün değil gurur görürsün o bakışlarda. İlaçtır. Çok iyi gelir sana.

Sözler, jestler, dokunuşlar hem sesli hem sessiz anlatır duyguları. Öyküne bir daha dönersin o insanlarla. Bir daha ve bir solukta baştan sona, onlarla okursun yaşananı.

Yüreğin hafifler, gülümsersin. Tam o sırada ve ansızın yeni öykünün başkahramanlarından biri çıkagelir. “Araf bu kadar uzun sürdüğü için üzgünüm” der, “ama bekle gör, bu gelen heyecanlı bir macera olacağa benzer, içime doğdu bak” der.

Gider sonra, yokolur sahneden. Sen merakınla kalırsın. İçin kıpır kıpır.

Başlangıçlardaki acemiliği seversin, beklentinin çırpıntısı hayata bağlar seni. Çocukluğunda okulun ilk gününde giydiğin yeni rugan ayakkabılar gelir gözünün önüne. Her adım anlam taşır, sen istediğinde.

Ayrılmak zamanıdır artık. Tam kapıya gelmişken biri tutar kolundan, “henüz değil” der bakışları. Yalnız geçme ister belki bu eşikten, belki bir iki metre daha seninle yürümek çeker canı. Seni uğurlayayım derken o da taşar biraz dışarı bu hikayeden.

Zaman temposunu düşürür azıcık, ince yağan yağmurda ıslanır. Öyküler başlar, öyküler biter. Bazı kahramanlara veda edemezsin…

Brüksel – İstanbul TK 1938 seferi, Mayıs 2013

Boşlukları doldurmak

doldurmakvf

Orta okulda İngilizce öğrenmeye başladığımız yıllarda pek sevdiğim bir dil egzersizi vardı: “Fill in the blanks” (boşlukları doldurun).  Bu egzersiz kapsamında yolunuza fiili, nesnesi, hatta öznesi eksik cümleler çıkardı.

Sizden beklenen bu yerinde yeller esen parçaya rağmen tümcedeki anlamı kavramanız ve bulmacanın kaçak elemanını bulup yerine takmanızdı.  Bir kez doğru kelimeyi yakalayıp yerine yerleştirdiniz mi, o biraz şaşalamış, hafiften ayarı bozulmuş cümle anında kendini toparlar ve yeniden can bulurdu. O saate kadar flu görünen bir imajın kaşla göz arasında netleşip gözbebeğinizi fethetmesi gibi.

 *    *   *   *

Annemin ölümünden kırk gün kadar sonra ilk kez onun yaşadığı şehre, Ankara’ya, gideceğimi öğrenen kuzenim “evde kalmak zor gelirse, bana gel” diye yazmış bana.  Odasını bana tahsis etmeyi önermiş, “annen kadar olamasa da elimden geldiğince iyi bakarım sana” demiş. Biliyorum bakar.

Figen beni avucunun içi gibi bilir.  Dahası “aniden anne kaybetmek” nedir, onu sanırım benden de iyi bilir.  Duygusaldır ama metindir.  Hislerine sahip çıkarken gerçekçidir. Dünyanın o on beş yaşımızda hayal ettiğimiz yer olmadığını çok erkenden anlamıştır.

Şaşıracaksınız belki ama Figen’in bilmeceyi çözmüş hali karamsar değildir.  Sevdiklerini ve önceliklerini belirlemiş ve asla kabul edemeyeceklerini listelemiş insanların huzuru yansır bakışlarına.  Aynı bilge bakışlar itirazsız kabul eder “çok sağ ol ama ben evde kalayım” dediğimde.

O erken basan yaz havasının etkisinde kara ikliminin kaprislerini unutup lokantanın terasında ürperdiğimiz Ankara akşamında karşı karşıya otururken aslında yanyanaydık. Meze tabaklarını benden tarafa boşaltırken pembe ufuklar vadetmiyordu Figen.  Hatta iç yanmasının uzun yolculuğunun izlerini buldum sessiz gözlerinde.

“Bu da hayattan” diyordu tek söz etmeden.

Sevmediğimi bile bile bir sigara yaktı sonra. Duman anlattı da anlattı…

*    *   *   *

Fatih Apartmanı’nın kapıcısı İlyas beni kapıda karşıladı.  Anneme ve aileye sahip çıkışıyla bizi zaten kendine bağlamış bu iyi yürekli şahsiyet valizimi kapıp asansöre taşırken “iyi ki geldin Abla, ben o kapı kapalıyken çok fena oluyorum” diye iç geçirdi.  Tekerlekleri olduğu halde valizi sürmek yerine taşıdığını gözlemledim.

Ben kırık dökük bir şeyler söyledim bağları koparmayacağıma dair. Asansör dördüncü kata yaklaşırken “benim için yazdıkların için teşekkür ederim Abla” dedi aynı samimiyetle, biraz da çekingen.

Annemin ölümünden sonra yazdığım dört bölümlük yazıyı okuduğunu anladım sözlerinden. Teyzem bahsedecekti biliyordum ama kendini bir internet kafeye atıp biran önce okumasını beklemiyordum sanırım. İçimde kelebekler uçtu.

“Okudun mu hepsini İlyas?” dedim.

“Okumam mı Abla?” dedi.

Öyle bir dedi ki, keşke duysaydınız…

*    *   *   *

Totoş Teyzem, kuzenlerim Engin, Eralp ve kızı Hazal Ankara’daki o “ilk” akşamda benimle beraber annemin evindeydi.  Sahiplerinin yokluğunda o evde olmak duygusu gençlikte ebeveynden izinsiz araba kaçırma haline benziyor.  Bir huzursuz heyecan, bir yetim suçluluk duygusu.

Totoş bize özenli bir sofra kurdu, güzel yemeklerinden sundu. Hazal kahvelerimizi yaptı. Eralp Ağabey benim yokluğumda benim adıma koşturduğu işlerde ne kadar zaman harcadığını ve ter döktüğünü anlatmadı. Engin normal bir buluşmaymış gibi yaptı. Ben bazı kahve fallarına baktım annemin yokluğunda.

Konuştuk ama çok çok konuşmadık. Bazen sustuk ama suskun kalmadık. Hazal “valizini açtıysan şu bana getirdiğin topuklu ayakkabılara bir göz atayım” dedi en yumuşak sesiyle.  Onun yirmili yaşlarının enerjisine ve sevecen karakterine pili bitmeye yatmış aletler gibi ihtiyaç duyduğumuzu düşündüm o an.

“Hazal, biz uzun zaman sensiz kalınca şarjı tükenmiş halde can vermeye yatıyoruz, o yüzden yamacımızda olman çok mühim” dedim.  O sırada annemin cep telefonunu tekrar hayata kazandırmak için Turkcell’le yaptığı savaşı zaferle sonuçlandırmıştı. Bundan bahsediyorum sandı. “Yok canım, ben ne yaptım ki?” dedi yalın ve saf.

O da bir gün bilecek…

*    *   *   *

On bir yıldır görmediğim arkadaşım İstanbul’dan kalkıp gelmiş.  Gazi Osman Paşa’da bir lokantanın bahçesinde gittikçe soğuyan bir Ankara akşamında karşılıklı oturuyoruz.  İnsan on bir yılın dökümünü nasıl sığdırır birkaç saate?  Üstelik de ölümün gölgesinde.

Özetlemeye çalışmak zor, parantez parantezi kovalıyor. Başka yollarda bazen bir başımıza bazen diğerine yabancı insanlarla yol almışız. Heveslere kapılmışız, aşık olmuşuz, burnumuz önce büyümüş, sonra sürtülmüş. O erkek ama saçları neredeyse benden uzun. Ben onun bıraktığı sertlikte değilim.  Saçım kısaldıkça durulmuşum belki de.

Yıllardır görmediğim, hatta bilinçli olarak izini de sürmediğim arkadaşım onca zaman sonra sarsıcı bir kayıpla başa çıkmaya çalıştığım şu noktada yanımda olmayı seçmiş. Şimdi de üşüyeceğim korkusuyla garsondan üçüncü şalı istiyor benim için. “Omzunu sıkı ört” diyor el işaretiyle.

Ben üşümüyorum.

 *    *   *   *

Bir dostum var, bir zamandır çok derinlerde.  Zor maceralar çıkardı hayat önüne, çetin mücadeleler. Sarsıldı, belki yaralandı ama alnının akıyla çıktı o sınavlardan. Ruhu yorgun ama, belki bedeni de. Yine de şefkat ve sorumluluk duygusu dolu kalbi onu hala “diğerleri” için çırpınmaya iterken o kendisi için bir mola almakta zorlanıyor.

Nicedir halini hatırını sormak istiyorum. Ama aynı şehirde değiliz, aynı ülkede bile değiliz. Ben henüz bir Skype insanı da olamadım, telefon sohbetinden bile haz etmiyorum.

Biz yüzyüze konuşacaktık önceki gelişimde, dertleşecektik plana göre. Ama annem öldü.  Ben dostumu dinleyecektim, ama sonuçta o benim yanıma koştu, desteğim oldu. Varoldu.  Ben bir zaman çok konuşmadım, o benim demediklerimi dedim saydı, ben onun içtenliğinde güç buldum.

O akşam sonunda ondan bahsedebildik.  Çarelerim de yoktu ki, paket paket vereyim ona.  Aklım başımdayken daha güzel konuşurum ama bir zamandır düşüncelerim parçalanmış, cümlelerim kesik kesik.

Yine de denedim. En formsuz, en beceriksiz halimle ve sadece samimiyetimi sezeceğini umarak denedim.  Fena halde yetersiz kaldığımı düşünüp hayıflanarak döndüm eve, içimde kalın bir sıkıntı.

Ertesi gün bir mesaj atmış, “bu halin bile iyi geldi” diyen.  Kendi acımızla kavrulduğumuz en yitik anımızda bir başka yaraya bir nebze merhem olabilmekten duyduğum cılız avuntu utangaç bir umut ışığı misali sızdı kalbimden içeri.

*    *   *   *

Biz eskiden çok konuşurduk, herşeyden saatlerce konuşurduk. Anlatmak kolaydı, birbirimizin beynine akmak kolaydı, karakterlerimiz benzemezdi ama yanyana çok güzel dururduk. Sonra bir rüzgar esti, biz önce devrildik, sonra kırıldık, ve fena halde savrulduk.

Aradan geçen yıllarda önce sadece sustuk, sonra ara ara dokunduk birbirimize ama kaybettiklerimizin heybeti gölgeledi hep bu dokunuşları.  Biraz boşta kaldık, biraz sahte hissettik.  Oysa ikimiz de enayi dürüstlerdendik.

Ve olana bitene aldırmadan gelmiş arkadaşım, işte karşımda.  Sislerden de gölgelerden de dem vurmadan, hesap sormadan, sarsmadan, yıpratmadan bakıyor bana.  Sabah uçağını kaçırmış, alandan Kızılay’a kadar da 1 Mayıs trafiğine takılmış, üstelik bir boğaz enfeksiyonu geçirdiğinden sesi de yoka yakın düzeye inmiş halde karşımda oturuyor.

Kelimeler benim dilimde, onun gözlerinde.

Totoş şehriye çorbası, Hazal bitki çayı hazırlıyor.  İkrama geçiyorlar.  O sessizce önüne getirilenleri tüketirken ben söyleyemeyeceklerimi de anlayacak umuduyla konuşmaya devam ediyorum…

*    *   *   *

Hani derler ya, insan önceliklerini belirleyecek, seçimlerini de ona göre yapacak.  Herşeyi aynı anda yapmak mümkün değil, bir takım işler yapılmadıklarıyla, bazı insanlar hiç aranmadıklarıyla kalacaklar. Bazı hayaller hiç gerçekleşmeyecek.  Önemli olan isabetli seçim ve ona uygun davranış.

Hepiniz bilirsiniz kap doldurma hikayesini; önce büyük taşlarla başlarsınız, ki sizin için olmazsa olmazlar onlar. Sonra aralara küçükleri serpiştirirsiniz, kalan boşluklara da kumu.  Bu işleme kumla başlayanlarınsa vay haline,  sayıda fazla önemde az bir sürü iş yaptıklarıyla kalır ve hayatı kaçırırlar.

Ara ara durup taşları gözden geçirmeniz de şarttır; hala aynı anlamı ifade ediyorlar mı diye. Sonuca göre revizyonlar yapılabilir yaşamda. Ne var ki, bazen hayatın akış hızı insana düşünecek zaman bırakmaz. Ya da siz akışa öyle bir teslim olursunuz ki, sıradakini yapmayı gerekeni yapmaya tercih ediverirsiniz. Kendinizi sırtınızdan hançerlersiniz.

Bazen böyle durumlarda bu boş akışı kesip o özlenen, ihtiyaç duyulan molayı almanıza ön ayak olacak biri gerekir size. Kendi kendinize söz geçiremediğiniz o anlarda imdadınıza yetişir. Sizi bilen, kendini bilen ve gösterişten uzak bir cesaretle hem kendine hem de size saldırabilen bir dost.

Yaman sorgular, kırık emeller, eğrilmiş tutkular, o hala deli heyecanlar sağa sola fırlatılır.  İsyanla pazarlığa oturur kabulleniş.  İç önce boşalır, ekşir, yanar.  Derken ince ince umutla dolar.

Bazen uzun geceler gerektirir bu süreç, bazen güneşli havada üstüste iki gün iki güzel öğlen yemeği.  Baktım masanın üstündeki kağıt peçeteye uzanıyorum çaktırmadan,  sol gözümün köşesi sağanak yağmur altında bakımsız bir çatı gibi akıtıyor.  O güneş gözlüklerinin koyu renkli camlarında bulmuş kuytu korunağını.

“Sen benim en kocaman taşlarımdansın!” diye seslendi yüreklerimiz birbirine o sırada ve hep bir ağızdan.

*    *   *   *

Beni Brüksel’de havalimanından eve getiren taksi şoförüm biraz acemiye benziyor. Adresi biliyor gibi yaptı ama tam olarak bilmiyor, bir önceki sokaktan döndü.  Ben kibarca hatırlatınca itiraf etti bu mahallenin yabancısı olduğunu ve genelde GPS kullandığını.  “Önemli değil” dedim, yolu tarif etmeye koyuldum, adım adım ve sakin.

Eve yaklaşırken “Madam, ben başta GPS yok diye tedirgin olmuştum ama sizin hükmetmeyen yumuşak ses tonunuzla daha bile keyifli oldu bu yolculuk!” dedi hem itiraf hem iltifat eder gibi.  Hala Ankara anılarıyla dolu ruhuma şerbet etkisi yaptı sözleri, içtenlikle güldüm teşekkür ederken.

Evin kapısına geldiğimizde borcumu ödemek için cüzdanıma elimi attım ama sadece tam para çıktı.  Şoförde pek fazla bozuk para yok.  Belçika’nın Pazar günü, memlekette dükkanlar kapalı, sokakta bir Allah’ın kulu yok, kime bozduracağız? Alın size hazır kriz malzemesi.

Adamcağız yolu da bilemediğinden mahcup, kaşınıyor para üstü çıkartmak için. Çabası çok gerçek, saygı duyulası. Sadece bozuk para olarak verebilecek, biraz da eksik kalıyor üstelik.

“Aldırmayın…” diyorum, “… bozuk para da para, farkı da bahşiş sayalım”. Adam bana minnetle bakıyor. Otuz kiloluk valizimi kuş tüyü taşır rahatlığıyla apartmanın girişine kadar çekerken “herkes sizin gibi müşteri olsa, bizim hayatımız ne kadar kolaylaşır” diye mırıldanıyor.

*    *   *   *

Asansör üçüncü kata çıkarken herşey bir anda netleşip fethediyor gözbebeğimi.  İngilizce dersimizdeki egzersizler gereksiz idman değilmiş belki de.

Birbirimizin boşluklarını doldurmaya çabaladığımızda tamamlanıyor yaşam.

Brüksel, Mayıs 2013