Orta okulda İngilizce öğrenmeye başladığımız yıllarda pek sevdiğim bir dil egzersizi vardı: “Fill in the blanks” (boşlukları doldurun). Bu egzersiz kapsamında yolunuza fiili, nesnesi, hatta öznesi eksik cümleler çıkardı.
Sizden beklenen bu yerinde yeller esen parçaya rağmen tümcedeki anlamı kavramanız ve bulmacanın kaçak elemanını bulup yerine takmanızdı. Bir kez doğru kelimeyi yakalayıp yerine yerleştirdiniz mi, o biraz şaşalamış, hafiften ayarı bozulmuş cümle anında kendini toparlar ve yeniden can bulurdu. O saate kadar flu görünen bir imajın kaşla göz arasında netleşip gözbebeğinizi fethetmesi gibi.
* * * *
Annemin ölümünden kırk gün kadar sonra ilk kez onun yaşadığı şehre, Ankara’ya, gideceğimi öğrenen kuzenim “evde kalmak zor gelirse, bana gel” diye yazmış bana. Odasını bana tahsis etmeyi önermiş, “annen kadar olamasa da elimden geldiğince iyi bakarım sana” demiş. Biliyorum bakar.
Figen beni avucunun içi gibi bilir. Dahası “aniden anne kaybetmek” nedir, onu sanırım benden de iyi bilir. Duygusaldır ama metindir. Hislerine sahip çıkarken gerçekçidir. Dünyanın o on beş yaşımızda hayal ettiğimiz yer olmadığını çok erkenden anlamıştır.
Şaşıracaksınız belki ama Figen’in bilmeceyi çözmüş hali karamsar değildir. Sevdiklerini ve önceliklerini belirlemiş ve asla kabul edemeyeceklerini listelemiş insanların huzuru yansır bakışlarına. Aynı bilge bakışlar itirazsız kabul eder “çok sağ ol ama ben evde kalayım” dediğimde.
O erken basan yaz havasının etkisinde kara ikliminin kaprislerini unutup lokantanın terasında ürperdiğimiz Ankara akşamında karşı karşıya otururken aslında yanyanaydık. Meze tabaklarını benden tarafa boşaltırken pembe ufuklar vadetmiyordu Figen. Hatta iç yanmasının uzun yolculuğunun izlerini buldum sessiz gözlerinde.
“Bu da hayattan” diyordu tek söz etmeden.
Sevmediğimi bile bile bir sigara yaktı sonra. Duman anlattı da anlattı…
* * * *
Fatih Apartmanı’nın kapıcısı İlyas beni kapıda karşıladı. Anneme ve aileye sahip çıkışıyla bizi zaten kendine bağlamış bu iyi yürekli şahsiyet valizimi kapıp asansöre taşırken “iyi ki geldin Abla, ben o kapı kapalıyken çok fena oluyorum” diye iç geçirdi. Tekerlekleri olduğu halde valizi sürmek yerine taşıdığını gözlemledim.
Ben kırık dökük bir şeyler söyledim bağları koparmayacağıma dair. Asansör dördüncü kata yaklaşırken “benim için yazdıkların için teşekkür ederim Abla” dedi aynı samimiyetle, biraz da çekingen.
Annemin ölümünden sonra yazdığım dört bölümlük yazıyı okuduğunu anladım sözlerinden. Teyzem bahsedecekti biliyordum ama kendini bir internet kafeye atıp biran önce okumasını beklemiyordum sanırım. İçimde kelebekler uçtu.
“Okudun mu hepsini İlyas?” dedim.
“Okumam mı Abla?” dedi.
Öyle bir dedi ki, keşke duysaydınız…
* * * *
Totoş Teyzem, kuzenlerim Engin, Eralp ve kızı Hazal Ankara’daki o “ilk” akşamda benimle beraber annemin evindeydi. Sahiplerinin yokluğunda o evde olmak duygusu gençlikte ebeveynden izinsiz araba kaçırma haline benziyor. Bir huzursuz heyecan, bir yetim suçluluk duygusu.
Totoş bize özenli bir sofra kurdu, güzel yemeklerinden sundu. Hazal kahvelerimizi yaptı. Eralp Ağabey benim yokluğumda benim adıma koşturduğu işlerde ne kadar zaman harcadığını ve ter döktüğünü anlatmadı. Engin normal bir buluşmaymış gibi yaptı. Ben bazı kahve fallarına baktım annemin yokluğunda.
Konuştuk ama çok çok konuşmadık. Bazen sustuk ama suskun kalmadık. Hazal “valizini açtıysan şu bana getirdiğin topuklu ayakkabılara bir göz atayım” dedi en yumuşak sesiyle. Onun yirmili yaşlarının enerjisine ve sevecen karakterine pili bitmeye yatmış aletler gibi ihtiyaç duyduğumuzu düşündüm o an.
“Hazal, biz uzun zaman sensiz kalınca şarjı tükenmiş halde can vermeye yatıyoruz, o yüzden yamacımızda olman çok mühim” dedim. O sırada annemin cep telefonunu tekrar hayata kazandırmak için Turkcell’le yaptığı savaşı zaferle sonuçlandırmıştı. Bundan bahsediyorum sandı. “Yok canım, ben ne yaptım ki?” dedi yalın ve saf.
O da bir gün bilecek…
* * * *
On bir yıldır görmediğim arkadaşım İstanbul’dan kalkıp gelmiş. Gazi Osman Paşa’da bir lokantanın bahçesinde gittikçe soğuyan bir Ankara akşamında karşılıklı oturuyoruz. İnsan on bir yılın dökümünü nasıl sığdırır birkaç saate? Üstelik de ölümün gölgesinde.
Özetlemeye çalışmak zor, parantez parantezi kovalıyor. Başka yollarda bazen bir başımıza bazen diğerine yabancı insanlarla yol almışız. Heveslere kapılmışız, aşık olmuşuz, burnumuz önce büyümüş, sonra sürtülmüş. O erkek ama saçları neredeyse benden uzun. Ben onun bıraktığı sertlikte değilim. Saçım kısaldıkça durulmuşum belki de.
Yıllardır görmediğim, hatta bilinçli olarak izini de sürmediğim arkadaşım onca zaman sonra sarsıcı bir kayıpla başa çıkmaya çalıştığım şu noktada yanımda olmayı seçmiş. Şimdi de üşüyeceğim korkusuyla garsondan üçüncü şalı istiyor benim için. “Omzunu sıkı ört” diyor el işaretiyle.
Ben üşümüyorum.
* * * *
Bir dostum var, bir zamandır çok derinlerde. Zor maceralar çıkardı hayat önüne, çetin mücadeleler. Sarsıldı, belki yaralandı ama alnının akıyla çıktı o sınavlardan. Ruhu yorgun ama, belki bedeni de. Yine de şefkat ve sorumluluk duygusu dolu kalbi onu hala “diğerleri” için çırpınmaya iterken o kendisi için bir mola almakta zorlanıyor.
Nicedir halini hatırını sormak istiyorum. Ama aynı şehirde değiliz, aynı ülkede bile değiliz. Ben henüz bir Skype insanı da olamadım, telefon sohbetinden bile haz etmiyorum.
Biz yüzyüze konuşacaktık önceki gelişimde, dertleşecektik plana göre. Ama annem öldü. Ben dostumu dinleyecektim, ama sonuçta o benim yanıma koştu, desteğim oldu. Varoldu. Ben bir zaman çok konuşmadım, o benim demediklerimi dedim saydı, ben onun içtenliğinde güç buldum.
O akşam sonunda ondan bahsedebildik. Çarelerim de yoktu ki, paket paket vereyim ona. Aklım başımdayken daha güzel konuşurum ama bir zamandır düşüncelerim parçalanmış, cümlelerim kesik kesik.
Yine de denedim. En formsuz, en beceriksiz halimle ve sadece samimiyetimi sezeceğini umarak denedim. Fena halde yetersiz kaldığımı düşünüp hayıflanarak döndüm eve, içimde kalın bir sıkıntı.
Ertesi gün bir mesaj atmış, “bu halin bile iyi geldi” diyen. Kendi acımızla kavrulduğumuz en yitik anımızda bir başka yaraya bir nebze merhem olabilmekten duyduğum cılız avuntu utangaç bir umut ışığı misali sızdı kalbimden içeri.
* * * *
Biz eskiden çok konuşurduk, herşeyden saatlerce konuşurduk. Anlatmak kolaydı, birbirimizin beynine akmak kolaydı, karakterlerimiz benzemezdi ama yanyana çok güzel dururduk. Sonra bir rüzgar esti, biz önce devrildik, sonra kırıldık, ve fena halde savrulduk.
Aradan geçen yıllarda önce sadece sustuk, sonra ara ara dokunduk birbirimize ama kaybettiklerimizin heybeti gölgeledi hep bu dokunuşları. Biraz boşta kaldık, biraz sahte hissettik. Oysa ikimiz de enayi dürüstlerdendik.
Ve olana bitene aldırmadan gelmiş arkadaşım, işte karşımda. Sislerden de gölgelerden de dem vurmadan, hesap sormadan, sarsmadan, yıpratmadan bakıyor bana. Sabah uçağını kaçırmış, alandan Kızılay’a kadar da 1 Mayıs trafiğine takılmış, üstelik bir boğaz enfeksiyonu geçirdiğinden sesi de yoka yakın düzeye inmiş halde karşımda oturuyor.
Kelimeler benim dilimde, onun gözlerinde.
Totoş şehriye çorbası, Hazal bitki çayı hazırlıyor. İkrama geçiyorlar. O sessizce önüne getirilenleri tüketirken ben söyleyemeyeceklerimi de anlayacak umuduyla konuşmaya devam ediyorum…
* * * *
Hani derler ya, insan önceliklerini belirleyecek, seçimlerini de ona göre yapacak. Herşeyi aynı anda yapmak mümkün değil, bir takım işler yapılmadıklarıyla, bazı insanlar hiç aranmadıklarıyla kalacaklar. Bazı hayaller hiç gerçekleşmeyecek. Önemli olan isabetli seçim ve ona uygun davranış.
Hepiniz bilirsiniz kap doldurma hikayesini; önce büyük taşlarla başlarsınız, ki sizin için olmazsa olmazlar onlar. Sonra aralara küçükleri serpiştirirsiniz, kalan boşluklara da kumu. Bu işleme kumla başlayanlarınsa vay haline, sayıda fazla önemde az bir sürü iş yaptıklarıyla kalır ve hayatı kaçırırlar.
Ara ara durup taşları gözden geçirmeniz de şarttır; hala aynı anlamı ifade ediyorlar mı diye. Sonuca göre revizyonlar yapılabilir yaşamda. Ne var ki, bazen hayatın akış hızı insana düşünecek zaman bırakmaz. Ya da siz akışa öyle bir teslim olursunuz ki, sıradakini yapmayı gerekeni yapmaya tercih ediverirsiniz. Kendinizi sırtınızdan hançerlersiniz.
Bazen böyle durumlarda bu boş akışı kesip o özlenen, ihtiyaç duyulan molayı almanıza ön ayak olacak biri gerekir size. Kendi kendinize söz geçiremediğiniz o anlarda imdadınıza yetişir. Sizi bilen, kendini bilen ve gösterişten uzak bir cesaretle hem kendine hem de size saldırabilen bir dost.
Yaman sorgular, kırık emeller, eğrilmiş tutkular, o hala deli heyecanlar sağa sola fırlatılır. İsyanla pazarlığa oturur kabulleniş. İç önce boşalır, ekşir, yanar. Derken ince ince umutla dolar.
Bazen uzun geceler gerektirir bu süreç, bazen güneşli havada üstüste iki gün iki güzel öğlen yemeği. Baktım masanın üstündeki kağıt peçeteye uzanıyorum çaktırmadan, sol gözümün köşesi sağanak yağmur altında bakımsız bir çatı gibi akıtıyor. O güneş gözlüklerinin koyu renkli camlarında bulmuş kuytu korunağını.
“Sen benim en kocaman taşlarımdansın!” diye seslendi yüreklerimiz birbirine o sırada ve hep bir ağızdan.
* * * *
Beni Brüksel’de havalimanından eve getiren taksi şoförüm biraz acemiye benziyor. Adresi biliyor gibi yaptı ama tam olarak bilmiyor, bir önceki sokaktan döndü. Ben kibarca hatırlatınca itiraf etti bu mahallenin yabancısı olduğunu ve genelde GPS kullandığını. “Önemli değil” dedim, yolu tarif etmeye koyuldum, adım adım ve sakin.
Eve yaklaşırken “Madam, ben başta GPS yok diye tedirgin olmuştum ama sizin hükmetmeyen yumuşak ses tonunuzla daha bile keyifli oldu bu yolculuk!” dedi hem itiraf hem iltifat eder gibi. Hala Ankara anılarıyla dolu ruhuma şerbet etkisi yaptı sözleri, içtenlikle güldüm teşekkür ederken.
Evin kapısına geldiğimizde borcumu ödemek için cüzdanıma elimi attım ama sadece tam para çıktı. Şoförde pek fazla bozuk para yok. Belçika’nın Pazar günü, memlekette dükkanlar kapalı, sokakta bir Allah’ın kulu yok, kime bozduracağız? Alın size hazır kriz malzemesi.
Adamcağız yolu da bilemediğinden mahcup, kaşınıyor para üstü çıkartmak için. Çabası çok gerçek, saygı duyulası. Sadece bozuk para olarak verebilecek, biraz da eksik kalıyor üstelik.
“Aldırmayın…” diyorum, “… bozuk para da para, farkı da bahşiş sayalım”. Adam bana minnetle bakıyor. Otuz kiloluk valizimi kuş tüyü taşır rahatlığıyla apartmanın girişine kadar çekerken “herkes sizin gibi müşteri olsa, bizim hayatımız ne kadar kolaylaşır” diye mırıldanıyor.
* * * *
Asansör üçüncü kata çıkarken herşey bir anda netleşip fethediyor gözbebeğimi. İngilizce dersimizdeki egzersizler gereksiz idman değilmiş belki de.
Birbirimizin boşluklarını doldurmaya çabaladığımızda tamamlanıyor yaşam.
Brüksel, Mayıs 2013
Anlayabilene bu cümleler çok şeyler anlatır..yudum yudum okudum sözlerini..kendimi buldum bazı yerlerinde …Denizciğim..bence sen ufak ufak değil.. derin derin düşünüyor düşündüklerini o denli güzel ve içtenlikle kelimelere döküyorsun ki karaladıklarını kesinlikle bir kitapta toplamanı isterdim…sevgiler sunuyorum sana..o güzel gözlerinde gülümseme hiç eksilmesin..seni çok seviyoruz..