13 Şubat Perşembe:
Galata Serdar-ı Ekrem Caddesi’nde tarihi bir binanın koynuna sokulup yerleşmiş şık butiğin kapısı açıldı. Kasada ödeme yapıyordum, merak ve beklentiyle başımı giriş yönüne çevirdim. Elif de beni gördü, tereddütsüz adımlarla yanıma geldi. Yirmi, belki yirmi beş sene sonra sarıldık birbirimize.
Ben kırk beşimdeyim şimdi, o benden birkaç yaş küçüktür. Haliyle kırkla tanışmış olmalı. Daha genç duruyor oysaki, gözlerindeki bakışta çok tanıdık biri var.
En son Çeşme kampında gördüğüm beyaz şortlu, beyaz kasketli, spor ayakkabılı görüntüsü düşüyor aklıma. Dinamik tavırları, şen kahkahaları, hem çocuksu, hem kendinden emin konuşması. Elif, dobra güzelliğin tanımı.
Biraz heyecanlı, biraz da şaşkın haldeyiz. Bir an yüzünü ellerimin arasında tuttum bir çocuğun yanaklarını sever gibi; o ele avuca sığmayan kız çocuğu gözlerimin önünde, kendimce ablalık yapıyorum. Sonra biraz tedirgin oldum, hoş karşılanır mı bilemedim senelere inat ruhu saran bu yakınlık.
Butikten çıkıp yakındaki kafeye geçtik. Yer beğen, sallanan masanın ayağını sabitle, içecek seç’le geçen ısınma turları sırasında ara ara birbirimize kaçamak bakışlar attık. Düpedüz süzemediysek de kesik kesik taradık. Ne kadar değişmiştik, ne kadar bizdik? Sözlerimiz değecekler miydi acaba birbirine?
Dondurma tadında bir yaz tatilinde tanışmış, çok da iyi anlaşmıştık. Gündüz deli dalgalarda yüzer, akşam da komşu sitedeki arkadaşımızın gitarı eşliğinde şarkılar söylerdik. Hotel California’yı dua misali mırıldandığımız, günde beş kıyafet giyip çıkardığımız, gece elektrikler kesilince pingpong masasına yatıp yıldızları seyrettiğimiz zamanlardı. Şimdiye hem çok uzak hem de “dün kadar yakın” anlardı.
Tatil sonrasında Ankara’da da birkaç kez görüştüğümüzü anımsıyorum ama sonra koptuk işte. Biraz ayrı düştük, biraz savrulduk, bir doz da unuttuk herhalde. Yıllar sonra rastlantılarla önce sanal evrende, sonra da İstanbul’un bu tarihi köşesinde buluştuk ama.
Bir, belki bir buçuk saat içinde onca yılın özeti nasıl geçilir? Meslek seçimleri, gönül şarkıları, ülkelerarası serüvenler, kayıplar, yaralar, yaşanılandan çıkarılan dersler nasıl anlatılır bir çırpıda? Üstü karalanıp sonra yeniden çizilen yollardan bahis açabilir miyiz şu aşamada?
Elif hatırladığım zamanlara kıyasla daha yavaş ve sakin konuşuyor. O anlattıkça sahilde bıraktığım o beyaz kasketli kız çocuğu ışık hızıyla üniversiteyi bitiriyor, İtalya’da başarılı bir iş kadını olarak kendini kanıtlıyor, memlekete dönüyor. Şarabımın üçüncü yudumuna kalmadan Cihangir’e yerleşmiş ve derken evleniyor. Birkaç dakika geçmeden de hem dünya tatlısı, hem de bitirim olduğu fotoğraflardan bile aşikâr olan bir kız çocuğunun annesi.
Benim hayat özetim de benzer hızda gerçekleşiyor. Arada coşup hızlanıyorum, arada geri dönüp karanlıkta kalan kısımları aydınlatıyorum. Geçmiş yıllarımızın birbirine yaklaşan ya da kazara örtüşen noktalarında ayrı ayrı yaşanmış ortak deneyimler var. Birbirine yakın tatları denemişiz, aynı manzaraya değişik günlerde bakmışız, bazen de farklı olaylar yaşasak, ayrı yollarda yürüsek de benzer izlenimler edinmişiz.
Bugün karşımda oturan Elif o yaşanılanlarla harmanlanmış, pişmiş. Onun gördüğü Deniz bazen mayalanmış bekletilmiş, bazen kendi deli dalgalarında bilenmiş. Zaman zaman isyan etmişiz, dur demişiz akışa, yaşamımızı silkip yeniden sermişiz önümüze.
Elif “Kemal Sunal’dan bahsettiğinde İnek Şaban’ı anımsayıp gülen insanlar” olsun istemiş etrafında, “o da kim ki?” diye soran yabancılar değil. Ben gurbetten cenazeye gelmekten usanmışım, “geniş ailemle düğün dernek eğlenmek” ihtiyacımdan bahsediyorum. Neyse ki haftaya Antalya’da bir düğün var!
Laf lafı açarken zamanın nasıl geçtiğini fark etmiyorum bile. Veda ederken bir sonraki buluşma için zorlanmadan plan yapabilmek güzel – kendiliğinden gelen samimi bir iştah ve hevesle. Kalın ve zevkle okunulacağından emin olduğum bir kitabın ilk bölümünü az önce bitirmiş gibiyim.
Ayracı iki sayfa arasına özenle yerleştirirken geri dönmek için şimdiden sabırsızlık duyarak ayrılıyorum Elif’ten.
14 Şubat Cuma:
Emirgan’a gitmek bana hep keyif verir. Sahilinde yürümek, karşı yakaya bakıp hayale dalmak, boğazın tılsımına teslim olmak, hatta ona dokunmaya çalışmak çocuk gibi heyecanlandırır beni. Bu sabah başka türlü de bir kıpırtı da var içimde. Çok eskilerden bir dosta yeniden kavuşacağım.
Atlı Köşk’ün yokuşunu koşar adım çıkıyorum. Müzenin kafesinde kahvaltı keyfine geldik, ancak açılış saatinden yarım saat erken dikilmişiz kapıya. Girişteki bekçiler “arkadaşınız yukarıda, bahçede bekleyebilirsiniz” dediler bana.
Tepeyi tırmanırken gözlerim bahçede Müj’ü arıyor. Umut pembesi bir elbise giymiş, burnu açık ten rengi topuklu ayakkabılarıyla tamamlamış şıklığını. İki kolunu kaldırıp heyecanla el sallıyor bana. Yüksek sesle de konuşuyor bir yandan. Eşsiz neşesi ve sokulgan sesi bıraktığım gibi.
Bahçedeki sohbetimiz geçen zamanın mihenk taşları üstünden alçaktan bir uçuş. Gözleri zamana meydan okuyan bir ışıkla parlıyor Müj’ün konuşurken. Kelimeleri bazen kahkahalarla kesiliyor. Kavuşmanın keyfini bayrak misali dalgalandırıyoruz boğaza karşı.
Saat on buçukta bizi nihayet kafeye buyur ediyorlar. Üst kata çıkmak için asansörü tercih eden Müj “valla duymuştum, sen çok şık bir kadın olmuşsun, bu ayakkabıları da senin için giydim” diye açıklıyor durumu. İçten bir kahkaha patlatıyor sonra yine, yanındakine enerji ve şifa dağıtan insanlardan o.
Mekânda yalnız olmanın avantajlarını kullanarak en şahane manzaralı masaya yerleşiyoruz. Sipariş verirkenki özeni, tattırma, ikram etme, ağırlama isteği o kadar samimi ki insan seçimi ona bırakmayı anında kabul ediyor. İletişim gücüyle garsonu da anında etkiledi, ben artık bu köşkte oturduğuna ve beni evinde ağırladığına inanmaya başladım.
Müj konuştukça onun yıllarının da her zaman tozpembe olmadığını açıklıkla görebiliyorum. Sabrının denendiği, hakkının yendiği, kalbinin kırıldığı elbette olmuş. Ama o gördüğüm en şen savaşçı, kahkahalarıyla dize getiriyor dünyayı. Ruhundaki ışık karanlık bakışlı gözlerin nazarından koruyor onu.
Müj dilekler ve umutlu planlarla geliyor. O anlattıkça ben inanıyorum. Bir ara birbirimizden habersiz, tamamen ayrı ortamlarda tanıyıp ayrı ayrı sevdiğimiz bir hocamızdan açılıyor söz. “Hadi resim çekip yollayalım Oğuz Hoca’ya!” diyor hemen Müj.
Garson fotoğrafımızı çekmek için hevesle koşuyor, bu neşeli ekibin bir parçası olmaktan ziyadesiyle memnun. Bizimki o sırada hocamıza bir mesaj döşeniyor hemen. Birkaç dakikaya kalmaz telefonu bipliyor.
“Bak bak, Deniz’i çok severim, siz nereden tanışıyorsunuz yazmış” diye okurken mesajı yine keyifle cıvıldıyor. Sonra yazmaya koyulduğu cevabı yüksek sesle okuyor: “Kendimi ilk bildiğim zamandan beri arkadaşım…”
Müj’le geçen her dakika yaşamımın onsuz zamanına hayret etmekle eşleşiyor. Sahi insan böyle bir eksikliği nasıl hissetmez diye düşünüyorum. Bol bol gülüyorum anlattıklarına. İyimserliği bulaşıcı, samimiyeti yüreğimi sarıp sarmalıyor.
O gün akşam gitmeyi planladığım Sezen Aksu konserinde kulise sızıp yazılarımdan oluşan iki cildi elimle takdim etme planımdan bahsediyorum laf arasında ve biraz da utangaçlıkla. “On sekizinde cesaretimiz yoktu, ancak kırk beşinde başaracağız inşallah” diye mırıldanıyorum, kendimi de yüreklendirmeye çalışarak.
Müj’den tabii ki tam destek geliyor bu konuda. Yazılarımı övüyor hemen oracıkta, yüreklendiriyor. Problem çıkacağını sanmıyor. Hem sahi “niye olmasın?”.
Rumeli Hisarı’nda ayrılıyoruz. Arabasından inip veda ediyor bana o kibar yürek, bunu saymayacağını ekliyor hemen.
Akşam Sezen konserine girerken cep telefonumu kapatmak için elime alınca mesajını görüyorum, az önce gelmiş: “Umarım dilediğin gibi olur herşey, hadi arkadaşım biraz cesaret!”
Cumartesi Günü:
Özlem’le ben bir dönem yazlıkta yapışık ikizler gibiydik. İyi anlaşır, iyi eğlenirdik. Bazen sadece kumsalda yanyana şezlonglara uzanır sessizce kitap okurduk. Annesi bir sefer “bizim kızlar konuşmuyorlar ki takışsınlar!” demişti sanırım anneme.
Denize girdiğimizde bile bir yandan olduğu yerde çırpınıp, diğer yandan da laflayan kızlardan değildik. İlk atlayıştan sonra birimiz komut verirdi: “otuz kulaç bir dalış!” Aynı anda ikimiz de hareketlenirdik. Otuzar otuzar yüzerdik soluksuz kalana kadar. Sonra küçük bir dinlenme molası ve derken ötekinin sesi: “kırk kulaç bir dalış!”.
Özlem’le Nişantaşı’nda kaldığım otelin kafesinde sabah kahve keyfi yapıyoruz. O yetişkin hayatını, işini, ailesini anlatırken benim aklımda hep eskiden sahneler canlanıyor: Basket topunu eline aldığıyla erkeklere taş çıkaran uzun boylu, sarışın yaman kızımız sahada devleşmiş yine. Koşuyor, sıçrıyor, basket!
Arkadaşımın mantıklı, soğukkanlı tavırları, sakin duruşu hiç değişmemiş. Ayakları yere yine sağlam basıyor, güzel aklı tıkır tıkır işliyor. Güvenilir kuytu bir liman kadar huzurlu ve sığınılası.
Günlük koşturmadan, oğlunun okulundan, sporu hayatımızda tutmak için verdiğimiz çabadan konuşuyoruz. Memleketin haline dokunuyoruz ama dalmıyoruz, dalası gelmiyor ki insanın. Eşlerimizden bahsediyoruz biraz, “tanıştırmak güzel olur” diye geçiriyorum içimden.
Özlem de bu semtte, benim İstanbul’a gelişlerimde kaldığım bu otele çok yakın mesafede oturuyormuş meğer. Birbirimize daha erken ulaşmış olsaydık, önceki ziyaretlerim sırasında da buluşmamız an meselesiymiş. İnsan hayıflanıyor düşününce.
Bir sene kadar önce annemle geldiğimizde de bu otelde kalmıştık. Keşke şimdi bildiğimi o zaman bilseydim de onları biraraya getirseydim. Hediye Hanım severdi Özlem’i, yeniden görmekten zevk alırdı eminim.
Bunu tam ona diyecekken susuyorum. Geçende duyduğum bir söz geliyor aklıma: “ne kadar sık ve yoğun düşünürseniz düşünün, geçmişi değiştiremezsiniz”. Geçmişi iteklemiyorum artık, nasılsa çelik bir kapı misali inatçı ve sabit, milim kıpırdamıyor.
Ve Pazar:
İstanbul’da son günüm. Koşacak gücüm kalmadı. Sabah biraz keyif yaptım yatakta, ağır ağır hazırlandım. Dün Özlem’le oturduğumuz kafede kahvaltımı ettim, keyif çayımı yudumluyorum.
Bu katta ilginç bir fotoğraf sergisi var. Açılışı geldiğim akşam yapıldı, epey de bir şenlikli, cıvıltılı kutlandı. Biraz rahatsızdım o gün, gürültüden uzağa kaçtım. Sonrasında da oradan oraya koşmaktan elli kere önünden geçtiğim sergiyi girip de gezemedim.
Kahvaltıdan sonra zamanım var. Mehmet Turgut’un fotoğraflarıyla konuşurken Ara Güler’inkinin önünde epeyce bir durup onu saygıyla anıyorum. Bir varmış, bir yokmuş işte.
Geçen zamanla beraber pişme, ustalaşma, yaş alma, yaşlanma, usta-çırak ilişkisi, insan-sabır denklemi, kendini geliştirme isteği, bilmek, paylaşmak, iyi yaşamak temaları arasında gezinirken bu gelişimde yeniden bulduğum çocukluk arkadaşlarıma dair taze düşünceler geziniyor kafamda.
Serginin sloganı bizim için yazılmış gibi: “Zamanla âlâ olur”.
Girişte dönen videoda konuşan Yetkin Dikiciler’den bir alıntıyla:
“…
Sabıra ihtiyaç var anlamak için
Zamana ihtiyaç var
…
Biri varsa diğeri de var
Biri yoksa diğerinin adı bile yok
…
Kendi hayatımızın ustası olmak amacımız
En büyük ihtiyacımız sadakat
…”

İstanbul, Şubat 2014
Not: Yetkin Dikiciler’in defalarca kana kana içer gibi izlediğim videosunu merak edenler için:
http://www.alaportreler.com/videolar