Kim Kiminle Nerede

kimkiminle

Bilir misiniz o oyunu? Hani herkes eline bir kağıt parçası, bir de kalem alır. “Kim?” diye sorar biri yüksek sesle. Oyuncular aklındakini yazar kağıdın tepesine.  Bu kısım özenle katlanır. Kağıt yandaki oyuncuya geçirilir.

“Kiminle?” diye sorulur sonra yüksek sesle.  Biraz düşünür meclis, derken herkes kağıda hevesle birkaç harf karalar.  Bazıları manidar gülümser, daha heyecanlılar kıkırdar.  Renk vermeyenlerse senaryoyu baştan sona kurgulamışlardır kafalarında.

Kağıt bir parmak daha kıvrılır, komşu oyuncuya uzatılır.  Kilit soru gelir o sırada: “Ne yapmış?”  Hayal gücü hararetle çalıştırılır.  Bazıları ya kökten masumdur, ya da riskli girişimlerden uzak durmayı yeğler. “Kitap okudu” yazalar mesela, ya da “Top oynadı”.

Kimi şok etmek, kimi de öç almak derdindedir bazen.  Onlar kaleme kuvvet dökülürler: “Banka soydu”, “Öpüştü”, “Kavga etti”.  Sinsiler arka ceplerine saklı, çok anlama çekilebilen fiilleri karıştırırlar şöyle bir, aralarından seçerler. “Bakıştı”, “Komplo kurdu”, “Çekişti”.

Sorular gerilimi her saniye artan bir dedektif romanı misali devam eder: 

“Kim gördü?”

“Ne dedi?”

Son sorunun yanıtları da verildikten sonra artık ruloya dönmüş kağıt parçaları ferman misali açılır.  Her oyuncu elindeki kes/yapıştır hikayeyi yüksek sesle okumak durumundadır. 

Kimisi sağlamcıdır, önce bir kez içinden okumayı yeğler.  Diğerleri sabırsızlıkla yüksek sesle isyan eder, nazlanırsa elinden kapmaya çalışırlar kağıdı.  Okuyan bazen utançtan kızarır, bazen kahkahayı patlatır ama devam eder.  Ahali dinler, takışır, güler, kaynaşır.

Oynadıkça oyuncuların deneyimi de artar. En olmadık birleşimleri yaratabilmek için birbirleriyle yarışırlar.  Bazen içi tamamen boş ve komik bile sayılamayacak kadar anlamsız sözcükler ardı ardına gelebilir yine de. Kimi zaman da biraz çaba biraz da rastlantıyla şahane kurgular çıkar ortaya.

Bu düzengecin verimli çalışması için hamura biraz nükte, biraz gerçek katmak şarttır.  Uzakla yakın, gündelikle bayramlık yan yana anılmalıdır.  Komşunun oğlu bir karakterse mesela, Zeki Müren de öteki karakter olmalıdır.  Eylemler belirleyicidir:  Yapılan denileni körükler.

“Nerede?” ilk bakışta çok göze çarpmasa da en kilit sorulardan biridir.  Eylemin hangi platformda cereyan ettiği onun nasıl algılandığını etkiler çünkü.  “Olay yeri” banalı anında olağanüstü yapabildiği gibi, masumiyete de bir çırpıda absürt tınısı yükleyebilir. “Ayşe Murat ile gökyüzünde dans etti” , “Ali Ahmet’le küvette yarıştı” örneklerinde görüldüğü gibi.

Eylemlere gelince, onlar etki/tepki formülüyle reaksiyonlar yaratır.  Görenler gördükleri hakkında konuşurlar.  Yapılan bazen şaşırtır, hatta şok eder, kimi zaman da öfkelendirir. Utanç, kıskançlık, meydan okuma yansır verilen tepkilere, bazen de illa ki bir sözünü dinletme telaşı.

Denilen diyenin kimliğini açık eder az biraz. Önyargılı mıdır? Geleneksel midir? Sever mi başkasının işine burnunu sokmayı? Espriden anlar mı? Olay yaratmaya meraklı mıdır? Ölçüsünü bilir mi? Abartmaya eğilimli midir yapısı?

Denilen son sözdür. Anlatının ardında bırakacağı tadı tanımlar.  Eylemciler nadiren destek, bazen de köstekle karşılaşırlar. Bazı tepkiler belanın yakında olduğuna işaret eder, diğerleri bir an havada asılı kalır, sonra gülüp geçilir üstlerinden.

Bazımızın hayata uzaktan bakışını yansıtmaz mı aslında bu oyun? Kurgusunda, kurallarında, sorularında gizli bir kod yok mudur? Tanıdık ve basit bir kalıba sokmaya çalışmaz mı yaşam tarzımızı?

Şöyle ki;

İki kişi bir şey yapar. Eylem hiçbir zaman gizli kalmaz, birileri görür.  Görenler susmazlar, çoğunluk olayla ilgili düşüncelerini, bazen de yargılarını paylaşırlar.  O sözler bir sonraki aşamaya geçiştir, “bu iş burada bitmez” bilirsiniz, fakat oyun orada son bulduğundan siz yeni iki karakter edinip en başa dönersiniz.

Tekin sesi yoktur bu oyunda.  Tek başına yürümek, ayna karşısında dans etmek, kitap okumak, resim yapmak, gitar çalmak otomatikman çerçeve dışında kalır.  Uyumak, uyanmak, düşünmek, için için ağlamak ve keşfetmek de.

Oyun “olmak” değil “yapmak” üstünedir.  Kimliklerine sarılan iki karakter bir eylemi beraberce gerçekleştirir.  Onlar hakkında etiketlerinden ve devinimlerinden başka bilgimiz yoktur.  Mutlu mudurlar? Karınları aç mıdır? Başları ağrır mı, ateşleri var mıdır? Yorgun mudurlar, yoksa kızgın mı? Hiç bilemeyiz. Merak etmek de gelmez aklımıza.

seyirciler

Oyunda yapılanın hep bir izleyicisi, şahidi vardır.  Asla gizli kalmaz.  Birilerinin bizi hep gözetlediği izlenimine kapılırız. O seyirciler de hiç susmazlar.  İzler ve yorum yaparlar.  Bazen ahkam keser, bazen ahlak dersi vermeye koyulurlar.  Olay da zaten bundan ibarettir.

Oyun bazılarının basitleştirilmiş hayat anlayışını akla getirir ister istemez:

İki kişi bir şey yapar

Ne hissettiklerini bilmeyiz

Tekin sesi yoktur

Dünya “olmak” değil “yapmak”

Üzerine döner

Eylemlerimiz gizli kalmaz

Etrafımızda bir çember

Üstünde de seyirci olmak için doğanlar

Hesap kesip yargılamaya bayılanlar

Onlar hep konuşur

 

Yanlış demiyorum dikkat

Doğrudur, haberlere bakın bana inanmazsanız

Magazin programlarına bakın

Avaz avaz bağıran

 

Nedenine niçinine değil

Ne olduğuna odaklanıp

Sonuçlar çıkardığınız

Zamanları anımsayın

Kaç kez

Çok kez

 

Doğrudur, günümüzün kültürü budur

İş hayatı, medya dünyası

Bu denklemle kavrulur

Koşmak soluklanmaya yeğ tutulur

 

Ancak “hayat bundan ibaret”

Diyorsanız

Ne olur durun

Zamanı gelmiştir, durun.

 

 

Antalya – Brüksel, Şubat 2014

 

İçindekini Söylemek

Hazalcım, Yeğenim, Yol Arkadaşım,

 

Diyorsun ki “grip oldum, hafta sonuna kadar iyileşmeye uğraşıyorum”

Yazmışsın ki “üstüne üstlük bir de yıllık yazılarımı tamamlamam lazım”

Derdin “kendini benim kadar iyi ifade edememek”

 

Hissetmiyorsan zor, anlıyorum

Bilmediğini tanımlayamaz insan, kaleme, dile dökemez

Yarım kalır, eksik kalır

Sahte tınısıyla boş boş çınlar kulakta

Telgraf misali kesik kesiktir

Kamçılasan da tövbe akmaz

 

Cümle cümleye bağlanmaz

Kelime kelimeyi kucaklamaz

Maya tutmaz

Bütünlük cıvık bir hamur misali

Yayılır, yapışmaz

Samimiyet fısıldamaz heceler

Ruha dokunmaz sesler

Sıcaklık kaçar, kovalanmaz

 

Hissediyorsan eğer

İçinde gördüğünü

Bulup çıkarmaktır meziyet

Madeni yeryüzüne taşımak misali

Angarya gibi değil ama

Hevesle, coşkuyla

Bilirsin işte, aşk gibi

Oya gibi işlemek sonra

Özenle, minnetle,

Şükreder gibi

 

Kabul ediyorum, işleme kısmı biraz yetenek

Ama madenden kaynaklanan zenginlik senin

O oracıkta duruyor ve gerçek

Gözünün içine bakmak

Farkına varmak kâfi

Gerisi açık ve net

Olmayacak iş değil

Herşeyin başı niyet

 

Armağanın candan olanı

En beceriksiz ambalaja sarılmış olsa da

Anlamlı

Karşımdakine “seni gördüm”

“Gördüğümü de çok sevdim”

Demenin kimseye yok bir zararı

 

Yürekten çıkıp gelen ses yine kalpte duyulur

En kelime fakiri

Hatta düşük tümce

Gerçekse, içtense

Alıcı kulağı bulur

Mucizeler olur sonra

Büyüklü küçüklü mucizeler olur

Bir kalbi aydınlatmanın zevki

Çok az başka uğraşta bulunur

 

Bana Sevgililer Günü’nde bir mesaj atmıştın geçen hafta

“Kalbin sadece iki kişilik olmadığı” üzerine

Bir yazıdan alıntıydı

Tanımadığın yaşlı kadına

Komşunun köpeğine

Eski sevgiline

Ve gizli hayranına

Gönlünde bir yer açmakla ilgiliydi

“Bana seni hatırlattı” yazmıştın altına

Beni çok duygulandırdın o an

“Seni duydum, yazdıklarının sırrını sanırım çözdüm”

Diye fısıldadın kulağıma

Harikaydın!

 

Hepimiz biraz kaybolmuşuz

Hepimiz kalabalıklar içinde her gün yalnız durmuşuz

Sesler, gürültüler içinde sağır olmuşuz

Koşmaktan yorulmuş

Durmayı hepten unutmuşuz

İletişim çağında dilsiziz

Teknolojinin kucağında ilkel bir sessizlikteyiz

 

Sık sık bakmayı unutma Hazalcım içindekine

İfade etmeyi ihmal etme gördüklerini

“Bir kalbi aydınlatmak” gibisi yok

Dokunmayı unutma sevdiklerine.

 balikli

 

Brüksel, Şubat 2014

Herkesin Arkadaşı

herkesin

Yaş aldıkça önceleri duyup da tam olarak ne anlama geldiklerini anlamadan kayda aldığım deyimlerin, benzetmelerin, hatta atasözlerinin tadına bir başka türlü varır oldum. 

Babam “sırtıma kar yağıyor” derdi, üşüdüğünü düşünürdüm de ötesi üstüne kafa yormazdım bile. 

Annemi sıkıldığında, heyecanlandığında deli bir ateş basardı.  “Boncuk boncuk ter boşandı” derdi.  Yine gereksiz yere panik yarattığını düşünürdüm.  İnsanı o derece daraltan hadiseler yaşamamıştım.

“Ayaklar neden geri geri gider?” bilmezdim. “Efkâr ne vakit basar” anlamazdım. 

“Kalabalıklar niye üstüne üstüne gelir” di ki insanın?

“Kulak asma!” derdi babam.  “Nasıl yani?” diye düşünürdüm.

Dedem rahmetli Mümin Hoca nevi şahsına münhasır bir şahsiyetti.  Hayatı, sıkıntıları, hastalık ve hatta ölümü kendine pek dert etmezdi.  Rivayet o ki, babaanneme “Hanım, falanca vardı ya…” diye başlayan bir cümleyle seslenir, zavallı kadıncağıza o şahsiyeti hatırlatana kadar epey zaman ve emek harcarmış. Sonra da “Ha, bildin mi? Top atmış gariban. Allah rahmet eylesin!” der, yoluna devam edermiş, babaannem şaşkın şaşkın bakarken.

Dedem yüz üç (evet üç haneli rakamla 103) yaşında vefat etti.  Ardında onun için “top atmış” diyebilecek pek kimse kalmamıştı.  Hepimiz onunki kadar “sonuna denk dinç” yaşama zevki diledik kendimiz için.

“Kayığını sağlam kazığa bağlayacaksın!” öğüdünü de çok duymuştum.  “Ev alma komşu al”, “dostlar alışverişte görsün”, “ye kürküm ye” ile birlikte.  Mümin Hoca bunların hepsine kulak kabartırdı kabartmasına, ama o “her koyun kendi bacağından asılır” da karar kılmıştı.  Bu sözü küpe yapmıştı kulağıma.

On sekizimizdeyken sen bana “ben yakın arkadaşız sanıyordum, sonra bir baktım ki Deniz herkesin iyi arkadaşı” tarzında bir söz söylemiştin. Bu dediklerin yıllar boyu takip etti beni. İlk duyduğumda anlamamıştım tam olarak ne demek istediğini.

Ben iyi arkadaş olmayı takdire layık bir vasıf sayıyordum. Yarım arkadaşlığı, sudan ilişkileri, karşındakinin yüzüne gülüp onu sırtından hançerlemeyi bilmiyordum henüz.  “Seviyorum” diyorsa seviyordur, söz verdiyse gelir, “işittim” diyorsa dinlemiş ve anlamıştır yanılsamasındaydım.

Niye kızmıştın bana, onu da tam olarak anlamadım. Böyle düzgün bir arkadaşın olduğu için sevineceksin sandım.  Oysa sen biraz uzaklaştın o ara benden.  Kötü değildik ama “eskisi gibi” de değildik artık.

*             *             *             *

Yıllar geçti. Belçika’ya yerleştim.  Kırkıncı yaşımı uluslararası bir toplulukla eller havaya bir partide kutladım.  Dünya pırıl pırıldı, yaşıma göre genç göründüğümü düşünüyordum, etrafım ilginç insanlarla çevriliydi.  Kendimi şanslı ve “istediğini elde etmiş” addediyordum .

Yine de bu “arkadaşlık meselesi” kafamı kurcalamaya devam etti.  Çok sevdiğim bir dostumla Paris’te kızkıza geçirdiğimiz bir hafta sonunda derinlemesine dertleşirken aniden sordum ona: “Kaç arkadaşın var senin?”

Hem çok insancıl hem de peri kızı kadar güzel biri o.  Etrafı hayran dolu, insanlar onunla görünmek için bile birbirini yiyor diyebilirim.  Önce gözlerini kısıp bana “bunu niye soruyorsun ki şimdi?” der gibi baktı.  Sonra sağ elinin parmaklarıyla ve ağır ağır, düşüne düşüne saydı.

Tek gözünü kırpmıştı hafif.  Konsantre olduğunu ve insanları zihninin podyumundan geçirdiğini düşündüm. “Beş!” dedi sonra, “seninle altı” diye ekledi sol başparmağını tutup.

Şok olduğumu görünce “daha büyük bir rakam mı bekliyordun?” diye sordu nükteli bir edayla.

“Yok canım, neyse o!” dedim. “Neyse o!”

*             *             *             *

Aradan beş yıl geçti geçmedi, o parti organizasyonu için en büyük emeği veren arkadaşlarımdan biri beni “yeterince saydam olmadığım için” üç gün içinde ve elektronik posta aracılığıyla arkadaşlıktan çıkardı.  Sonra da sanal ortamda vurdu tekmeyi.  Durduğumuz kabahatmiş meğer, hayatında ne zamandır bir leke olduğumu hissettim. 

Parti günü ortak hediye, organizasyon ve bilumum başka detaylar için azim azim koşturmuşluğunu bildiğim bir diğeri de başka türlü çıktı yaşamımdan.  Annemi kaybının ardından beni kısa, en kısa mesaj yoluyla teselli etmeyi seçti.  Sonrasında konuştuk, kırgınlığımı açık ettim. “Telafi edeceğim” deyip ortadan yok oldu.  Hala firarda.

Tek taraflı değil bu hikayeler.  Mutlaka benim de hayal kırıklığına uğrattıklarım, gerektiği kadar yanı başında olamadıklarım, beklentilerine cevap veremediklerim olmuştur.  Hayat kaprisli bir sevgili gibi, bugün bunu istiyor, yarın şunu.  Onu doyurmaya çalışırken fırsatlar kaçıyor, kapılar kapanıyor, kalpler kırılıyor. Çoğu zaman geri dönüş mümkün olmuyor.

Yıllar bana –ben herkesin arkadaşı olsam bile– senin dürüst, mert ve sapasağlam bir dost olduğunu öğretti,.   “Adam gibi adam” denir ya hani, öyle işte.  Algının seçiciliğiyle dinlemek ayrı, kulak vermek başka.  Sen satır aralarını da görüyorsun.

Söz veriyorsan tutuyorsun, “belki yapamam” dediğinde ortaya atılmıyor, susmayı tercih ediyorsun.  Dinliyorsan duyuyorsun.  “Duyduklarınla ilgili atabileceğin adımlar var” diyorsa o güzel aklın sana, gönlün de destek veriyorsa buna, ilerliyorsun.

Annemin mavi kolyesini boynuna taktığın anda dolan gözlerin geliyor aklıma.  Filistin Caddesi’ndeki kafenin terasındaydık bir bahar günü.  “Artık Deniz üzülmesin diye kendimi tutamayacağım, kimse kusura bakmasın” deyip salıvermiştin gözyaşlarını.  Severdin annemi, biliyorum onun ölümüyle sen de sarsıldın.

Sana “sağlam kazıklara bağlamayı ihmal ettiğim” için artık kaybettiğim kayıklarımdan yanan dilimle tam da “sırtıma lapa lapa kar yağarken” omuzlarıma örttüğün sıcak battaniye için bir de buradan teşekkür etmek istedim. 

 Minnetle….

kayiklar

 

İstanbul-Brüksel, Şubat 2014

 

Zamanla âlâ olur…

13 Şubat Perşembe:

Galata Serdar-ı Ekrem Caddesi’nde tarihi bir binanın koynuna sokulup yerleşmiş şık butiğin kapısı açıldı.  Kasada ödeme yapıyordum, merak ve beklentiyle başımı giriş yönüne çevirdim.  Elif de beni gördü, tereddütsüz adımlarla yanıma geldi.  Yirmi, belki yirmi beş sene sonra sarıldık birbirimize.

Ben kırk beşimdeyim şimdi, o benden birkaç yaş küçüktür. Haliyle kırkla tanışmış olmalı.  Daha genç duruyor oysaki, gözlerindeki bakışta çok tanıdık biri var. 

En son Çeşme kampında gördüğüm beyaz şortlu, beyaz kasketli, spor ayakkabılı görüntüsü düşüyor aklıma. Dinamik tavırları, şen kahkahaları, hem çocuksu, hem kendinden emin konuşması.  Elif, dobra güzelliğin tanımı.

Biraz heyecanlı, biraz da şaşkın haldeyiz.  Bir an yüzünü ellerimin arasında tuttum bir çocuğun yanaklarını sever gibi; o ele avuca sığmayan kız çocuğu gözlerimin önünde, kendimce ablalık yapıyorum.  Sonra biraz tedirgin oldum, hoş karşılanır mı bilemedim senelere inat ruhu saran bu yakınlık.

Butikten çıkıp yakındaki kafeye geçtik. Yer beğen, sallanan masanın ayağını sabitle, içecek seç’le geçen ısınma turları sırasında ara ara birbirimize kaçamak bakışlar attık.  Düpedüz süzemediysek de kesik kesik taradık.  Ne kadar değişmiştik, ne kadar bizdik?  Sözlerimiz değecekler miydi acaba birbirine?

Dondurma tadında bir yaz tatilinde tanışmış, çok da iyi anlaşmıştık.  Gündüz deli dalgalarda yüzer, akşam da komşu sitedeki arkadaşımızın gitarı eşliğinde şarkılar söylerdik. Hotel California’yı dua misali mırıldandığımız, günde beş kıyafet giyip çıkardığımız, gece elektrikler kesilince pingpong masasına yatıp yıldızları seyrettiğimiz zamanlardı.  Şimdiye hem çok uzak hem de “dün kadar yakın” anlardı.

Tatil sonrasında Ankara’da da birkaç kez görüştüğümüzü anımsıyorum ama sonra koptuk işte.  Biraz ayrı düştük, biraz savrulduk, bir doz da unuttuk herhalde.  Yıllar sonra rastlantılarla önce sanal evrende, sonra da İstanbul’un bu tarihi köşesinde buluştuk ama.

Bir, belki bir buçuk saat içinde onca yılın özeti nasıl geçilir? Meslek seçimleri, gönül şarkıları, ülkelerarası serüvenler, kayıplar, yaralar, yaşanılandan çıkarılan dersler nasıl anlatılır bir çırpıda?  Üstü karalanıp sonra yeniden çizilen yollardan bahis açabilir miyiz şu aşamada?

Elif hatırladığım zamanlara kıyasla daha yavaş ve sakin konuşuyor.  O anlattıkça sahilde bıraktığım o beyaz kasketli kız çocuğu ışık hızıyla üniversiteyi bitiriyor, İtalya’da başarılı bir iş kadını olarak kendini kanıtlıyor, memlekete dönüyor.  Şarabımın üçüncü yudumuna kalmadan Cihangir’e yerleşmiş ve derken evleniyor.  Birkaç dakika geçmeden de hem dünya tatlısı, hem de bitirim olduğu fotoğraflardan bile aşikâr olan bir kız çocuğunun annesi.

Benim hayat özetim de benzer hızda gerçekleşiyor.  Arada coşup hızlanıyorum, arada geri dönüp karanlıkta kalan kısımları aydınlatıyorum.  Geçmiş yıllarımızın birbirine yaklaşan ya da kazara örtüşen noktalarında ayrı ayrı yaşanmış ortak deneyimler var.  Birbirine yakın tatları denemişiz, aynı manzaraya değişik günlerde bakmışız, bazen de farklı olaylar yaşasak, ayrı yollarda yürüsek de benzer izlenimler edinmişiz.

Bugün karşımda oturan Elif o yaşanılanlarla harmanlanmış, pişmiş.  Onun gördüğü Deniz bazen mayalanmış bekletilmiş, bazen kendi deli dalgalarında bilenmiş.  Zaman zaman isyan etmişiz, dur demişiz akışa, yaşamımızı silkip yeniden sermişiz önümüze.

Elif “Kemal Sunal’dan bahsettiğinde İnek Şaban’ı anımsayıp gülen insanlar” olsun istemiş etrafında, “o da kim ki?” diye soran yabancılar değil.  Ben gurbetten cenazeye gelmekten usanmışım, “geniş ailemle düğün dernek eğlenmek” ihtiyacımdan bahsediyorum.  Neyse ki haftaya Antalya’da bir düğün var!

Laf lafı açarken zamanın nasıl geçtiğini fark etmiyorum bile.  Veda ederken bir sonraki buluşma için zorlanmadan plan yapabilmek güzel – kendiliğinden gelen samimi bir iştah ve hevesle.  Kalın ve zevkle okunulacağından emin olduğum bir kitabın ilk bölümünü az önce bitirmiş gibiyim. 

Ayracı iki sayfa arasına özenle yerleştirirken geri dönmek için şimdiden sabırsızlık duyarak ayrılıyorum Elif’ten.

14 Şubat Cuma:

Emirgan’a gitmek bana hep keyif verir.  Sahilinde yürümek, karşı yakaya bakıp hayale dalmak, boğazın tılsımına teslim olmak, hatta ona dokunmaya çalışmak çocuk gibi heyecanlandırır beni.  Bu sabah başka türlü de bir kıpırtı da var içimde.  Çok eskilerden bir dosta yeniden kavuşacağım.

Atlı Köşk’ün yokuşunu koşar adım çıkıyorum. Müzenin kafesinde kahvaltı keyfine geldik, ancak açılış saatinden yarım saat erken dikilmişiz kapıya.  Girişteki bekçiler “arkadaşınız yukarıda, bahçede bekleyebilirsiniz” dediler bana.

Tepeyi tırmanırken gözlerim bahçede Müj’ü arıyor.  Umut pembesi bir elbise giymiş, burnu açık ten rengi topuklu ayakkabılarıyla tamamlamış şıklığını.  İki kolunu kaldırıp heyecanla el sallıyor bana.  Yüksek sesle de konuşuyor bir yandan.  Eşsiz neşesi ve sokulgan sesi bıraktığım gibi.

Bahçedeki sohbetimiz geçen zamanın mihenk taşları üstünden alçaktan bir uçuş.  Gözleri zamana meydan okuyan bir ışıkla parlıyor Müj’ün konuşurken.  Kelimeleri bazen kahkahalarla kesiliyor.  Kavuşmanın keyfini bayrak misali dalgalandırıyoruz boğaza karşı.

Saat on buçukta bizi nihayet kafeye buyur ediyorlar.  Üst kata çıkmak için asansörü tercih eden Müj “valla duymuştum, sen çok şık bir kadın olmuşsun, bu ayakkabıları da senin için giydim” diye açıklıyor durumu.  İçten bir kahkaha patlatıyor sonra yine, yanındakine enerji ve şifa dağıtan insanlardan o.

Mekânda yalnız olmanın avantajlarını kullanarak en şahane manzaralı masaya yerleşiyoruz.  Sipariş verirkenki özeni, tattırma, ikram etme, ağırlama isteği o kadar samimi ki insan seçimi ona bırakmayı anında kabul ediyor.  İletişim gücüyle garsonu da anında etkiledi, ben artık bu köşkte oturduğuna ve beni evinde ağırladığına inanmaya başladım.

Müj konuştukça onun yıllarının da her zaman tozpembe olmadığını açıklıkla görebiliyorum. Sabrının denendiği, hakkının yendiği, kalbinin kırıldığı elbette olmuş. Ama o gördüğüm en şen savaşçı, kahkahalarıyla dize getiriyor dünyayı. Ruhundaki ışık karanlık bakışlı gözlerin nazarından koruyor onu.

Müj dilekler ve umutlu planlarla geliyor.  O anlattıkça ben inanıyorum.  Bir ara birbirimizden habersiz, tamamen ayrı ortamlarda tanıyıp ayrı ayrı sevdiğimiz bir hocamızdan açılıyor söz.  “Hadi resim çekip yollayalım Oğuz Hoca’ya!” diyor hemen Müj.

Garson fotoğrafımızı çekmek için hevesle koşuyor, bu neşeli ekibin bir parçası olmaktan ziyadesiyle memnun.  Bizimki o sırada hocamıza bir mesaj döşeniyor hemen.  Birkaç dakikaya kalmaz telefonu bipliyor.

 “Bak bak, Deniz’i çok severim, siz nereden tanışıyorsunuz yazmış” diye okurken mesajı yine keyifle cıvıldıyor.  Sonra yazmaya koyulduğu cevabı yüksek sesle okuyor: “Kendimi ilk bildiğim zamandan beri arkadaşım…”

Müj’le geçen her dakika yaşamımın onsuz zamanına hayret etmekle eşleşiyor.  Sahi insan böyle bir eksikliği nasıl hissetmez diye düşünüyorum.  Bol bol gülüyorum anlattıklarına.  İyimserliği bulaşıcı, samimiyeti yüreğimi sarıp sarmalıyor.

O gün akşam gitmeyi planladığım Sezen Aksu konserinde kulise sızıp yazılarımdan oluşan iki cildi elimle takdim etme planımdan bahsediyorum laf arasında ve biraz da utangaçlıkla.  “On sekizinde cesaretimiz yoktu, ancak kırk beşinde başaracağız inşallah” diye mırıldanıyorum, kendimi de yüreklendirmeye çalışarak.

Müj’den tabii ki tam destek geliyor bu konuda.  Yazılarımı övüyor hemen oracıkta, yüreklendiriyor.  Problem çıkacağını sanmıyor.  Hem sahi  “niye olmasın?”.

Rumeli Hisarı’nda ayrılıyoruz.  Arabasından inip veda ediyor bana o kibar yürek, bunu saymayacağını ekliyor hemen.

Akşam Sezen konserine girerken cep telefonumu kapatmak için elime alınca mesajını görüyorum, az önce gelmiş: “Umarım dilediğin gibi olur herşey, hadi arkadaşım biraz cesaret!”

Cumartesi Günü:

Özlem’le ben bir dönem yazlıkta yapışık ikizler gibiydik. İyi anlaşır, iyi eğlenirdik.  Bazen sadece kumsalda yanyana şezlonglara uzanır sessizce kitap okurduk.  Annesi bir sefer “bizim kızlar konuşmuyorlar ki takışsınlar!” demişti sanırım anneme.

Denize girdiğimizde bile bir yandan olduğu yerde çırpınıp, diğer yandan da laflayan kızlardan değildik.  İlk atlayıştan sonra birimiz komut verirdi: “otuz kulaç bir dalış!” Aynı anda ikimiz de hareketlenirdik. Otuzar otuzar yüzerdik soluksuz kalana kadar.  Sonra küçük bir dinlenme molası ve derken ötekinin sesi: “kırk kulaç bir dalış!”.

Özlem’le Nişantaşı’nda kaldığım otelin kafesinde sabah kahve keyfi yapıyoruz.  O yetişkin hayatını, işini, ailesini anlatırken benim aklımda hep eskiden sahneler canlanıyor:  Basket topunu eline aldığıyla erkeklere taş çıkaran uzun boylu, sarışın yaman kızımız sahada devleşmiş yine.  Koşuyor, sıçrıyor, basket!

Arkadaşımın mantıklı, soğukkanlı tavırları, sakin duruşu hiç değişmemiş.  Ayakları yere yine sağlam basıyor, güzel aklı tıkır tıkır işliyor.   Güvenilir kuytu bir liman kadar huzurlu ve sığınılası. 

Günlük koşturmadan, oğlunun okulundan, sporu hayatımızda tutmak için verdiğimiz çabadan konuşuyoruz.  Memleketin haline dokunuyoruz ama dalmıyoruz, dalası gelmiyor ki insanın.  Eşlerimizden bahsediyoruz biraz, “tanıştırmak güzel olur” diye geçiriyorum içimden.

Özlem de bu semtte,  benim İstanbul’a gelişlerimde kaldığım bu otele çok yakın mesafede oturuyormuş meğer.  Birbirimize daha erken ulaşmış olsaydık, önceki ziyaretlerim sırasında da buluşmamız an meselesiymiş.  İnsan hayıflanıyor düşününce.

Bir sene kadar önce annemle geldiğimizde de bu otelde kalmıştık. Keşke şimdi bildiğimi o zaman bilseydim de onları biraraya getirseydim.  Hediye Hanım severdi Özlem’i, yeniden görmekten zevk alırdı eminim. 

Bunu tam ona diyecekken susuyorum.  Geçende duyduğum bir söz geliyor aklıma: “ne kadar sık ve yoğun düşünürseniz düşünün, geçmişi değiştiremezsiniz”.  Geçmişi iteklemiyorum artık, nasılsa çelik bir kapı misali inatçı ve sabit, milim kıpırdamıyor.

Ve Pazar:

İstanbul’da son günüm. Koşacak gücüm kalmadı. Sabah biraz keyif yaptım yatakta, ağır ağır hazırlandım.  Dün Özlem’le oturduğumuz kafede kahvaltımı ettim, keyif çayımı yudumluyorum.

Bu katta ilginç bir fotoğraf sergisi var.  Açılışı geldiğim akşam yapıldı, epey de bir şenlikli, cıvıltılı kutlandı. Biraz rahatsızdım o gün, gürültüden uzağa kaçtım.  Sonrasında da oradan oraya koşmaktan elli kere önünden geçtiğim sergiyi girip de gezemedim.

Kahvaltıdan sonra zamanım var.  Mehmet Turgut’un fotoğraflarıyla konuşurken Ara Güler’inkinin önünde epeyce bir durup onu saygıyla anıyorum. Bir varmış, bir yokmuş işte.

Geçen zamanla beraber pişme, ustalaşma, yaş alma, yaşlanma, usta-çırak ilişkisi, insan-sabır denklemi, kendini geliştirme isteği, bilmek, paylaşmak, iyi yaşamak temaları arasında gezinirken bu gelişimde yeniden bulduğum çocukluk arkadaşlarıma dair taze düşünceler geziniyor kafamda.

Serginin sloganı bizim için yazılmış gibi: “Zamanla âlâ olur”.

Girişte dönen videoda konuşan Yetkin Dikiciler’den bir alıntıyla:

 “…

Sabıra ihtiyaç var anlamak için

Zamana ihtiyaç var

Biri varsa diğeri de var

Biri yoksa diğerinin adı bile yok

Kendi hayatımızın ustası olmak amacımız

En büyük ihtiyacımız sadakat

…”

 alaportreler

İstanbul, Şubat 2014

 

Not: Yetkin Dikiciler’in defalarca kana kana içer gibi izlediğim videosunu merak edenler için:

http://www.alaportreler.com/videolar

Dansa Davet – Anılarla karışık felsefi bir söyleşi

Orta okuldayken İngilizce hocalarımızın önderliğinde bir yaz kampına gitmiştik Sorgun’a.  Aileden ayrı, öğretmen gözetiminde de olsa “arkadaşlar arasında” ilk tatilimdi.  Müthiş heyecanlıydım, hayatımın macerasını yaşamak için bıçaklarımı bilemeye başladım.

Kampta günlerimiz genelde deniz, spor, turistik gezilerle geçiyordu ama hem sabah hem öğleden sonra iki ayrı seans İngilizce dersimiz de vardı.  Okuldaki kadar ağır değildi bu etütler.  Film izler, kompozisyon yazar, sohbet eder, bol bol da gülerdik.

Gündüzleri dershane görevi yapan kapalı mekan akşamları kabuk değiştirir ve “disco”ya dönüştürülürdü.  Söylememe gerek yok, gece kampın körpecik kalbi orada atıyordu.  Malum, şarkılarda kendimizi bulduğumuz, şarkılarda kaderimizi yeniden yazdığımız yıllardaydık.  Kanımız çoktan kaynamaya başlamış ama henüz pek yol yordam bilmiyoruz.

Disco dediğimiz alanda -bugün aklımda kaldığı kadarıyla- geniş bir pist etrafında dizilmiş sandalyeler var.  Biraz loş bir ortam, seksenlerin şimdilerde dinlenildiğinde hafif bir iç bayıltısı yaratabilen melodileri yayılıyor havaya.  Bizlerde bir yaman beklenti, bir kıpır kıpır hareketlilik…

Her akşam aynı senaryo:  Önce bir ısınma sürecinde geçiyoruz, öyle kimse kendini en baştan ortaya atmak istemiyor.  Kızlar kibar kibar oturup evlerinin salonundaymış gibi sohbete başlıyorlar, ama yan ve arka gözleriyle ortamı tarıyor, gelişmeleri anında yakalayıp değerlendirdikleri kesin.  Erkekler yerlerinde duramıyorlar.  Bir bakıyorsunuz, dışarı atmışlar kendilerini.  İki dakikaya kalmıyor bir gürültü patırtıyla geri geliyorlar ki bakmayana aşkolsun!

Kızlar büzülmüş dudaklarıyla erkeklerin bu “çocuksu” hallerini kınayıp gözlerini fırıl fırıl döndürüyorlar.  Sonra manidar bir iç çekip sohbetlerine kaldıkları yerden devam ediyorlar.  Isınma turları bunlar.

Genç hocalarımız o sırada bizim bu garip hallerimizi izleyip aralarında eğleniyorlar. Biraz daha sabredecekler, kaynaşma kendiliğinden gerçekleşmezse en yumuşağından müdahaleye geçecekler.  Tetikteler.

Erkeklerin itiş kakışı, kızların ara ara kıkırdamaya dönüşen hararetli konuşmaları ve gittikçe davetkarlarşan müziğin temposu epey bir gürültü oluşturuyor kapalı alanda.  Yine de,  çıkan onca sese rağmen, gerçekte paylaşılanlar pek az, pek sınırlı.   Derine dalmıyoruz, sığ sularda yüzüyor herkes.

Kimse o akşamla ilgili beklentilerini itiraf etmek istemiyor mesela.  Kaç kıyafet giyip çıkardı bu üstündekindekine karar kılana kadar halbuki.  Hala düşünüyor çocuk:  Doğru renkte mi acaba bu gömlek, kareliyi mi seçseydi? Kız dönüp dönüp aynada poposunu süzüyor.  Pantolon yerine etek mi giymeliydi?

Kampın en cazibeli kızı E uzun sarı saçlı, renkli gözlü, narin yapılı ve sakin tabiatlı bir güzel.  Usul usul konuşuyor, buz pistinde kayar gibi yürüyor.  Biz diğer kızlar ona gıpta etsek de çiğ çiğ kıskanmıyoruz; başrolü kesinlikle o hakediyor.

Esas çocuk C ince uzun, yakışıklı ve çevik, E’ye kıyasla az biraz fırlama ama şeytan tüyü var onda.  Bizce C ve E birbirleri için yaratılmışlar.  C atak üstelik ve dışa dönük, yapış yapış asılmıyor kıza ama ilgisini de saklamıyor.  E duygularını pek dışa vurmuyor, bin düşünüyor, üç söylüyor.  Tribünlerdeki beklenti ve heyecan diz boyu ama “icraat” maalesef kaplumbağa hızında ilerliyor.

Biz “yardımcı karakterler” bir yandan bu hikayeyle ilgili hiçbir ayrıntıyı kaçırmamak için gözlerimizi dört açarken, diğer yandan da kendi yağımızda kavrulmakla meşgulüz.  Biraz da hocaların dürtüklemesiyle meydan hareketlenmeye başladı.  Müziğe de ayağımız gidiyordu zaten, attık kendimizi piste, coşkuyla kıvrılıyoruz. 

Tam havaya girmiş tepinirken -kim karar veriyor, orası meçhul- slow bir şarkı çalmaya başlıyor aniden.  Akış kesiliyor, birkaç saniyelik tedirginlik, bazı bakışlar buluşuyor, utangaç tebessümleri takiben mutlu azınlık oluşturdukları çiftlerle ağır tempoda sallanmaya başlıyorlar.  “Tekler” biraz oyalanarak da olsa pist bitimindeki sandalyelere doğru seğirtiyor.

Bazı “tekler” neyse ki yarı yolda durduruluyor. Ya arkadan uzanan iki parmak omuza değiyor, ya onlara doğru bir el uzatılıyor.  Kısmetini kapan piste geri koşuyor.  Dinamikler artık farklı işlemeye başladı.

Genelde “damar” tabir edilen bu tür slow şarkılar kırk beşinci saniyelerinden itibaren yüreğe matkap dayayıp turbo modunda delmeye başlar, bilirsiniz.  Yaratılan aciliyetle en utangaçları bile bir cesaret sarıyor çok geçmeden.  İlk tercihleri pistte olsa da ikinci ya da üçüncü sıradaki kızların önünde alıyorlar soluğu: “Dans etmek ister misin?”

Gecenin ilerleyen saatlerinde dansa davetler de, pistteki hareketlilik de artıyor.  Olaya ısınıldı, doğal katalizörler görev başında, çoğunluk halinden memnun.  E’nin önünde uzun bir “niyetliler” kuyruğu oluşmuş artık. 

Herkes C’ye bakıyor, bozuk atacak mı diye.  C tasasız, kendinden emin gülümsüyor.  “Bırakın oyalansınlar” dercesine bakıyor kuyruktakilere, biraz da meydan okuyarak.

Bazı kızlar yalnız baştan arıza. Ya dans etmeye hepten tövbeli, ya da “armudun sapı, üzümün çöpü” şeklinde fena halde seçici.  Bir sürü çocuğu direkten döndürüyorlar.

 “Dans edelim mi?”

“Hayır!”

“Benim canım istemiyor!”

“Rahat bırak lütfen beni!”

“Sen önce git de şu saçını bir düzelt!”

Ve bence en kötüsü:

“Seninle mi?”

Ben o zamanlar şimdiye kıyasla daha kesin çizgili ve acımasız olmama rağmen o bir heyecan gelmiş hevesli çocukların körpe boyunlarının giyotinde uçurulmasına dayanamıyorum.  Ama keskin tarafım “seçim özgürlüğü”nden yana.  “Kız istemezse istemez kardeşim, zorla mı?” havasındayım.

Feminist dürtülerim de gelişmeye başlamış olacak ki, asıl kafamı meşgul eden konu neden biz kızların edilgen objeler misali “beklediğimiz”.  Canımız dans etmek istiyorsa, neden biz gidip bir çocuğa “hadi bakalım” demiyoruz?  Böyle balkonda saksı çiçeği misali kurulup oturmak, dalgın bakışlarla süzülmek hiç bana göre değil…

Ben bu varoluş savaşlarında mücadele verirken Ahsen Hoca yanımıza sohbete geliyor.  En genç ve en sevilen hocalarımızdan, hem aydın öğretmen, hem peri kızı, hem de bizle akranmış gibi yakın ruhu ruhumuza.  İngilizce gramer kurallarını konuşur rahatlığında gönül sırlarınızı dökebilirsiniz ona.   Dinler, yargılamaz, yumuşacık insancıllığıyla sarar sizi. 

Ahsen Hoca belli ki bazılarımızın gelen dans tekliflerini pek de kibar sayılamayacak bir şekilde geri püskürttüğümüzü gözlemlemiş.

 “Kızlar” diyor, “yapmayın, hem hiç hoş değil, hem size hiç mi hiç yakışmıyor!”

Bu sözlere şaşıran, hatta bozulanlar olduğunu fark edince aynı yumuşak ses tonuyla devam ediyor:

“Kendinizi o çocuğun yerine koyun bir kez.  Olanca gücünü toplamış, salonun bir ucundan kalkıp size doğru yürürken neyi nasıl soracağını, sizin yanıtınızın ne olacağını düşünmüş, tartmış.  Herkesin gözü önünde reddedilme riskini göze almış.

Siz ne yapıyorsunuz? Dudağınızdan çıkan iki kelimeyle alaşağı ediyorsunuz o insanı.  Belki istenmediğini, yeterince beğenilmediğini düşündürüyorsunuz.  Kendini eksik hissettiriyorsunuz. Medeni cesaretini onuruyla sergileyen bir kişiyi bir kabahat işlemişçesine cezalandırıyorsunuz.

Düşünün, hakkınız var mı buna?”

Ortama ağır bir sessizlik iniyor.  Az önce söylenilenleri hazmetmeye çalışıyoruz.  Ağızdan çıkan sözün, fırlatılan bakışın, silkinen omuzun, çevrilen boynun yüreğe sapladığı bıçağı görüyoruz. 

Bazılarımız çetin ceviz ama, ikna olmadılar.

“Hocam ama ben o çocuktan hiç hoşlanmıyorum.”

“Ben aslında filancanın beni dansa kaldırmasını bekliyorum, zamanımı başkasıyla harcamak istemiyorum.”

“Çok yapışkan bu hocam, bir şarkıyla kurtulamaz insan, tutsak kalır maazallah!”

Gülüyor Ahsen Hoca.

“Önemli olan edebiyle yapılan samimi bir daveti reddetmemek.  Ömür boyu birliktelik için bir kontrata imza atmanızı isteyen yok elbet sizden.  Şarkı dediğini iki, bilemediniz üç dakika.  Bittiğinde teşekkür edip yerinize dönmek de tabii ki sizin hakkınız. Ha, şayet dans sırasında can sıkıcı bir durum yaşanır, sizi huzursuz edecek bir söz dile gelirse, o zaman da izin isteyip ayrılmak sizin elinizde!”

Kafalarımızı sallıyoruz.  Rollerin ve sorumlulukların tanımlanmasını sevdik, özgür irademizi nasıl kullanacağımızı daha iyi anladık.  Güç yeniden bizde, hem de bu sefer kalp kırmadan.

*    *    *    *

dans

O geceden sonra beni dansa kaldıran hiç bir erkeğe “hayır olmaz” demedim.  İlk şarkının bitiminde teşekkür edip sıvıştığım durumlar yok değil.  Öte yandan, dans sayesinde tanıyıp çok iyi arkadaş olduğum gençler de oldu tabii.  “Parti yapsak da yeniden dans etsek” diye dualar ettirenler de…

Ahsen Hoca’yı mezuniyetten sonra hiç görmedim. Ancak, aslında pist çerçevesinin dışına taşan, tomurcuktaki umuda zarar vermemek, saygın cesaretin kanadını kırmamak temasını iğne oyası gibi işleyene sözlerini hiç unutmadım.

Benim çocuğum yok ama başta yeğenim olmak üzere “sözümü dinlermiş gibi yapan tüm genç kızlara” bu Sorgun anısını anlatıp Ahsen Hoca’nın değerli mirasına sahip çıkmaya çalışıyorum hala.

Brüksel, Şubat 2014

Kırmızısız kalmayın

İş günlerinde sabah ilk duraktan biniyorum metroya.  Genelde uykusuz, fazla koşturmaktan bitap düşmüş, kafası bin bir düşünceyle meşgul bir yetişkinler grubu oluyor benimle birlikte.  Ellerinde iş çantaları, dosyaları, ayaklarında yürüyüşe elverişli  ayakkabıları, çok şık değilse de ofis ortamına uygun kıyafetleriyle neredeyse bir örnek bir topluluk oluşturuyorlar.

Hergün hemen hemen aynı saatlerde aynı araçla yola düştükleri için pratikle mükemmelleştirdikleri bir rutini uyguluyorlar.  Metro durağına giriş içinde dükkanların olduğu küçük bir pasajdan yapılıyor.  Pasajın sokağa açılan kapısına varınca şemsiyeler kapatılıyor, cepte ya da çantalarının ön gözlerinde hazırlanmış metro kartları avuç içine alınıyor.

Trene binmeden az önce yürüyüş yönünün sol yanına denk gelecek şekilde yerleştirilmiş raftan bedava bir metro gazetesi alıyor çoğu.  Bu hareket esnasında bile kimse durmuyor, hız kesmiyor.  Seri adımlarla ilerlemeye devam ederken sol kollarını uzatıp birer nüsha kapıyorlar. Sonra turnikeden geçip bir iki çevik hamlede vagonun kapısına varıyorlar.

Bu tip günlük metro kullanıcılarının yıllık ya da aylık kartları var.  Kredi kartına benzer bu cisimleri turnikenin okuyucusuna yaklaştırınca kısa bir “bip” sesinin ardından geçiş hakkı kazanıyorlar.  Çoğu tam çıkarmıyor bile kartını. Kadınlar çantalarını doğru açıda değdiriyor okuyucuya, erkekler bazen palto ceplerini dayıyorlar. Anlayacağınız verim almak adına eğilen bükülenin bini bir para.

Metronun acemilerinin kağıt biletleri var. Tek, beş, bilemediniz on kullanımlık.  Onlar başka tip bir makineye yerleştiriyorlar bu biletleri, makine bileti beş saniye kadar içinde tutuyor, sonra geri çıkarıyor. Biletiniz on kullanımlıksa mesela, bir hakkınız gidiyor, dokuzu kalıyor.

Bakıyorum kartlılar biletlilerin arkasında sıraya girmemeye özen gösteriyorlar. Biletin makinede hapsedildiği o beş saniye onlara inanılmaz uzun geliyor.  Düşünün uzun zaman içinde özenle tasarlayıp mükemmelleştirdikleri sistem başkası yüzünden anında yerle bir oluyor.  Hazmedilir gibi değil!  İnsan yine de düşünmeden edemiyor; kazanılan bu saniyeler sonra nasıl, ne için kullanılıyor?

Metroda yerine yerleşen gazetesini açıyor, kitabını ya da tablet bilgisayarını çıkarıyor.  Hiçbiri olmasa, mutlaka bir ya da birden fazla cep telefonu ele avuca alınıyor.  Başlar öne eğiliyor, panjurlar sıkı sıkı kapalı.

Kütüphane sessizliğindeyiz, konsantrasyonun zirvesini yaşıyoruz.  Normalde zorlasak bu kadar raptı zapta alamayız böyle geniş bir topluluğu.  Müfettiş girmiş gibi sınıfa, disiplin diz boyu, katmerli bir asayiş sağlanmış.  Öyle ki gözünü yana kaçıranı vuracaklar sanırsınız.

Neyse ki öğrenciler var aramızda, bağrış çağrış dalıyorlar vagondan içeri. Kitaplar bir yanda, çantalar öteki tarafa savrulmuş.  Kızlar kotlu botlu ama makyajları yerinde, uzun boyalı tırnaklarda neye olduğu belirsiz bir isyan.  Erkekler genelde sıska, saç kesimleri karakter analizlerine gebe.  Pantolonlar moda olduğu üzere belden düşüyor, malum bir iç çamaşır çıtlatma çabası hakim.

Öğrencilerin kimi son dakikada ödev yapmaya çalışıyor, kimi akşamki parti organizasyonu peşinde.  Cep telefonlarına can havliyle sarılmışlar.  O ekranda en ufak bir hareket olduğunda dış dünyanın kalan kısmıyla ilişkileri anında kesiliyor.  Alet mi onların avucunda, onlar mı telefonun güdümünde anlayana aşkolsun.

Okullular Montgomery durağında bindikleri cümbüşle iniyorlar trenden.  Savrulan saçlar, biraz yerini yabancılamış parfüm kokuları, çoğunluk argo karışık takılmalar arasında yürüyen merdivene atıyorlar gövdelerini.  Kendileriyle öyle meşgul ki güzel kafaları bizleri fark etmediler bile. Ne mutlu onlara!

Ortalık yine sus pus oldu.  Çevrilen sayfa sesi, fısıldar gibi söylenen “pardon geçebilir miyim?” ricaları, mesaj yazan tuşların tıkırtısı.  Yanyana, omuz omuza, burun buruna durup birbirini görmeyen insanlar. Yapılacaklar listelerinin ağırlığını taşıyan bedenler, dimağlar.  Planın programın el kitabını yazmış profesyonel robotlar.

Yanlış anlaşılmasın, ben de aralarındayım. Kapıya yakın ve gidiş istikametinde olduğundan seçtiğim koltukta tablet bilgisayarın tuşlarını tıklatıyorum bütün hamaratlığımla.  Daldım gittim derken bir an irkiliyorum, üzerime dikilmiş ısrarlı bakışlar dünyaya döndürüyor beni.

Kafamı kaldırınca karşı koltuktaki sarışın kızı görüyorum, altı yaşında ya var ya yok.  Saçları iki örgü yapılmış, gözler nehir yeşili.  Kırmızı külotlu çorapları ve siyah çizmeleri var.  Beni süzüyor.

O hafiften gülümsüyor.  Tarıyor beni bakışları.  Saçımı, makyajımı, aksesuarlarımı, çantamı, elimdeki bilgisayarı tek tek ve uzun uzun inceliyor.  “Hadi bakalım, sen nasıl istersen” gibilerinden bakıyorum yüzüne şakacı bir ifadeyle ve yine başımı eğip yazmaya koyuluyorum.

Yere değmeyen kırmızı çoraplı bacaklarını biraz daha hızlı sallandırıyor şimdi.  Sözleri belirsiz bir şarkı mırıldanıyor rüyalı bir ses tonuyla.  Başımı kaldırmadığımı fark edince sallanma hızı artıyor, melodi belirginleşiyor.  Sırf meraktan biraz daha umursamaz gibi yapıyorum.

Sallanan sağ bacak benim sol dizime dokunup dokunup kaçıyor. Çok da yumuşak değil darbesi, yok sayılmak belli ki hoşuna gitmedi. “Bak bana” diyor, “gör beni”.  Dizlerimi kurtarmak için kendimi koltukta dikleştirirken tableti de kapatıp kenara koyuyorum. Göz gözeyiz şimdi.

Kaç durak gittik böylece bilmiyorum.  Ne o konuştu ne ben.  O beni doya doya süzdü, ben ona teslim oldum.  Ciddiyeti ve kararlılığı esir aldı beni.  Oyun oynamıyordu, daha çok bir deney yapar gibiydi hali tavrı.  Akıl defterine not aldıklarına bir göz atmak istedim.

Schuman durağına gelince ufaklığa göz kırpıp indim metrodan.  Yine ses etmedi, el sallamadı arkamdan.  Usulca vedalaştı sessiz.

Altmış sekiz basamak merdiveni tırmandım sonra.  Metro çıkışına yakın bir noktada seyyar müzisyenler neşeli bir melodi çalıyorlardı.  Kaç gündür önlerinden aceleyle geçerim, bugün durup çantamdan bozuk para çıkardım.  Önlerinde serili gitar kılıfına attım.  Müzisyenlerin teşekkür selamını alırken arkamdan gelen insan seli az daha beni önüne katıp sürükleyecekti.

Yürüyen merdivene binip yeryüzüne çıktım.  Şansıma mavi bir gökyüzü karşıladı beni. Yol üstündeki sokak satıcısından kırmızı laleler aldım.

Schuman meydanından De Mot sokağındaki iş yerime yürürken kırmızı sırt çantası taşıyan bir adam çarptı gözüme.  Kıvrak ve tempolu yürüyüşünden kulaklıklardan kendini kaptırasıya sevdiği bir melodiyi dinlemekte olduğunu sonucuna vardım.  Müziği işitmesem de onun devinimlerini izlemeyi sevdim.

Derken aniden durakladı sokağın orta yerinde.  Elindeki hayali gitarı çalarmışçasına salladı bedenini, kafası boynu etrafında çılgınca döndü.  Kırmızı sırt çantası keyifle hopladı.  Binanın kapısındaki güvenlik görevlileri biraz şaşkın baktılar ondan yana.

Ofiste kırmızı laleleri vazoya yerleştirirken kırmızı külotlu çorapların sevimli ısrarını ve kırmızı sırt çantasının coşkulu dansını düşünüp keyiflendim yok yere.  Daha genç, daha bağımsız ve daha az yalnız hissetmenin şerefine.

Siz siz olun, kırmızısız kalmayın…

kirmiziresim

Brüksel, Şubat 2014