Yaş aldıkça önceleri duyup da tam olarak ne anlama geldiklerini anlamadan kayda aldığım deyimlerin, benzetmelerin, hatta atasözlerinin tadına bir başka türlü varır oldum.
Babam “sırtıma kar yağıyor” derdi, üşüdüğünü düşünürdüm de ötesi üstüne kafa yormazdım bile.
Annemi sıkıldığında, heyecanlandığında deli bir ateş basardı. “Boncuk boncuk ter boşandı” derdi. Yine gereksiz yere panik yarattığını düşünürdüm. İnsanı o derece daraltan hadiseler yaşamamıştım.
“Ayaklar neden geri geri gider?” bilmezdim. “Efkâr ne vakit basar” anlamazdım.
“Kalabalıklar niye üstüne üstüne gelir” di ki insanın?
“Kulak asma!” derdi babam. “Nasıl yani?” diye düşünürdüm.
Dedem rahmetli Mümin Hoca nevi şahsına münhasır bir şahsiyetti. Hayatı, sıkıntıları, hastalık ve hatta ölümü kendine pek dert etmezdi. Rivayet o ki, babaanneme “Hanım, falanca vardı ya…” diye başlayan bir cümleyle seslenir, zavallı kadıncağıza o şahsiyeti hatırlatana kadar epey zaman ve emek harcarmış. Sonra da “Ha, bildin mi? Top atmış gariban. Allah rahmet eylesin!” der, yoluna devam edermiş, babaannem şaşkın şaşkın bakarken.
Dedem yüz üç (evet üç haneli rakamla 103) yaşında vefat etti. Ardında onun için “top atmış” diyebilecek pek kimse kalmamıştı. Hepimiz onunki kadar “sonuna denk dinç” yaşama zevki diledik kendimiz için.
“Kayığını sağlam kazığa bağlayacaksın!” öğüdünü de çok duymuştum. “Ev alma komşu al”, “dostlar alışverişte görsün”, “ye kürküm ye” ile birlikte. Mümin Hoca bunların hepsine kulak kabartırdı kabartmasına, ama o “her koyun kendi bacağından asılır” da karar kılmıştı. Bu sözü küpe yapmıştı kulağıma.
On sekizimizdeyken sen bana “ben yakın arkadaşız sanıyordum, sonra bir baktım ki Deniz herkesin iyi arkadaşı” tarzında bir söz söylemiştin. Bu dediklerin yıllar boyu takip etti beni. İlk duyduğumda anlamamıştım tam olarak ne demek istediğini.
Ben iyi arkadaş olmayı takdire layık bir vasıf sayıyordum. Yarım arkadaşlığı, sudan ilişkileri, karşındakinin yüzüne gülüp onu sırtından hançerlemeyi bilmiyordum henüz. “Seviyorum” diyorsa seviyordur, söz verdiyse gelir, “işittim” diyorsa dinlemiş ve anlamıştır yanılsamasındaydım.
Niye kızmıştın bana, onu da tam olarak anlamadım. Böyle düzgün bir arkadaşın olduğu için sevineceksin sandım. Oysa sen biraz uzaklaştın o ara benden. Kötü değildik ama “eskisi gibi” de değildik artık.
* * * *
Yıllar geçti. Belçika’ya yerleştim. Kırkıncı yaşımı uluslararası bir toplulukla eller havaya bir partide kutladım. Dünya pırıl pırıldı, yaşıma göre genç göründüğümü düşünüyordum, etrafım ilginç insanlarla çevriliydi. Kendimi şanslı ve “istediğini elde etmiş” addediyordum .
Yine de bu “arkadaşlık meselesi” kafamı kurcalamaya devam etti. Çok sevdiğim bir dostumla Paris’te kızkıza geçirdiğimiz bir hafta sonunda derinlemesine dertleşirken aniden sordum ona: “Kaç arkadaşın var senin?”
Hem çok insancıl hem de peri kızı kadar güzel biri o. Etrafı hayran dolu, insanlar onunla görünmek için bile birbirini yiyor diyebilirim. Önce gözlerini kısıp bana “bunu niye soruyorsun ki şimdi?” der gibi baktı. Sonra sağ elinin parmaklarıyla ve ağır ağır, düşüne düşüne saydı.
Tek gözünü kırpmıştı hafif. Konsantre olduğunu ve insanları zihninin podyumundan geçirdiğini düşündüm. “Beş!” dedi sonra, “seninle altı” diye ekledi sol başparmağını tutup.
Şok olduğumu görünce “daha büyük bir rakam mı bekliyordun?” diye sordu nükteli bir edayla.
“Yok canım, neyse o!” dedim. “Neyse o!”
* * * *
Aradan beş yıl geçti geçmedi, o parti organizasyonu için en büyük emeği veren arkadaşlarımdan biri beni “yeterince saydam olmadığım için” üç gün içinde ve elektronik posta aracılığıyla arkadaşlıktan çıkardı. Sonra da sanal ortamda vurdu tekmeyi. Durduğumuz kabahatmiş meğer, hayatında ne zamandır bir leke olduğumu hissettim.
Parti günü ortak hediye, organizasyon ve bilumum başka detaylar için azim azim koşturmuşluğunu bildiğim bir diğeri de başka türlü çıktı yaşamımdan. Annemi kaybının ardından beni kısa, en kısa mesaj yoluyla teselli etmeyi seçti. Sonrasında konuştuk, kırgınlığımı açık ettim. “Telafi edeceğim” deyip ortadan yok oldu. Hala firarda.
Tek taraflı değil bu hikayeler. Mutlaka benim de hayal kırıklığına uğrattıklarım, gerektiği kadar yanı başında olamadıklarım, beklentilerine cevap veremediklerim olmuştur. Hayat kaprisli bir sevgili gibi, bugün bunu istiyor, yarın şunu. Onu doyurmaya çalışırken fırsatlar kaçıyor, kapılar kapanıyor, kalpler kırılıyor. Çoğu zaman geri dönüş mümkün olmuyor.
Yıllar bana –ben herkesin arkadaşı olsam bile– senin dürüst, mert ve sapasağlam bir dost olduğunu öğretti,. “Adam gibi adam” denir ya hani, öyle işte. Algının seçiciliğiyle dinlemek ayrı, kulak vermek başka. Sen satır aralarını da görüyorsun.
Söz veriyorsan tutuyorsun, “belki yapamam” dediğinde ortaya atılmıyor, susmayı tercih ediyorsun. Dinliyorsan duyuyorsun. “Duyduklarınla ilgili atabileceğin adımlar var” diyorsa o güzel aklın sana, gönlün de destek veriyorsa buna, ilerliyorsun.
Annemin mavi kolyesini boynuna taktığın anda dolan gözlerin geliyor aklıma. Filistin Caddesi’ndeki kafenin terasındaydık bir bahar günü. “Artık Deniz üzülmesin diye kendimi tutamayacağım, kimse kusura bakmasın” deyip salıvermiştin gözyaşlarını. Severdin annemi, biliyorum onun ölümüyle sen de sarsıldın.
Sana “sağlam kazıklara bağlamayı ihmal ettiğim” için artık kaybettiğim kayıklarımdan yanan dilimle tam da “sırtıma lapa lapa kar yağarken” omuzlarıma örttüğün sıcak battaniye için bir de buradan teşekkür etmek istedim.
Minnetle….
İstanbul-Brüksel, Şubat 2014