Kırmızısız kalmayın

İş günlerinde sabah ilk duraktan biniyorum metroya.  Genelde uykusuz, fazla koşturmaktan bitap düşmüş, kafası bin bir düşünceyle meşgul bir yetişkinler grubu oluyor benimle birlikte.  Ellerinde iş çantaları, dosyaları, ayaklarında yürüyüşe elverişli  ayakkabıları, çok şık değilse de ofis ortamına uygun kıyafetleriyle neredeyse bir örnek bir topluluk oluşturuyorlar.

Hergün hemen hemen aynı saatlerde aynı araçla yola düştükleri için pratikle mükemmelleştirdikleri bir rutini uyguluyorlar.  Metro durağına giriş içinde dükkanların olduğu küçük bir pasajdan yapılıyor.  Pasajın sokağa açılan kapısına varınca şemsiyeler kapatılıyor, cepte ya da çantalarının ön gözlerinde hazırlanmış metro kartları avuç içine alınıyor.

Trene binmeden az önce yürüyüş yönünün sol yanına denk gelecek şekilde yerleştirilmiş raftan bedava bir metro gazetesi alıyor çoğu.  Bu hareket esnasında bile kimse durmuyor, hız kesmiyor.  Seri adımlarla ilerlemeye devam ederken sol kollarını uzatıp birer nüsha kapıyorlar. Sonra turnikeden geçip bir iki çevik hamlede vagonun kapısına varıyorlar.

Bu tip günlük metro kullanıcılarının yıllık ya da aylık kartları var.  Kredi kartına benzer bu cisimleri turnikenin okuyucusuna yaklaştırınca kısa bir “bip” sesinin ardından geçiş hakkı kazanıyorlar.  Çoğu tam çıkarmıyor bile kartını. Kadınlar çantalarını doğru açıda değdiriyor okuyucuya, erkekler bazen palto ceplerini dayıyorlar. Anlayacağınız verim almak adına eğilen bükülenin bini bir para.

Metronun acemilerinin kağıt biletleri var. Tek, beş, bilemediniz on kullanımlık.  Onlar başka tip bir makineye yerleştiriyorlar bu biletleri, makine bileti beş saniye kadar içinde tutuyor, sonra geri çıkarıyor. Biletiniz on kullanımlıksa mesela, bir hakkınız gidiyor, dokuzu kalıyor.

Bakıyorum kartlılar biletlilerin arkasında sıraya girmemeye özen gösteriyorlar. Biletin makinede hapsedildiği o beş saniye onlara inanılmaz uzun geliyor.  Düşünün uzun zaman içinde özenle tasarlayıp mükemmelleştirdikleri sistem başkası yüzünden anında yerle bir oluyor.  Hazmedilir gibi değil!  İnsan yine de düşünmeden edemiyor; kazanılan bu saniyeler sonra nasıl, ne için kullanılıyor?

Metroda yerine yerleşen gazetesini açıyor, kitabını ya da tablet bilgisayarını çıkarıyor.  Hiçbiri olmasa, mutlaka bir ya da birden fazla cep telefonu ele avuca alınıyor.  Başlar öne eğiliyor, panjurlar sıkı sıkı kapalı.

Kütüphane sessizliğindeyiz, konsantrasyonun zirvesini yaşıyoruz.  Normalde zorlasak bu kadar raptı zapta alamayız böyle geniş bir topluluğu.  Müfettiş girmiş gibi sınıfa, disiplin diz boyu, katmerli bir asayiş sağlanmış.  Öyle ki gözünü yana kaçıranı vuracaklar sanırsınız.

Neyse ki öğrenciler var aramızda, bağrış çağrış dalıyorlar vagondan içeri. Kitaplar bir yanda, çantalar öteki tarafa savrulmuş.  Kızlar kotlu botlu ama makyajları yerinde, uzun boyalı tırnaklarda neye olduğu belirsiz bir isyan.  Erkekler genelde sıska, saç kesimleri karakter analizlerine gebe.  Pantolonlar moda olduğu üzere belden düşüyor, malum bir iç çamaşır çıtlatma çabası hakim.

Öğrencilerin kimi son dakikada ödev yapmaya çalışıyor, kimi akşamki parti organizasyonu peşinde.  Cep telefonlarına can havliyle sarılmışlar.  O ekranda en ufak bir hareket olduğunda dış dünyanın kalan kısmıyla ilişkileri anında kesiliyor.  Alet mi onların avucunda, onlar mı telefonun güdümünde anlayana aşkolsun.

Okullular Montgomery durağında bindikleri cümbüşle iniyorlar trenden.  Savrulan saçlar, biraz yerini yabancılamış parfüm kokuları, çoğunluk argo karışık takılmalar arasında yürüyen merdivene atıyorlar gövdelerini.  Kendileriyle öyle meşgul ki güzel kafaları bizleri fark etmediler bile. Ne mutlu onlara!

Ortalık yine sus pus oldu.  Çevrilen sayfa sesi, fısıldar gibi söylenen “pardon geçebilir miyim?” ricaları, mesaj yazan tuşların tıkırtısı.  Yanyana, omuz omuza, burun buruna durup birbirini görmeyen insanlar. Yapılacaklar listelerinin ağırlığını taşıyan bedenler, dimağlar.  Planın programın el kitabını yazmış profesyonel robotlar.

Yanlış anlaşılmasın, ben de aralarındayım. Kapıya yakın ve gidiş istikametinde olduğundan seçtiğim koltukta tablet bilgisayarın tuşlarını tıklatıyorum bütün hamaratlığımla.  Daldım gittim derken bir an irkiliyorum, üzerime dikilmiş ısrarlı bakışlar dünyaya döndürüyor beni.

Kafamı kaldırınca karşı koltuktaki sarışın kızı görüyorum, altı yaşında ya var ya yok.  Saçları iki örgü yapılmış, gözler nehir yeşili.  Kırmızı külotlu çorapları ve siyah çizmeleri var.  Beni süzüyor.

O hafiften gülümsüyor.  Tarıyor beni bakışları.  Saçımı, makyajımı, aksesuarlarımı, çantamı, elimdeki bilgisayarı tek tek ve uzun uzun inceliyor.  “Hadi bakalım, sen nasıl istersen” gibilerinden bakıyorum yüzüne şakacı bir ifadeyle ve yine başımı eğip yazmaya koyuluyorum.

Yere değmeyen kırmızı çoraplı bacaklarını biraz daha hızlı sallandırıyor şimdi.  Sözleri belirsiz bir şarkı mırıldanıyor rüyalı bir ses tonuyla.  Başımı kaldırmadığımı fark edince sallanma hızı artıyor, melodi belirginleşiyor.  Sırf meraktan biraz daha umursamaz gibi yapıyorum.

Sallanan sağ bacak benim sol dizime dokunup dokunup kaçıyor. Çok da yumuşak değil darbesi, yok sayılmak belli ki hoşuna gitmedi. “Bak bana” diyor, “gör beni”.  Dizlerimi kurtarmak için kendimi koltukta dikleştirirken tableti de kapatıp kenara koyuyorum. Göz gözeyiz şimdi.

Kaç durak gittik böylece bilmiyorum.  Ne o konuştu ne ben.  O beni doya doya süzdü, ben ona teslim oldum.  Ciddiyeti ve kararlılığı esir aldı beni.  Oyun oynamıyordu, daha çok bir deney yapar gibiydi hali tavrı.  Akıl defterine not aldıklarına bir göz atmak istedim.

Schuman durağına gelince ufaklığa göz kırpıp indim metrodan.  Yine ses etmedi, el sallamadı arkamdan.  Usulca vedalaştı sessiz.

Altmış sekiz basamak merdiveni tırmandım sonra.  Metro çıkışına yakın bir noktada seyyar müzisyenler neşeli bir melodi çalıyorlardı.  Kaç gündür önlerinden aceleyle geçerim, bugün durup çantamdan bozuk para çıkardım.  Önlerinde serili gitar kılıfına attım.  Müzisyenlerin teşekkür selamını alırken arkamdan gelen insan seli az daha beni önüne katıp sürükleyecekti.

Yürüyen merdivene binip yeryüzüne çıktım.  Şansıma mavi bir gökyüzü karşıladı beni. Yol üstündeki sokak satıcısından kırmızı laleler aldım.

Schuman meydanından De Mot sokağındaki iş yerime yürürken kırmızı sırt çantası taşıyan bir adam çarptı gözüme.  Kıvrak ve tempolu yürüyüşünden kulaklıklardan kendini kaptırasıya sevdiği bir melodiyi dinlemekte olduğunu sonucuna vardım.  Müziği işitmesem de onun devinimlerini izlemeyi sevdim.

Derken aniden durakladı sokağın orta yerinde.  Elindeki hayali gitarı çalarmışçasına salladı bedenini, kafası boynu etrafında çılgınca döndü.  Kırmızı sırt çantası keyifle hopladı.  Binanın kapısındaki güvenlik görevlileri biraz şaşkın baktılar ondan yana.

Ofiste kırmızı laleleri vazoya yerleştirirken kırmızı külotlu çorapların sevimli ısrarını ve kırmızı sırt çantasının coşkulu dansını düşünüp keyiflendim yok yere.  Daha genç, daha bağımsız ve daha az yalnız hissetmenin şerefine.

Siz siz olun, kırmızısız kalmayın…

kirmiziresim

Brüksel, Şubat 2014

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Twitter picture

You are commenting using your Twitter account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s