Dansa Davet – Anılarla karışık felsefi bir söyleşi

Orta okuldayken İngilizce hocalarımızın önderliğinde bir yaz kampına gitmiştik Sorgun’a.  Aileden ayrı, öğretmen gözetiminde de olsa “arkadaşlar arasında” ilk tatilimdi.  Müthiş heyecanlıydım, hayatımın macerasını yaşamak için bıçaklarımı bilemeye başladım.

Kampta günlerimiz genelde deniz, spor, turistik gezilerle geçiyordu ama hem sabah hem öğleden sonra iki ayrı seans İngilizce dersimiz de vardı.  Okuldaki kadar ağır değildi bu etütler.  Film izler, kompozisyon yazar, sohbet eder, bol bol da gülerdik.

Gündüzleri dershane görevi yapan kapalı mekan akşamları kabuk değiştirir ve “disco”ya dönüştürülürdü.  Söylememe gerek yok, gece kampın körpecik kalbi orada atıyordu.  Malum, şarkılarda kendimizi bulduğumuz, şarkılarda kaderimizi yeniden yazdığımız yıllardaydık.  Kanımız çoktan kaynamaya başlamış ama henüz pek yol yordam bilmiyoruz.

Disco dediğimiz alanda -bugün aklımda kaldığı kadarıyla- geniş bir pist etrafında dizilmiş sandalyeler var.  Biraz loş bir ortam, seksenlerin şimdilerde dinlenildiğinde hafif bir iç bayıltısı yaratabilen melodileri yayılıyor havaya.  Bizlerde bir yaman beklenti, bir kıpır kıpır hareketlilik…

Her akşam aynı senaryo:  Önce bir ısınma sürecinde geçiyoruz, öyle kimse kendini en baştan ortaya atmak istemiyor.  Kızlar kibar kibar oturup evlerinin salonundaymış gibi sohbete başlıyorlar, ama yan ve arka gözleriyle ortamı tarıyor, gelişmeleri anında yakalayıp değerlendirdikleri kesin.  Erkekler yerlerinde duramıyorlar.  Bir bakıyorsunuz, dışarı atmışlar kendilerini.  İki dakikaya kalmıyor bir gürültü patırtıyla geri geliyorlar ki bakmayana aşkolsun!

Kızlar büzülmüş dudaklarıyla erkeklerin bu “çocuksu” hallerini kınayıp gözlerini fırıl fırıl döndürüyorlar.  Sonra manidar bir iç çekip sohbetlerine kaldıkları yerden devam ediyorlar.  Isınma turları bunlar.

Genç hocalarımız o sırada bizim bu garip hallerimizi izleyip aralarında eğleniyorlar. Biraz daha sabredecekler, kaynaşma kendiliğinden gerçekleşmezse en yumuşağından müdahaleye geçecekler.  Tetikteler.

Erkeklerin itiş kakışı, kızların ara ara kıkırdamaya dönüşen hararetli konuşmaları ve gittikçe davetkarlarşan müziğin temposu epey bir gürültü oluşturuyor kapalı alanda.  Yine de,  çıkan onca sese rağmen, gerçekte paylaşılanlar pek az, pek sınırlı.   Derine dalmıyoruz, sığ sularda yüzüyor herkes.

Kimse o akşamla ilgili beklentilerini itiraf etmek istemiyor mesela.  Kaç kıyafet giyip çıkardı bu üstündekindekine karar kılana kadar halbuki.  Hala düşünüyor çocuk:  Doğru renkte mi acaba bu gömlek, kareliyi mi seçseydi? Kız dönüp dönüp aynada poposunu süzüyor.  Pantolon yerine etek mi giymeliydi?

Kampın en cazibeli kızı E uzun sarı saçlı, renkli gözlü, narin yapılı ve sakin tabiatlı bir güzel.  Usul usul konuşuyor, buz pistinde kayar gibi yürüyor.  Biz diğer kızlar ona gıpta etsek de çiğ çiğ kıskanmıyoruz; başrolü kesinlikle o hakediyor.

Esas çocuk C ince uzun, yakışıklı ve çevik, E’ye kıyasla az biraz fırlama ama şeytan tüyü var onda.  Bizce C ve E birbirleri için yaratılmışlar.  C atak üstelik ve dışa dönük, yapış yapış asılmıyor kıza ama ilgisini de saklamıyor.  E duygularını pek dışa vurmuyor, bin düşünüyor, üç söylüyor.  Tribünlerdeki beklenti ve heyecan diz boyu ama “icraat” maalesef kaplumbağa hızında ilerliyor.

Biz “yardımcı karakterler” bir yandan bu hikayeyle ilgili hiçbir ayrıntıyı kaçırmamak için gözlerimizi dört açarken, diğer yandan da kendi yağımızda kavrulmakla meşgulüz.  Biraz da hocaların dürtüklemesiyle meydan hareketlenmeye başladı.  Müziğe de ayağımız gidiyordu zaten, attık kendimizi piste, coşkuyla kıvrılıyoruz. 

Tam havaya girmiş tepinirken -kim karar veriyor, orası meçhul- slow bir şarkı çalmaya başlıyor aniden.  Akış kesiliyor, birkaç saniyelik tedirginlik, bazı bakışlar buluşuyor, utangaç tebessümleri takiben mutlu azınlık oluşturdukları çiftlerle ağır tempoda sallanmaya başlıyorlar.  “Tekler” biraz oyalanarak da olsa pist bitimindeki sandalyelere doğru seğirtiyor.

Bazı “tekler” neyse ki yarı yolda durduruluyor. Ya arkadan uzanan iki parmak omuza değiyor, ya onlara doğru bir el uzatılıyor.  Kısmetini kapan piste geri koşuyor.  Dinamikler artık farklı işlemeye başladı.

Genelde “damar” tabir edilen bu tür slow şarkılar kırk beşinci saniyelerinden itibaren yüreğe matkap dayayıp turbo modunda delmeye başlar, bilirsiniz.  Yaratılan aciliyetle en utangaçları bile bir cesaret sarıyor çok geçmeden.  İlk tercihleri pistte olsa da ikinci ya da üçüncü sıradaki kızların önünde alıyorlar soluğu: “Dans etmek ister misin?”

Gecenin ilerleyen saatlerinde dansa davetler de, pistteki hareketlilik de artıyor.  Olaya ısınıldı, doğal katalizörler görev başında, çoğunluk halinden memnun.  E’nin önünde uzun bir “niyetliler” kuyruğu oluşmuş artık. 

Herkes C’ye bakıyor, bozuk atacak mı diye.  C tasasız, kendinden emin gülümsüyor.  “Bırakın oyalansınlar” dercesine bakıyor kuyruktakilere, biraz da meydan okuyarak.

Bazı kızlar yalnız baştan arıza. Ya dans etmeye hepten tövbeli, ya da “armudun sapı, üzümün çöpü” şeklinde fena halde seçici.  Bir sürü çocuğu direkten döndürüyorlar.

 “Dans edelim mi?”

“Hayır!”

“Benim canım istemiyor!”

“Rahat bırak lütfen beni!”

“Sen önce git de şu saçını bir düzelt!”

Ve bence en kötüsü:

“Seninle mi?”

Ben o zamanlar şimdiye kıyasla daha kesin çizgili ve acımasız olmama rağmen o bir heyecan gelmiş hevesli çocukların körpe boyunlarının giyotinde uçurulmasına dayanamıyorum.  Ama keskin tarafım “seçim özgürlüğü”nden yana.  “Kız istemezse istemez kardeşim, zorla mı?” havasındayım.

Feminist dürtülerim de gelişmeye başlamış olacak ki, asıl kafamı meşgul eden konu neden biz kızların edilgen objeler misali “beklediğimiz”.  Canımız dans etmek istiyorsa, neden biz gidip bir çocuğa “hadi bakalım” demiyoruz?  Böyle balkonda saksı çiçeği misali kurulup oturmak, dalgın bakışlarla süzülmek hiç bana göre değil…

Ben bu varoluş savaşlarında mücadele verirken Ahsen Hoca yanımıza sohbete geliyor.  En genç ve en sevilen hocalarımızdan, hem aydın öğretmen, hem peri kızı, hem de bizle akranmış gibi yakın ruhu ruhumuza.  İngilizce gramer kurallarını konuşur rahatlığında gönül sırlarınızı dökebilirsiniz ona.   Dinler, yargılamaz, yumuşacık insancıllığıyla sarar sizi. 

Ahsen Hoca belli ki bazılarımızın gelen dans tekliflerini pek de kibar sayılamayacak bir şekilde geri püskürttüğümüzü gözlemlemiş.

 “Kızlar” diyor, “yapmayın, hem hiç hoş değil, hem size hiç mi hiç yakışmıyor!”

Bu sözlere şaşıran, hatta bozulanlar olduğunu fark edince aynı yumuşak ses tonuyla devam ediyor:

“Kendinizi o çocuğun yerine koyun bir kez.  Olanca gücünü toplamış, salonun bir ucundan kalkıp size doğru yürürken neyi nasıl soracağını, sizin yanıtınızın ne olacağını düşünmüş, tartmış.  Herkesin gözü önünde reddedilme riskini göze almış.

Siz ne yapıyorsunuz? Dudağınızdan çıkan iki kelimeyle alaşağı ediyorsunuz o insanı.  Belki istenmediğini, yeterince beğenilmediğini düşündürüyorsunuz.  Kendini eksik hissettiriyorsunuz. Medeni cesaretini onuruyla sergileyen bir kişiyi bir kabahat işlemişçesine cezalandırıyorsunuz.

Düşünün, hakkınız var mı buna?”

Ortama ağır bir sessizlik iniyor.  Az önce söylenilenleri hazmetmeye çalışıyoruz.  Ağızdan çıkan sözün, fırlatılan bakışın, silkinen omuzun, çevrilen boynun yüreğe sapladığı bıçağı görüyoruz. 

Bazılarımız çetin ceviz ama, ikna olmadılar.

“Hocam ama ben o çocuktan hiç hoşlanmıyorum.”

“Ben aslında filancanın beni dansa kaldırmasını bekliyorum, zamanımı başkasıyla harcamak istemiyorum.”

“Çok yapışkan bu hocam, bir şarkıyla kurtulamaz insan, tutsak kalır maazallah!”

Gülüyor Ahsen Hoca.

“Önemli olan edebiyle yapılan samimi bir daveti reddetmemek.  Ömür boyu birliktelik için bir kontrata imza atmanızı isteyen yok elbet sizden.  Şarkı dediğini iki, bilemediniz üç dakika.  Bittiğinde teşekkür edip yerinize dönmek de tabii ki sizin hakkınız. Ha, şayet dans sırasında can sıkıcı bir durum yaşanır, sizi huzursuz edecek bir söz dile gelirse, o zaman da izin isteyip ayrılmak sizin elinizde!”

Kafalarımızı sallıyoruz.  Rollerin ve sorumlulukların tanımlanmasını sevdik, özgür irademizi nasıl kullanacağımızı daha iyi anladık.  Güç yeniden bizde, hem de bu sefer kalp kırmadan.

*    *    *    *

dans

O geceden sonra beni dansa kaldıran hiç bir erkeğe “hayır olmaz” demedim.  İlk şarkının bitiminde teşekkür edip sıvıştığım durumlar yok değil.  Öte yandan, dans sayesinde tanıyıp çok iyi arkadaş olduğum gençler de oldu tabii.  “Parti yapsak da yeniden dans etsek” diye dualar ettirenler de…

Ahsen Hoca’yı mezuniyetten sonra hiç görmedim. Ancak, aslında pist çerçevesinin dışına taşan, tomurcuktaki umuda zarar vermemek, saygın cesaretin kanadını kırmamak temasını iğne oyası gibi işleyene sözlerini hiç unutmadım.

Benim çocuğum yok ama başta yeğenim olmak üzere “sözümü dinlermiş gibi yapan tüm genç kızlara” bu Sorgun anısını anlatıp Ahsen Hoca’nın değerli mirasına sahip çıkmaya çalışıyorum hala.

Brüksel, Şubat 2014

1 thought on “Dansa Davet – Anılarla karışık felsefi bir söyleşi

  1. Genelde “damar” tabir edilen bu tür slow şarkılar kırk beşinci saniyelerinden itibaren yüreğe matkap dayayıp turbo modunda delmeye başlar, bilirsiniz. Yaratılan aciliyetle en utangaçları bile bir cesaret sarıyor çok geçmeden. İlk tercihleri pistte olsa da ikinci ya da üçüncü sıradaki kızların önünde alıyorlar soluğu: “Dans etmek ister misin?”
    Çok güzel..engin tecrübelerin kaleme döküldüğü anlar ..özellikle bu yukardaki cümleler…anlatışındaki içtenlik..Hızla zirveye çıkıyorsun..kalemin tutulmaz oldu..daha nice güzellikleri yazman dileğiyle..

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s