Saadet Düğümü

SD

1. Lara

Dört sene kadar önce Antalya’ya yaptığım bir iş gezisi sırasında Lara’da bir otelde kaldım. Hangi aydı tam olarak anımsamıyorum ama incir mevsiminin sonuydu diye kalmış aklımda. Toplantılar nihayet son bulunca kendimi sokaklara atmış, civarın keşfine dalmıştım.

Çok değişmiş oralar; yeni oluşumlar, yürüyüş yolları, parklar, gıcır gıcır yapılar. Bir yandan yürüyor, bir yandan da etrafı inceliyordum. Burnum deniz havasına doymaya çalışırken toplantıda oturmaktan uyuşmuş bacaklarım pergel misali açılmış, uzamışlardı sanki.

Saatlerce yürümüş olmalıyım, susadığımı hissettim bir an. Bakkal, büfe tarzı bir yer ararken köşedeki marketi gördüm. Brüksel’de tatsız tuzsuz incirlerle geçen yağmurlu bir yaz mevsiminden öç almak istercesine koşar adım daldım dükkana. Bir elimde içinde incirlerin konumlandığı beyaz bir naylon torba, diğerinde de küçük bir pet şişe su olduğu halde çıktım oradan kısa bir süre sonra.

Otele doğru kararlı adımlarla ilerlerken bir mağaza çaptı gözüme. Hakkında çok okuduğum, merakımı uyandıran başarılı bir tasarımcımızın kendi ismini taşıyan bir mekan. İstanbul’daki mağazalarından haberdardım ama Antalya’da bir yeri olduğunu hiç duymamıştım.

Tesadüfleri severim. Onlarda hep bir macera çağrısı, bir “denemezsen olmaz” söylemi olduğunu düşünürüm. “Burası da madem önüme çıktı, içine girip bir bakmak artık bana farz oldu” dedim kendi kendime.

Fakat şık bir yere benziyor mekan. Ben spor kıyafetim, ayağımda parmak arası terlikler, elimde su şişem ve incirlerimle pek uygun kaçmayacağım belli ki oranın ortamına. Bir anlık tereddütten sonra “bu fırsat kaçmaz” deyip giriyorum kapısından içeri.

Butik çok büyük değil ama özenle organize edilmiş. Girişte iki yanınıza denk gelecek şekilde asılmış askılardaki kıyafetler olağanüstü. Ben çizsem böyle çizerdim dediğim modeller, büyüleyici kesimler, hem göze hem dokunuşa şiir etkisi yapan tasarımlar. Alice Harikalar Diyarı’nda gibiyim, incirleri dahi unuttum.

Satış görevlileri hem bıcır bıcır, hem güleryüzlü iki genç kız. Üstünüze gelmeden, ısrarcı olmadan fikir verebilen, öneri sunabilen cinsten. Onlara da kanım kaynıyor hemen. Su şişesi ve naylon torbamı kibarca elimden alıp bir köşeye yerleştiriyorlar. Birlikte bakıyoruz şimdi kıyafetlere, alıcı gözüyle.

Butiğin arka kısmındaki bölmedeki kabinlere girip biriki kıyafet deniyorum. Hepsi ayrı güzel görünüyor gözüme, bu tarzı kendime pek yakıştırıyorum. Kızların önerileri hem yaratıcı hem de yapıcı, asla illaki satış yapalım derdinde değiller.

Kız arkadaşlarımla gardırop önünde akşamki davet için kıyafet beğenir havasında şakalaşa gülüşe denemelere devam ediyoruz. İki elbise arasında kaldım, seçim çok zor, yapamıyorum. “Ben bu akşam düşüneyim, yarın sabah geri gelirim” diyorum. Anlayışla karşılıyorlar, ben herhangi bir talepte bulunmadan her iki elbiseyi de yarın öğlene kadar tutmayı öneriyorlar. Memnuniyetle kabul edip ayrılıyorum oradan.

O akşam ballı incirlerden tadarken elbiseleri düşünüyorum. Şarap rengi olan kanıma girdi, sanırım onu alacağım. Ertesi sabah aklımda aynı elbiseyle uyanınca kahvaltıyı yarım yamalak yapıp kendimi koşar adım mağazaya atıyorum.

Dünkü kızlar orada ama bu kez başlarında yönetici konumlu olduğunu hissettiğim başka biri de var. “Tuba Hanım” diyerek tanıştırıyorlar. İlk göz göze gelişinizde kanınızın kaynadığı insanlar vardır, Tuba Hanım da öyle biri. Benden daha genç olmalı, çıtı pıtı, özgün bir tarz sahibi, konuşması, devinimleri huzur veriyor.

Tuba Hanım’ın bir de misafiri var. Ellili yaşlarda olduğunu sandığım hafif etine dolgun, dinç ve esprili bir hanım. Onlar bir yandan kahve içip bir yandan da konuğun elindeki düğün fotoğraflarına bakıyorlarmış ben geldiğimde. “Oğlum evlendi de, buradan aldığım bir kıyafeti giymiştim o gece” diye açıklıyor misafir hanım.

Anında bana da bir kahve söylüyorlar, bir sandalye daha çekiyorlar yanlarına ve resimlere bakmaya buyur ediyorlar. On dakika sonrasında biz hergün bu saatlerde buluşup sohbet eden üç kadının rahatlığıyla konuşmaya dalmışız. Düğündeki konuklarla ilgili hikayeleri dinleyip yorum yapıyoruz.

Kaç saat geçirdim o gün o mağazada bilmiyorum. Şarap rengi elbisemi de aldım tabii sonunda. Ancak oradan ayrılırken hissettiğim sadece alışverişin verdiği tatmin değildi, daha insancıl, daha gerçek, daha yürekte hissedilir bir iz bıraktı o mekan ve oranın sakinleri bende.

2. Pera

Bir sene geçti geçmedi, yeni bir iş seyahati İstanbul’a sürükledi beni. İki gün sürecek toplantılar Tarlabaşı’ndaki bir otelde düzenlenmişti. Kolaylık olsun diye aynı otelde kalmaya karar verdim. Üst katlardan bir oda rica ettim. Haliç manzaram yok ne yazık ki ama Pera gecelerini kuşbakışı izlemeye de doyamıyorum.

Planım cuma günü toplantı bitiminin ardından ekibi Brüksel’e uğurladıktan sonra İstanbul’daki hafta sonumun tadını çıkarmak. Dostlar da sağolsunlar bir organizasyon yaptılar, yılların eskitemediği ODTÜ grubu toplanacağız. Ev sahibi arkadaşlar günlerdir hazırlık yapıyor, biraya gelmenin keyfini yaşayacağız.

Cumartesi sabahı erkenden uyanıyorum. Akşam eğlencesinden önce biraz İstanbul’la başbaşa kalmak niyetindeyim. Antalya’da tanıştığım markanın Galata’daki butiğini de ziyaret etmek istiyorum. Ne yalan söyleyeyim, şarap rengi elbisenin yeni arkadaşlarıyla tanışmak için can atıyorum.

Çıkmaya hazırlanırken bana arkadaşlık etsin diye televizyonu açmıştım. Aklım başka yerde olduğundan sadece arka planda iki kadının karşılıklı sohbet ettiğinin farkındayım, o kadar. Tam da o sırada konuşmalarında az sonra gitmeyi planladığım yerin adı geçince irkilip kulak kabartıyorum söylenenlere. Şans eseri tasarımcıyla yapılan bir röportajın tam ortasına düşmüşüm.

Elimdeki işi bırakıp ekranın karşısına geçiyorum. Arzu Hanım bazı ürünlerinde kullandığı bir taş baskıdan bahsediyor. “Osmanlı’dan taşınan bir imza bu, çok kültürlülüğün ifadesi” diye anlatıyor. Adı “Saadet Düğümü”; sikkelerin üzerinde de kullanılırmış eskiden, para elden ele dolaşırken hem bereketin hem de mutluluğun artması için bir temenni gizliymiş içinde.

Arzu Hanım tasarım anlayışını betimlerken olayın sadece dikkat çekmek, farklı olmakla açıklanamayacağının altını çiziyor ve “giyenin kendini iyi hissetmesi”nin önemini vurguluyor. Bu gayesini sırtın üst kısmına denk gelecek şekilde yerleştirilen Saadet Düğümü’ne bağlıyor sonra: Baskı tene değdiği zaman giysiyi taşıyan kişinin “kimsenin görmediği bir yerde beni koruyan bir şey var” diye düşünmesini diliyor. Böyle hissetmenin o anı güzelleştireceğine inanıyor.

Çocukluğumda annemin bana ördüğü hırkaların içine küçük bir çengelli iğneyle iliştirdiği nazar boncuklarına yüklediği anlam geliyor aklıma. Arzu Hanım devam ediyor: “Bu sembol korur ya da korumaz, ama böyle bir anın bir saniye dahilinde bile oluverme ihtimali beni heyecanlandırıyor”.

3. Galata, Kabataş ve Karşı

O günün ilerleyen saatlerinde Galata’daki butikteki kıyafetlere bambaşka bir gözle bakıyorum. Sabahki sohbet programından cümleler geliyor hep aklıma. Başarılı bir iş kurmak ve kar etmekten öte insani gayesi olan yaratıcılığı alkışlıyorum. Diliyorum bu çizgi aynen kalsın, hiç değişmesin.

Mağazanın çalışanı Antalya’dakiler kadar kibar, zevkli, saygılı. Hem sohbet ediyoruz, hem yorumlarımızı paylaşıyoruz kıyafetler üstüne. Trikolara bakıyorum, indirime de girmişler, şanslıyım. Siyah bir kazakla ayrılıyorum oradan, içinde taş baskısı gizli bir kazakla.

Gün keyifle akarken o uğursuz telefonlardan biri geliyor. Eşimin babaannesi vefat etmiş. Kayınpederim de yola düşmüş, cenaze için İstanbul’a geliyor. Hastaydı babaanne, çekiyordu ama üzülmemek elde değil. İnsanın yüreği kabardığıyla kalıyor.

Haberi aldığımda Bebek’te deniz kıyısında yürüyordum. Adımlarımı sıklaştırdım sonrasında, hızlanınca acım geçecek sandım belki. Kendime geldiğimde Kabataş’taydım, arkadaşları arayıp akşamki buluşmayı iptal etmiştim.

Ankara’yı arayıp anneme haberi veriyordum telefonda. O kederliydi, herşeyden önce çocuğunu düşünen bütün anneler gibi “kızım sana da üzülüyorum, memlekete her gelişinde bir cenazeyle karşılaşıyorsun” diye iç geçiriyordu.

Ertesi gün tören için karşı tarafa geçtik. Yeni siyah kazağımı giydim hiç düşünmeden. Camii avlusunda eşimin ailesiyle buluştuk. Bazılarını seneler sonra ilk kez görüyordum. “Kızım, sen ne zaman aldın da haberi de koştun buralara?” diye soranlar oldu. “Rastlantı sonucu buradaydım” diye cevapladım.

Halalardan biri “annem belli ki çağırmış seni, veda etmek istemiş” dedi. Gözlerim dolu dolu oldu. Taş baskıya dayadım sırtımı, “belki korur belki korumaz ama varlığına inanmak bile şu anı daha dayanılır kılar, güç verir” diyerekten.

4. Yeşil Vadi

Bir zaman sonra aile ziyareti için Ankara’ya gittiğimde Arzu Hanım’ın bir mağazasının da nihayet başkentte açıldığını görüp keyiflendim. O zamanlar Filistin’in Yeşil Vadi’ye yakın tarafında konumlanmış butiğe arkadaşıma “hayırlı olsun” a gider gibi heyecanla koştum.

Burada da hem yetkin, hem sempatik bir ekip vardı. Söyleştik, düşük çeneme ve heyecanıma yenilip Lara ve Galata anılarımı paylaştım. Brüksel’de yaşadığımı söyledim. Hatta o sıralar hayatımızı gölgeleyen böbrek taşlarından bile bahsetmiş olabilirim, eşimin çektiği azaptan da.

“Ben bugün bakıcıyım” demiştim, onlar da saygı duydular ve illa bir şeyler satmaya çalışmadılar. Yeni koleksiyona beraberce baktık. Bana son zamanlarda dizilerde giyilen biriki parçayı yakından gösterdiler. Beren Saat üstüne sohbete daldık.

Sonra vedalaşıp ayrıldım oradan. “Yine bekleriz” dediler kapıya kadar uğurlarken.

5. Nişantaşı

Geçen senenin Ocak ayında annemle ikimiz İstanbul’a gittik. Uzun zamandır canı çekermiş meğer kadıncağızın ama Ankara’dan bir atılıp gidememiş. Kısmet Brüksel’den gelen kızıyla uzun yıllar sonra bir ziyaretmiş. Pek memnun, ağzı kulaklarında geziyor.

Hediye Hanım “sen nereyi uygun görürsen orada kalalım” demişti ama gönlü Nişantaşı’ndaydı, biliyordum. Teşvikiye Caddesi’ndeki otelde yerimizi ayırttığımı duyunca gözleri parladı. Ocakmış, soğukmuş, karmış dinlemeden anında valizini hazırladı.

Oteli pek beğendi, kahvaltıdaki ikramı ve servisteki özeni de. Sonra çarşı pazar gezmek istedi, “senin şu meşhur butiğe de bir götür beni, gözümle göreyim” diye tembih etti. Arzu Hanım’ın Nişantaşı şubesi otele beş dakikalık mesafedeydi. Birlikte gittik.

Annem bastonuna dayanarak ağır ağır yürümesine rağmen mağazadaki giysileri tek tek inceledi. Bazılarını çok beğendiğini söylerken alt dudağını ısırıyordu hayranlıkla. Ben biriki parçayı denemek için yanıma alıp kabine girdiğimde ekip annemi rahat bir kanepeye buyur etti, kahvesini nasıl alacağını sordular hemen arkasından da.

On dakikaya kalmadı şahane porselen fincanlarda kahveler geldi, yanında birer bardak suyla ikram edildiler. Hediye Hanım “eh, İstanbul görgüsü de farklı tabii” dedi hizmet kalitesini onaylarken. Mağaza çalışanları kibarca gülümsediler.

Denediklerimin hemen hepsini beğenmiştim, zaman aralarından seçme zamanıydı. Annem o sırada benim için bir bütçe ayırdığını ve onun dahilinde bir kıyafeti bana hediye etmek istediğini söyledi. Ben anneme yük olmak istemiyordum, ona ucuz parçayı aldırmak, kendim daha pahalısını üstlenmek için manevra yapmaya başladım.

Annem direniyordu, bütçe ayrılmıştı, burada gördükleri de içine sinmişti. Seçmeliydim artık daha fazla sorgulamadan. Benimse kafam iyice bulanmıştı. Mağaza çalışanları bir kez daha en fazla ciroyu yapmak derdiyle değil, bizim içimize sinecek çözümü bulmak gayesiyle hareket ediyorlardı. Emekli annesine masraf ettirmemeye çalışan kızın davranışını destekliyorlardı hatta.

Bir parçayı o gün satın aldık. Kalanı için düşünüp ertesi gün yeniden gelmeyi planladık, anlayışla karşıladılar. Annemin gözü denediğim mor elbisedeydi, hissettim. Benim de çok hoşuma gitmişti, ancak gerek kesimi gerek de tonu dolayısıyla arada bir kullanabileceğim bir kıyafet yerine her zaman işimi görecek bir alternatife daha sıcak bakıyordum. Annem “elbise çok yakıştı sana” dedi, yine alt dudağını ısırarak ama son kararı bana bıraktı.

O akşam düşündüm, sabah yine düşündüm. Kahvaltıda da annemle konuştuk, mor elbise yerine siyah ceketi almaya karar verdik. O ara annemin bir arkadaşı geldi otele bizi ziyarete, ben de onları başbaşa bırakıp mağazaya koştum. Son kararımızı uygulamaya koydum.

6. Yeniden Yeşil Vadi

Nisan ayının ortasıydı, biraz tereddütle de olsa butiğin kapısını aralayıp içeri süzüldüm. Saçlarım fönlüydü belki ama makyajım yoktu, zayıflamıştım, betim benzim de atık olmalıydı. Satış görevlisi kız yine de beni tanıdı. O hiç değişmemişti, zarif ve alımlıydı.

“Hoş geldiniz Deniz Hanım, biraz yorgun gördüm sizi. Hala mı devam ediyor eşinizin böbrek taşlarıyla savaşı?” diye sordu.

Güleyim mi ağlayayım mı bilemedim. Hem adımı, hem taşların hikayesini aylar sonra nasıl hatırladığına hayret etmekle meşguldü kafam.

“Taşlardan kurtulduk ama geçen ay annemi kaybettim” dedim usulca, bir rüyada gibi.

Annem de aynı babaanne gibi vedaya çağırmıştı beni.  Mart ayında dört günlük izine gelip üç gün içinde toprağa vermiştim onu neye uğradığımı bile anlamadan.

Genç kadın beni insanlığı ve sıcak bakışlarıyla sarıp sarmaladı. Sonra bana nasıl yardımcı olabileceğini sordu. Ben yarı deli bir inat ve azimle o mor elbiseyi arıyordum.

O ara tabii sezon değişmiş, kış ucuzlukları bitmiş, eldeki mallar muhtemelen depolara yollanmıştı. Ama güzel kadın ne pahasına olursa olsun bana yardımcı olmaya çalışıyordu. Aslında annemin izini sürdüğümü, o mor elbiseye kavuşursam, ona dokunur, onu üstüme geçirirsem annemle ilgili kayıp bir parçayı yeniden kazanacağımı hissetmişti.

Beni rahat bir koltuğa yerleştirdi, bir bardak su ikram etti. Sonra da memleketteki bütün mağazaları tek tek aramaya koyuldu. Saygı duyulası bir azim, merhametin kamçıladığı bir konsantrasyonla çalışıyordu. Yarım saat kadar sonra “morundan kalmamış, ancak aynı modelin siyahından buldum, getirtebilirim” dedi sevinçle.

Elbise ancak ertesi gün eline geçecekti, bana benim mağazaya gelmeme gerek olmadığını, eve yollatacağını, gerekirse havaalanına ulaştıracağını söyledi. Ertesi gün Belçika yolcusu olduğumu laf arasında duyup not etmişti aklına.

Önce, biraz da onun heyecanına kapılıp, “tamam” dedim. O heyecanla telefona koştu, tam teyit etmek için gerekli numarayı çevirecekken “durun!” dedim. Bir an şaşkınlık ve beklentiyle yüzüme baktı. “Annem morunu sevmişti, siyah olmaz” deyip ağlamaya başladım.

Ahizeyi yerine koydu, yanıma oturdu. Biraz susuştuk, kırık kırık cümlelerle konuştuk. Nihayet sakinleştiğimde ayaklandım, verdiğim zahmet için özür diledim. “Lafı bile olmaz” dedi, kucakladı, kapıya kadar yolcu etti.

7. Yeniden Lara

Kader ya da yüreğim beni birkaç günlüğüne Belek’e sürükledi. Kaldığım yerden bir adım öteye kıpırdayacak halde değildim ama bir sabah içim istedi, Lara’daki butiğin telefonunu çaldırdım. Önce kendimi hatırlattım, sonra da Tuba Hanım’ın oralarda olup olmadığını sordum. “Başka bir işi daha var, her gün gelmiyor ama siz geleceksiniz eminiz burada olmaya çalışır” dediler.

Şaşırdım biraz ama umutlandım da. Ertesi gün öğleden sonra uğramak istediğimi söyledim. Tamam dediler, anlaştık.

Nitekim bir taksiye atlayıp Lara’nın yolunu tuttum. Tanıdık caddeleri görmek iyi geldi. Butiğin eşiğine yaklaşırken biraz heyecanlandım. Aradan yıllar geçmişti, bakalım Tuba Hanım ne kadar değişmişti bu geçen zamanda.

Beni aynı coşkulu enerji ve samimiyetle, sanki daha dün görüşmüşüz gibi sıcacık karşıladı. Arka kısımdaki koltuklarda oturup sohbet ettik kahvelerimizi yudumlarken. Hızlıca aktık geçen yılların üstünden.

Kıyafetlere de baktık tabii. Tuba Hanım bana bazı modeller önerdi ama satır aralarında hep hal hatır sordu, ruhumu yokladı. Bir sarsıntı geçirdiğimi anlamış gibiydi.

Birara bana biraz iddialı bir elbise gösterip denememi rica etti. Elde çok klasik, hatta ağır görünen bu parçaya şüpheyle baktığımı görünce üstümde görmemi önerdi. Aklım yatmadı ama onu kırmamak adına denedim, gerçekten de üstte bambaşka durdu.

Elbisenin indirimli fiyatı Brüksel’de bir trikoya verdiğimden de azdı. Tamam, çok hesaplıydı da böyle bir kıyafeti nereye giyecektim? “Düğüne mesela” dedi Tuba Hanım. “Ah… ” dedim iç çekip “…nerede! Bu aralar hep hastane, hep cenaze!”

Tuba Hanım şefkatle baktı bana, ısrar etmedi. Konuyu değiştirip orta yaşın sıkıntılarından, ev hayatının iş hayatıyla örtüşüp örtüşememesinden, onun çocuklarından, iyi ve kötü gün dostlarından konuştuk sonra. Saatler aktı bu sohbetle ve ben neden sonra biraz da gevezeliğimden utanarak izin istediğimde ani bir karar değişikliğiyle “ben o elbiseyi alayım” dedim.

“Bakarsınız bir düğün olur, giyerim…”

Tuba Hanım gülümsedi. Borcumu ödedim, bir taksi çevirmek için birlikte çıktık sokağa. Ayrılırken dünyanın en normal davranışıymış gibi sarıldık birbirimize. “Bir dahaki gelişinizde önceden haber verin!” dedi sonra. Samimiyetine inandım.

8. Antalya

Davetiyeye bakıyorum şaşkın şaşkın: Hala oğlumun kızı Neslihan Antalya’da evleniyor Şubat sonunda! Aklıma son zamanlarda aile buluşmalarını hep camii avlularında, kabristanlarda yaptığımız geliyor. Aklıma en zor günümde hep yanımda olup elimi tutan ailem, akrabalarım geliyor. Aklıma “yüreğin vereceği kararı aklına danışma” diyen adamın sözleri geliyor.

Biletimi aldığımla uçuyorum Antalya’ya. Tuba Hanım’a da bir mesaj atıyorum çok içimden gelerek. Havaalanında beni karşılayacağını yazıyor cevap olarak. İnanamıyorum.

Eteklerim zil çalıyor uçak alçalmaya başladığında. Valizimi kaptığımla atıyorum kendimi dışarıya. Tuba Hanım eşiyle birlikte gelmiş hakikaten, beni bekliyorlar. Kırk yıllık dost rahatlığıyla sohbet ederek varıyoruz otelime. Nazikçe “yorgunsunuzdur, güzelce dinlenin” deyip iyi akşamlar diliyorlar. Ertesi sabah kahvaltıda buluşma planıyla ayrılıyoruz.

Sabah dokuz buçukta Tuba otelin girişinde beni bekliyor. Artık sizi sene çevirmek ve “Hanım”dan kurtulmak için anlaşıyoruz. Yeni açılan bir mekana kahvaltıya götürüyor beni, garson kızın şaşkın bakışları arasında mönüyü baştan yazıyor. Keyifli bir sohbete dalıyoruz açık havada, laf yine lafı açıyor.

Tesadüflerin biraraya getirdiği iki insan nasıl birbirine bu kadar anlatacak konu buluyor? Nasıl oluyor da bu kolaylık ve açıklıkla paylaşıyor? Yürek dilinin alfabesi de kuralları da farklı sanırım, gerçek hayata hiç benzemiyor.

Tuba günün kalan kısmı için programımı soruyor. Ankara’dan gelen ekip öğle saatinde varacaklar Antalya’ya, öncesinde boşum ama bir saçımı yaptırmak istiyorum. Önce butiğe uğrayıp sonra kuaföre geçmeye karar veriyoruz.

Mağazada her zamanki sıcakkanlı ortam. Onlara akşamki düğüne oradan aldığım elbiseyi giyeceğimi söylüyorum. “İyi ki almışsınız!” diyorlar kızlar neşeyle. Özlemişim meğer düğüne gitmeyi, özlemişim ailemi iyi günde, keyifle görmeyi.

Tuba bir ara kahve fincanıma göz atıp falıma bakıyor. “Aa, sen fincanı çevirmeden mi okuyorsun böyle!” diyorum hayretle. Kahve içilirken bakıldığını görmemiştim hiç falın.

Bana üç seneye kadar serbest mesleğe geçeceğimi söylüyor. “Bu yaştan sonra keşfedilip yazar olacağım herhalde!” diye yorumluyorum gülerek ama içim çok ciddi. Düğün örneğindeki gibi bu hayal de gerçek oluverse keşke.

Tuba o sırada kendi kuaföründen benim için randevu almakla meşgul. Sonra birlikte çıkıyoruz, kapısına kadar da eşlik ediyor bana sağolsun. Vedalaşırken biliyoruz; yine görüşeceğiz.

9. Düğün ve Düğüm

Saadet Düğümlü taş baskılı elbiseyi giydim. Saçlarım Tuba’nın kuaförünün elinden çıkma. Yanımda kuzenlerim, yeğenim. Düğünün yapılacağı otelin kapısındayız. İçimde bir “iyi ki buradayım” duygusu, doğru yerde olduğumu haykırıyor bütün hücrelerim.

Diğer akrabalarla buluşma anı duygu yüklü, hepimizin aklında artık aramızda olmayan neslin sevgiyle andığımız şahsiyetleri var. Dünün çocukları meslek sahibi gençler olmuşlar, çoğu evlenmiş, bazısının bana onların çocukluğunu anımsatan çocukları var.

Zaman tünelinde geziyor gibiyim, biraz başım dönüyor. Ara ara gözlerim doluyor ama mutluyum, uzun zamandır olmadığım kadar mutluyum.

 

Arzu Hanım’ın bahsettiği o mucize gerçekleşti işte

Kimsenin görmediği bir yerde

Beni koruyan kollayan bir güç var

Hissediyorum

Bugün rüzgarda savrulmuyorum

Bugün sırtım ürpermiyor

 

Taş baskı sırtıma dokundukça

Taa o eski çağlardan bugüne akan bir soluğu hissediyorum

Ferzan Özpetek kulağıma fısıldıyor:

“Sevdiğimiz insanlar daima bizimle kalıyor”

Sonra ekliyor:

“Yangın yeri kışı andıran bir yüreğe yeğ tutulur, öğrendim!”

 

Bir tasarımcının işini aşkla yapması

İlhamla başlayıp emekle açan çiçek

Şişeye konup açık denize salınan bir mesaj

Günün birinde bir anı doyasıya aydınlatıyor

Tasarımın etrafındaki insancıl oluşumun açtığı kapılar

Beklenmeyen paylaşımlara gebe

Antalya’dan Brüksel’e uzanan bir köprü

Galata’dan ve Yeşil Vadi’den geçerek

İki insanı birleştiriyor

Az biraz da olsa yaşamın akışını değiştiriyor

 

Arzu Kaprol o anın oluverme ihtimalinden bile heyecan duyduğunu söylüyordu

Ben bu ihtimalin tekrar tekrar gerçek oluşunun öyküsünü paylaşmak istedim sizlerle

Bu satırlar da birer Saadet Düğümü olur belki

Okunurken kelimelerin ses buluşunda

Taş baskının tene değdiği anda hissedilmesini dilenen duygu

Gerçek olur

 

Uzanıp birbirimize dokunduğumuz sürece varız

Gözlerimizi birbirimize açtıkça

Nefes alırız

Şişedeki mesaj bir gün sahibine ulaşır

Siz yeter ki inanın.

Antalya – Brüksel – Madrid, Mart 2014

Not: Yukarıda bahsi geçen sohbet programının videosunu merak edenler için:

https://www.youtube.com/watch?v=LXuUXLbAApM

 

 

2 thoughts on “Saadet Düğümü

  1. Yazdıklarına ilave olarak bildiğim kadarıyla Saadet Düğümü; birbirine geçen halkalarla birliğin yarattığı gücü ve bu gücün sağladığı sağlık mutluluk ve uğuru yaratır sende bütün bu uğurlara ve güzelliklere layıksın. Gücün hiç azalmasın ….

  2. inaniyorum ki sevgi ve ask ile yapilanin arkasinda allahin ruzgari eksik olmuyor ve bu guzel esinti dokunacagi ruhlara yureklere dokunuyor … yine bunun bir ornegini yasattin bu hikayeyle denizcim. Icim umut doldu yuregim cesaret…saol varol

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s