7B’deki Yolcu

7byolcusuresim

Online check-in yapıp kendime ön sıralardan pencere kenarı bir koltuk seçmiştim. Uçağa binip, yerimin bulunduğu sıraya geldiğimde biri esmer, diğeri mısır püskülü rengi saçlı iki kadının üç yaşlarında bir kız çocuğuyla beraber o alana yerleşmiş olduğunu gördüm. Çocuk ağlıyor, hatta yırtınıyor. İki kadın da şimdiden perişan vaziyetteler.

Hallerine acıyıp “benim yerim 7A, ancak siz madem oturdunuz, isterseniz orada kalın, ben koridor tarafındaki koltuğa oturayım” diye bir öneride bulunuyorum. Kadınlar “hay Allah, biz yanlış oturmuşuz, biz burayı altıncı sıra sanmıştık” deyip ayaklanıyorlar hemen.

Onlar bin bir poşet, çanta ve oyuncakla birlikte ön sıraya geçerken koridordaki bütün akış duruyor haliyle. Uçuş görevlileri acele etmeleri için ikaz ediyorlar, “söylemesi kolay tabii” diyorum içimden, kalan iki torbayı taşımalarına yardım ederken. Nihayet yerlerine ulaştıklarında da şimdi boşalan 7A’ya geçip oturuyorum.

Birazdan 7C koltuğunun sahibi geliyor: orta yaşlı, orta boylu zayıf bir adam. Koridor komşusu 7D’deki genç kadınla beraber seyahat ediyorlar. Konuşmaları yüksek perdeden devam ettiğinden biriki dakikaya kadar adamın üniversitede hoca, kızın da öğrencisi olduğunu anlıyorum. Bir konferanstan dönüyor gibiler.

Adam o sırada Amsterdam’ı anlatıyor. İçerikten o şehirde uzatmalı turist olarak birkaç gün geçirdiği sonucuna varıyorum. Ancak şişirilmiş balon misali havaya saldığı sözlere baksanız, onun şehir üstüne tezler yazdığına inanabilirsiniz. Öğrencisi de o kanıda, gözlerinde yanıp sönen ilgi kıvılcımlarıyla can kulağıyla dinliyor adamı.

Ben o sırada daha çok “aman orta koltuğun taliplisi çıkmasa da yayılarak gitsek” derdindeydim. Koridordaki trafik hala durmadı ama, uçağa yolcu alımı devam etmekte. Elimde bir ay kadar önce Washington’daki kitapçıdan bir heves aldığım ancak günlerdir okumak için mücadele verdiğim bir kitap var.

Bu yazarla ilk tanışmam, Pulitzer ödülünü de kapmış duydum. İştah ve heyecanla atıldım ondan yana ama kitap bir türlü sarmadı beni. Kesik kesik ilerliyorum satırlar arasında ve sürekli “bunda bu kadar beğenilecek ne var?” diye soruyorum kendime. Oysa bir güzellik görmüşler ki şereflendirmişler. Peki, ben niye göremiyorum? Neyi kaçırıyorum?

Korktuğum başıma geldi: 7B’de oturacak yolcu başımızda dikiliyor. Hoca kalkıp yol verdi genç adama, o başıyla sessiz bir selam vermekle yetindi. Otuzlu yaşlarda, esmer, orta boylu tıknaz biri bu gelen. Çantası ve montuyla oraya buraya çarparak yerleşiyor yerine.

Tipine bakıp Türk olduğunu düşünüyorum. Oturduğuyla anında yayılıp etki alanını belirlemeye gayret eden bir sürü iri kıyım ve kaba erkek yolcuyla yan yana seyahat etme macerasını yaşamış bir kadın olarak hem şüpheci hem de temkinliyim. Silahlarımı kuşandım.

“En iyi savunma saldırıdır” diyerekten öncelikle sağ kolumu aramızdaki kolçağa yerleştiriyorum. Sonra kitabı kenara koyup, elime aldığım sivri bir Türk gazetesini çarşaf gibi açıyorum. Kendimce “bana hiç bulaşma, yakarım” demeye çalışıyorum.

Bir noktada kolu koluma çarpıyor. Ben ters bir sessizlik savuruyorum onun yüzüne, sıkılgan bir “sorry” düşüyor genç adamın dudaklarından. Omuzları bedenine doğru katlanıyor sanki, bakışları kendi dizlerini tarıyor. Meydan okuyucu değil, bilakis son derece ürkek çıkıyor sesi. Ben hala onun beni -okuduğum gazeteye rağmen- yabancı sanan şaşkın bir Türk olduğunu düşünüyorum o sırada.

Sırt çantasını koltuğunun altına yerleştiriyor. Montunu beşe katlayıp çantanın üstüne tıkıyor. Kalkış anonsu gelince kemerini bağlamak için uzun bir mücadele veriyor. Aynı anda dokunup ısrarla tokanın üst dilini kaldırdığından kemer bir türlü takılamıyor.

Kimseye sormak istemediği belli, kimsenin de görmemiş olmasını diliyor. İnsan belki de bu yüzden yardım önermeye çekiniyor. Deneme yanılma usulü doğru yöntemi buluyor. Kemerin “şık” sesiyle bir oh çekiyor. Yol boyu bir daha dokunacağını zannetmiyorum o alana.

Hoca o sırada hala Amsterdam anılarını paylaşıyor. İçinden kanallar ve bisikletler geçen cıvıltılı sokaklarını, hafif yana yatmış dar merdivenli evlerini, kahve dışında seçenekler sunan kafelerini, düzenlemeler sonrasında yeniden açılan Rijksmuseum’un macerasını aynı trenin vagonları gibi ardı ardına sıralamış, anlattıkça anlatıyor. Kız heyecanla dinliyor. Ne duysa bayılıyor, anında kayda alıyor.

Sahte sarışın anne ve akrabasıysa perişan durumdalar. Çocuk canına kasteden varmışçasına avaz avaz bağırıyor, bir an susmadı. İçim daralıyor.  Gazeteyi kaldırıp kenara koydum, Pulitzer’i hak eden satırları bulup o kavuşmada huzura erişmeyi hayal ediyorum.

Diğer yandan da 7B’deki adam acaba ilk kez mi uçağa biniyor diye düşünüyorum. Kemerle epey savaştı savaşmasına ama öyle çok stresli de görünmüyor uçak şimdilerde burnunu dikmiş yükselirken. İnanılmaz sakin hatta, bir rahatsızlığı varsa yükseklikten değil, etrafını saran insanlardan diye düşünüyorum niyeyse.

Çantadan çıkardığı kitap sayfalarını önündeki koltuğun cebine yerleştiriyor. Herhangi bir kitaptan gelişigüzel koparılmış sayfalar bunlar ve bilemediğim bir dilde yazılmış sözcükler var üstlerinde. Niyeyse kullanım kılavuzlarını anımsatıyorlar bana. Hangi akla hizmet böyle parça parça taşındıklarını düşünüyorum.

Seyir yüksekliğimize eriştik, kabin ekibi yemek koşturmasına soyundu. 7B’deki yolcu hiçbir şey yapmadan oturuyor. Arada benim üzerimden pencereden dışarı bakıyor dikkatle. O açıdan gri gökyüzü dışında görebileceği hiçbir şey yok oysaki.

Kolları genelde dizlerinin üstünde duruyor. Bazen, çok kısa bir an, onları göğsünde kavuşturuyor. Uçağın içinde olan bitenle ilgisi yokmuş gibi. Sayfalar da koyuldukları yerde duruyor, onları eline alıp okumaya yeltenmiyor.

Ön sıradaki kız çocuğu kaynar su kazanına atılmışçasına cıyaklıyor. Annesi onu pışpışlamaktan bezgin düştü, taktikleri azaldı. Şimdi ayağa kalktı, koridorda bir aşağı bir yukarı yürüyor.

Benim kitapla savaşım devam ediyor. Oysa 7B’deki yolcu, itiraf edeyim, daha çok dikkatimi çekiyor o sırada. Kitaptan daha ilginç bir hikayeyi anlatıyor bakışları, tavırları. Yine de -bir inat yüzünden belki- kitabı kapatıp kenara koyamıyorum.

Yemekler servis edilmek üzere. Hoca artık iyice havaya girmiş, Rutkay Aziz taklidi bir ses tonuyla

“Sen ne yiyeceksin Gamze?” diye soruyor.

Kız bocalıyor, sanki “gelecek seçimlerde kime oy vereceksin?” sorgusuna yanıt bulmak için mücadele veriyor.

“Köfte mi yoksa tavuk mu?” diye açıklıyor hocası. Ve “ben köfte yiyeceğim” diye ekliyor.

Kız da köfte yiyecek, eli mahkum.

Uçuş görevlisi de benim gibi 7B yolcusunu Türk sanıyor ve dolayısıyla ona Türkçe hitap ediyor yemek tercihini sorarken. Genç Adam ürkmüş bir güvercin gibi kıpırdanıyor. Devasa cüssesinden beklenmeyecek bir kırılganlıkla bakıyor kıza sessiz.
Görevli bu sefer İngilizce deniyor; yabancı dile geçer geçmez de hafif bir stres vuruyor ses tonuna.

“Chicken or beef Sir?” diyen sesi gergin, hatta hafif sert çıkıyor.
Adam aynı çekingen sükunette neredeyse hayretler içinde bakıyor kıza.

O sırada Hoca kendi önüne koyulan köfteli tepsiyi komşusuna ikram ediyor. Gamze adamın bu jestine de hayran oldu, dudakları memnuniyetle kıvrılıyor, utanmasa ayağa kalkıp alkışlayacak.

7B’deki yolcu masasına konulan tepsiyi ömründe ilk kez gördüğü bir yeniliğe bakarcasına süzüyor. Bir an dokunmaya tereddüt ediyor sanıyorsunuz.

Bu hali kitapta az önce okuduğum bir sözü düşürüyor aklıma: “Ne vazgeçmek istersin, ne de yara almak”.

Genç adam alüminyum kağıdı ağır ağır sıyırıyor, boynunu sola eğip altından çıkana bakıyor merakla. Köfteyi görünce rahatlıyor, tamamen kaldırıyor kağıdı. Uçuş görevlisinin içi hala rahat etmemiş olacak ki, aynı asabi İngilizce’yle çığırıyor:

“Beef OK Sir?”

Artık hiçbir yabancı dil konuşmadığına iyice kanaat getirdiğim genç adam bu yeni bilmece soru karşısında bir daha irkiliyor. “Tamam, şikayet yok” dercesine bir işaret yapıyor eliyle.

Şimdi de içecek seçmesi gerekecek, farkında: “Kola!” diye bağırıyor zaferle, nihayet gür çıktı sesi. Bardağını alınca yeniden tepsisinden yana eğiyor başını.

Oyuncak tabak çanaklarla oynayan küçük bir kız çocuğu kadar masum görüntüsü. Barbunya pilakiyle bakışıyorlar önce, nihayet saydam kapağı aralayıp bir kaşık alıyor, ağır ağır çiğniyor. Çok sevmemiş olacak ki ucundan açıp içini gözetlediği köfte tabağına dönüş yapıyor, çatala taktığı patlıcanları önce kokluyor, sonra yakından alıcı gözüyle inceliyor, sınavı geçiyorlar ki tatlarına bakıyor.

Ben o sırada kendi yemeğimi didikliyorum. Çok aç değilim ama mideme sıcak biriki lokma atmak istiyorum. Uykusuzluk ve yorgunluktan olduğunu düşündüğüm bir kırıklık var üstümde. Sallanan midemi bastırmak için ayran istedim ama o da başbakanı hatırlattı durduk yerde, keyfim kaçtı. En masum nesneler bile ne ağır yükler yüklenir oldu değil mi son zamanlarda?

Ön sıradaki kız çocuğu mızmızlanma-hıçkıra hıçkıra ağlama- avaz avaz bağırma üçgeninde bir köşeden diğerine zıplıyor durmadan. Mısır püskülü saçlı kadın peygamber sabırlı çıktı ama tükeniyor artık gücü. Koridorda dikilmiş kucağındaki çocuğu pışpışlarken fırtınadan önceki sakinlikte fısıldıyor: “Çocuğum susmazsan seni uçaktan atacağım, başka çare bırakmadın bana evladım!”

Çocuk ne duyuyor, ne anlıyor. Ağlıyor sadece. Yanlarındaki kadın sağır taklidi yapıyor, algı panjurlarını kapatmış, sessizce yemeğini yiyor. Müdahale etmiyor, görünmez olmak istiyor sanki.

Hoca bir yandan atıştırıyor, bir yandan hala anlatıyor. Gamze bir lokmayı saatlerce çiğniyor, bıkmadan ilgiyle dinliyor kocaman açılmış gözleriyle. Boynu sola bakmaktan uyuşmuş olmalı ki üst gövdesini tamamen döndürdü hocasından yana.

Tepsimi didiklemeyi bıraktım ama kitapla didişmem sürüyor. Nihayet günlerin yorgunluğu ayranın verdiği rehavetle el ele tutuşup göz kapaklarıma çöküyor. Uykuya dalıyorum.

Bir saat kadar kestirmiş olmalıyım. Kendime geldiğimde çay kahve faslının bittiğini ve tepsilerin çoktan toplandığını fark ediyorum. Ortamda bir başka değişiklik daha var diye düşünürken bir anda çocuk ağlamasının kesildiğinin ayrımına varıyorum. “Uyumuş olmalı!” diye içimden geçirirken gözüme görünen sahnenin şakacı tılsımı vuruyor yüzüme.

Çocuk orta koltukta ayaklanıp yüzünü bizim sıradan yana çevirmiş. Cıyaklamadığı gibi sevimli suratını aydınlatan kocaman bir gülümsemede kalmış. Minik pörtlek gözleri pırıltılar saçıyor 7B yolcusuna sevgiyle bakarken. Genç adamsa şefkat ve samimi bir ilgiyle el çırpıyor o sırada, kafasını bir sağa bir sola eğerek bilmediğim dilden bir şarkı mırıldanıyor. Beceriksiz ve hala biraz utangaç tavrı ama samimiyeti yüreğe dokunuyor.

Mısır püskülü saçlı anne yok ortalıkta, sanırım koltuğunda sızmış. Hoca da hızını biraz kesmiş, akarak değil sekerek devam ediyor söylemine. Kız o sırada kolundaki saate bakıyor, inişe geçmeye az kaldı diye geçiriyor belki içinden. Önüne dönüp sırtını yaslıyor ilk kez koltuğuna.

Kitaba dönüyorum yeniden. Yazar “Sanırım dedikleri doğru; yeterince uzun bekleyebilirsen herşeyin değiştiğine şahit olursun” yazmış. İrkiliyorum.

Anne uyanıp çocuğunu kucağına alınca biranda boşluğa düşen genç adam önündeki koltuğun cebine yerleştirdiği sayfalara uzanıyor. Gelişigüzel bir bakıştan sonra vazgeçip yerlerine geri koyuyor kağıtları. Hala yerde bacaklarının arasında duran çantasından montunu çıkarıyor, onun cebinden de başka bir kağıt parçası.

Merakıma yenilip saklandığım kitabın arkasından gözetlemeye devam ediyorum. Bir uçuş kartı bu, ancak tanıdığım bir havayolu şirketine ait gelmiyor. Yolcunun İstanbul’dan bağlantısı olduğu ihtimali o zaman aklıma geliyor. Nereye uçacağını bilirsem milliyetini de belki sökerim hipoteziyle kartı tarıyor bakışlarım: Pristina! Nihayet.

Niye bu kadar merak yaptım bilmiyorum. Genç adamın yaşına uyduramadığım sakinliği mi takıldı aklıma, cüssesiyle tezat oluşturan ürkekliği mi? İki kelime de olsa İngilizce konuşturmayan uçak yolcusu kalmadı mı sanıyordum dünyada? Kitap yerine onun sayfalarını gezdiren birine rastlamamış mıydım?

Uçuş kartına uzun süre baktı. Öyle ki görseniz, orada yazılanlarda sizin benim göremeyeceğimiz anlamlar bulduğunu sanırdınız. Sonra kartı içine tütün koymuş da sigara sararmış gibi sardı nazlı nazlı, ince ince. Küçük ruloyu montunun iç cebine yerleştirdi dikkatle. Arkasına yaslandı ama rahatlamadı, gözleri açıktı ama o çoktan uzaklara gitmişti.

İnişe geçtikten sonra yine biraz uyuklamışım herhalde ki, tekerlekler yere değince kendime geldim. Uçak bizleri serbest bırakacağı kapıya yaklaşırken son bir gayretle elimdeki kitaba yöneldim. “Bazen görüp görebileceğimiz sadece bir başlangıçtır” cümlesi üstüne düştü bakışlarım.

Kulaktaki ilk tınısı olumsuz da olsa içinde gizli bir ümidi barındırdığını düşündüm bu sözün. Körükten geçerken bana “ne mutlu ki hala gün doğuşlarını gün batımlarından daha çok seviyorsun!” diyen birini anımsadım. Ona güzel başlangıçlar armağan etmek isterdim.

* * * *

İki gün sonra güneşli bir Akdeniz sabahında yat limanında yürüyüş yaparken durduk yerde kuzenime 7B yolcusunu anlatmaya koyuldum. İlgiyle dinliyordu. “Peki, sonra ne oldu?” diye sordu.

Omuz silkip, “hiçbir şey!” dedim, “herkes yoluna gitti!”.

“Olmadı ama!” dedi “ben sen bir yolunu bulur, adamla iletişime geçersin, hikayesini keşfedersin, bize de anlatırsın diye beklemiştim.”

Hakkı vardı aslında, normal halim öyle yapardı.

“Aman ne bileyim, yorgun ve uykusuzdum; gözlemci yanım merakı başına vurmuş halde fazla mesai yapıyordu, ama konuşma modülüm bir süreliğine deaktive edilmişti sanki!”

“Hay Allah!” dedi kuzenim, sanki hala inanamıyordu bu fırsatın kaçıp gittiğine.

O anda Pulitzer ödüllü yazar -öç almak ister gibi- kitabının adını fırlatıverdi aklıma: İşte onu böyle kaybedersin!

 

İstanbul-Antalya-Brüksel, Mart 2014

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Twitter picture

You are commenting using your Twitter account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s