Yürüyen merdivende yürümeye devam edenlerden misiniz? Yoksa bindiğiniz anda sağ eliniz tırabzanda öylece dikilir misiniz? Tırmanıyorsa durmayı aşağı iniyorsa bir iki adımla ona eşlik etmeyi seçenlerden misiniz?
Yükünüze ve gücünüze mi bağlıdır yoksa bu sorunun yanıtı? Ya da yanınızda kimin olduğuna? Havaya, ruh halinize, ayakkabılarınıza? Gideceğiniz yere geç kalıp kalmadığınıza?
Peki, basamağın orta yerine mevzilenip trafiği tamamen tıkayanlara ne dersiniz? Azıcık sağda dursalar yürüyenler yanlarından akıp geçecek. Keza solda dursalar, arkadakilerin hala şansı var. Ama tam da ortada öylece dikiliyorlar işte.
Duranın arkasındakiler “yabancılarla konuşmayı en aza indirgeme” prensibiyle yaşayan kesimdense, yüzleri düşüyor hemen. Derin bir of çekiyorlar, biraz somurtuyorlar ama ağızlarından tek kelime düşmüyor. Alt tarafı “pardon, izin verir misiniz?” diyecekler. Ne var ki, elalemin adamıyla, kadınıyla muhatap olmak yerine sessiz kalmayı tercih ediyorlar. Dertsiz başlarına dert almak istemiyorlar.
Dişlerini sıkıp bekliyorlar, onları takip edenler de haliyle. Zincirleme bir reaksiyon oluşuyor çoğu kez, sırf “yabancılarla yüz göz olmamak” adına. Çok geçmeden kimse hareket etmez oluyor, herkes sabit, herkes suskun beklemede. İnsanlar cümleten sabredip kendilerini yürüyen merdivenin ömür törpüsü hızına teslim ediyorlar.
Asansörlerde benzer senaryolar yaşanıyor. Çalıştığım sekiz katlı binanın altı asansörü var. Sürekli işliyor. İçlerinde yalnız kalmanız neredeyse imkansız. Her binişinizde en az beş altı yabancı (bazen denk gelirse iş arkadaşı) ile kısa süreli de olsa bir mahkûmiyeti paylaşıyorsunuz bu sınırları belirgin dar alanda.
Böyle durumlarda insanları izlemeyi, onları okumaya çalışmayı çok seviyorum. Yine “yabancı şahıslarla gerekmedikçe konuşmamak” adına sıkış pıkış asansörün bir köşesinden hareketlenip bebek adımlarıyla ve aynı yabancı bedenlere sürüne sürüne ilerleyip gideceği katın düğmesine illa kendi basmak isteyenler var mesela. Asansöre bindiği anda yüzünü çıkış yönüne çevirip evrenin bütün sırları orada yazıyormuşçasına gözünü kırpmadan kapıya endekslenenler sonra.
“Bir iki tanıdıkla beraber bindim ben” diye kabinin kalan kısmına öksüz çocuk muamelesi yapanlar var bir de. Lisede gıcık olduğunuz bir grup şımarık veledi anımsatıyorlar size. Konuşmaya yeminli sandıklarınız var. Binişleri, kalışları, terk edişleri tek ses çıkarmadan. Ürkeklik mi yoksa dünyadan saklamak istediklerinin ağırlığı mı onları bu denli kapalı kutulara dönüştüren?
Süzenler var sonra. Genelde kadınların hem cinslerine uyguladıkları bir işkence bu. Kış günündeyseniz mesela, şapkanız, fularınız, mantonuz ve pek tabii botlarınız şöyle bir taranıyor. El çantanız ya kanaat notunun işe yaraması misali sizi kurtarıyor ya da fena halde çaktırıyor. A’dan Z’ye devam eden tarama bazen aksesuar, makyaj ve takı detayları üstünde yeniden yeniden yoğunlaşıyor.
Yere bakanlar var sık sık rastladığım. Dünyanın en büyük kabahatini işlemiş ve başına açtığı felaketin yasına bürünmüş gibi kırık, paramparçalar. Bırakın iki laf etmeyi, bakışlarınız üstlerine düşse kazara, acılarına acı eklenecek sanıyorsunuz. Ortak bir ayıbı paylaşmak sanki asansörde omuz omuza geçirdiğiniz bir kaç saniye. Kapılar açılınca koşarcasına çıkıp gidiyorlar.
Altı ay kadar önce iş değiştirdiğimden bu yana şehrin merkezinde çalışıyorum. İş yerimin etrafı irili ufaklı lokanta ve kafelerle dolu, değişik memleketlerin mutfaklarını sunuyorlar. Son on sekiz senedir şehrin ücra bir köşesindeki bir ofise talim edip, öğlenleri de genelde kafeteryada salata/peynir yiyerek ayakta kalmaya çalıştığımdan yeni ortamında lezzet perisinin peşine takılıyorum öğlenleri.
Sevdiğim bir Tayland lokantası var, yemekleri nefis, fiyatları da bir o kadar uygun. Servis güleryüzlü. Bazen iş arkadaşlarımla, bazen dostlarla, bazen de kendim tek başıma gidiyorum. Yalnızken yerleştiğim pencere kenarında bir masam var, pek seyirli. Yemek yerken gelene geçene bakıyorum. Sonra bir yeşil çay söyleyip çoğu zaman bir iki satır çiziktiriyorum.
İki garson kız da sevimli ve saygılı. Gide gele tanıyacaklar artık beni diye düşünüyorum ama zaman alıyor beni kabullenmeleri. Onlar siparişimi almaya geldiklerinde ben onları selamlayıp hal hatır soruyorum içten. Bocalıyorlar, “şaka mı bu?” gibilerinden yüzüme bakıp yarısı anlaşılmaz bir cümle geveliyorlar ağızlarında çoğu kez, cevap niyetine.
Ben yılmıyorum aylardır, denemelerime devam ediyorum. Hemen her gün yüz yüze bakıyoruz sonuçta şuracıkta, insanlığın mayasında değil midir yarenlik? Lokantadan her ayrılışımda teşekkür ediyorum benimkilere, “yakında görüşmek üzere” diyorum. Yine utangaç bir selam alıyorum karşılığında ve son zamanlarda hafiften belirginleşmeye başlayan tomurcuk bir gülücük.
Bugün saat bir gibi geldim aynı restorana. Yalnızdım. Pencere kenarındaki masamı işaret ettiler, başımla onayladım. Mönüyü getirdi bildik garson kızlardan biraz daha deneyimli olanı ve ben daha ağzımı açmadan: “Merhaba, nasılsınız bugün? Dilerim iyisinizdir” dedi heyecanla.
“Çok iyiyim” dedim ağzım kulaklarımda, dostane bir iki laf ettik arkasından.
Yemeğimi diğeri getirdi, o daha toy. Yirmisinde ya var ya yok. Fransızcası da İngilizcesi de çok iyi değil, belki biraz da bu yüzden kış günü soğuk sokaklarda tek başına kalmış bir serçe misali çırpınışları. Ama bugün farklı.
Gözümün içine bakıp: “Hoş geldiniz. Nasılsınız, umarım iyisinizdir?” diyor. Görüyorum kolay değil onun için bu adımı atmak, elini uzatmak, kendini ortaya koymak. Ama işte yapıyor. Gözlerinde hep gördüğüm kırılganlığa biraz gurur bulaşmış, biraz zafer.
Yemeğim bitince bir yeşil çay rica ediyorum. Tablet bilgisayarı çıkarıp yazmaya koyuluyorum sonra. Satırlarıma dalıp gitmişken aynı genç garson kız çay tepsisiyle yanımda bitiyor. Normalde elindekileri sessizce masaya bırakır ve sekerek uzaklaşır. Bu kez duraklıyor biraz, bana baktığını hissediyorum.
Yazmayı bırakıp kafamı kaldırıyorum ondan yana. Gözlerimiz buluştuğunda: “Çay bizim ikramımız” diyor heyecanla, bir sırrı paylaşır gibi. Yüzündeki ifadede Mayıs mügelerinin saf müjdesi var, bir defter arasında kurutup bir ömür boyu saklamak istiyor gönlüm o narinliği.
* * * *
Ankara – Konya Ereğli otobüsleri yolda mola verdiğinde çığırırdı genç ve enerjik muavin arkadaş: “Sayın yolcular, yarım saat yemek ve ihtiyaç molası veriyoruz. Kaptan şoför der ki “çaylar şirketten”.
İşte yüreğimin günlük gazetesinin bugünkü manşeti: “Brüksel’in merkezinde Taylandlı bir genç kız Türk müşterisini tek bir cümlenin büyüsüyle hem babasının ikinci memleketine taşıdı, hem de yıllar öncesine…”
İnsanın insana yapabileceği güzellik hem sınır tanımaz, hem de paha biçilmez nitelikte. Çoğu zaman da bedava.
Brüksel, Aralık 2013