Çocukluğumuzun gamsız, gençliğimizin de deli rüzgarlarda sürüklenen günleri hem ışıl ışıl hem de bir anlamda siyah beyaz. Peşin hükümlerimiz var o dönemlerde. Fikirlerimiz var, bazen başkalarından kopyaladığımız, çoğunluk körü körüne inandığımız. Sorgulamalardan uzağız, orta yol bilmiyoruz. Tutkuyla istediklerimiz var ve kesinlikle bizden uzak olmasını dilediklerimiz. Aşkla kapıldıklarımız, uğruna küçülüp süründüklerimiz bir yanda, şiddetle nefret ettiklerimiz diğer tarafta.
Uzun açıklamaları sevmiyoruz, beklemek, hele hele sabretmek en korkulu işkence. Şartlardan bahsedilsin istemiyoruz, olasılıklar, mazeretler, hepsi boş, hepsi ne kadar saçma. Üstelik işimizi yokuşa sürmekten, bizi amacımızdan uzaklaştırmaktan başka ne işe yarıyorlar sorarım size?
Varsa yoksa kendimiz. Gözlerimiz aynadaki aksimizde, kulaklarımız sadece iç sesimizi dinliyor. Belki genciz, belki deneyimsiziz ama aklımıza koyduğumuzu yapmayı arzu ediyoruz, kimi zaman ne pahasına olursa olsun.
Türk Sanat Müziği’ne hiç tahammülümüz yok mesela, niye öyle anlamsızca kıvranıyor ki solistler iki lafı bir araya getireceğim diye, insan acı çekiyor resmen dinlerken. Diğer yandan, yaz dediniz mi akan sular duruyor, deniz, güneş, günün her saatinde yürek hoplatan sahil manzaraları. Aşklar sonra, zamanında delip geçen ama yenisi ufukta belirince de tortu dahi bırakmadan uçup bizi terk eden.
Ispanaktan nefret ediyoruz çocukluğumuzda, sofralardan da gözlerden de ırak olsun. Pizza yesek onun yerine, ya da her gün domatesli makarna. Krallar gibi yaşar gideriz icabında. Dallas dizisini izliyoruz ailemizle Pazar akşamları; bu J.R. çok fena bir adam, bir tür kötülük tanrısı. Oysa kardeşi Bobby ne kadar tatlı, iyi niyetli, yardımsever.
Yine de uyuz pazar günlerini biraz olsun aydınlatmaya yarıyor o dizi, banyodan sonra salondaki kanepeye yayılıp kendimizi çiftliğin enteresan olaylarını izlemeye kaptırıyoruz. Bölüm bitince bozuluyoruz ama, malum ertesi gün Pazartesi! Haftanın en iğrenç günü…
Kış deseniz soğuk, insanın içini ürpertiyor ama çok kar yağınca okullar tatil ediliyor neyseki. Coğrafya sınavı bir sonraki haftaya erteleniyor, o gıcık hocanın verdiği felsefe dersi de kaynıyor. Allah’ıma şükürler olsun, ne huysuz bir kadın zaten o öyle. Yeryüzünde ondan daha berbat bir öğretmen olamaz. Şansımıza tükürelim ki bizim sınıfa denk geldi bu sene.
Derken yavaştan bir yazara tutulma dönemi başlıyor. Elimiz değmişken bütün kitaplarını okuyoruz. Dünya o yazarı sevenler ve sevmeyenler (ya da daha korkuncu onu bilmeyenler) diye ikiye ayrılıyor. İkinci grubun yüzünü şeytan görsün.
Bir şarkıya takıp, sözlerini ezberleyip sabahtan akşama bir tek onu dinler oluyoruz bir ara. “Aşık mısın?” diye sorana önce dövecek gibi bakıp sonra da “böylesine dokunaklı sözleri olan bir şarkıya kayıtsız kalmak için insanın öküz olması lazım” tarzında bir cevap yapıştırıyoruz ergen inceliğimizle.
Ya bir ya sıfır, ya siyah ya beyaz, ya bizimle ya da bize düşman. Donuyoruz veya pişiyoruz. Ya sıkıntıdan ya heyecandan ölüyoruz. İçimiz içimize sığmıyorsa dünyanın en mutsuz insanıyız. Aşka tapıyoruz veya onun bizi sonsuza dek terk ettiğine inanıyoruz. Dünyaya hükmetmiyorsak herkes bize karşı. Bütün kötülüklerle savaşma cesaretimiz yoksa ıssız bir adada tek başımıza yaşamalıyız. Evren için de bizim için de en doğru çözüm bu olacaktır çünkü.
Sonra yaşam alıp götürüyor insanı. İdealist düşünceler bileniyor biraz, prensiplerimiz test ediliyor yılların labirentlerinde. İyi niyetimizi suistimal edenler oluyor, kalbimizi buruşturup atanlar, yüzümüze baka baka gözünü kırpmadan yalan söyleyenler. Biz de hatalar yapıyoruz haliyle, doğru bildiğimiz yoldan sapıyoruz zaman zaman, bazen kötü düşüyor ve kanıyoruz damar damar. O zamanlar işte burnumuz kırılmazsa da sürtülüyor, sorguluyoruz.
Hayran olup taptıklarımızın karanlık yüzlerini gösteriyor bazen bize hayat. Diğer yandan beklemediğimiz insanlardan anlayış, hatta destek görüyoruz bazen. Bocalıyoruz o zamanlar; iyiyi kötüyü karıştırdık mı, doğruyu yanlışı hepten mi şaşırdık? Durumu açıklamak için düşünmek gerekiyor haliyle, “belki”ler giriyor araya derken, “ama”lar ortaya seriliyor, “dolayı”lar onlara ekleniyor…
Yağmuru bitmeyen bir şehre taşınıyoruz ardından, Nisan geliyor ama bahardan iz yok, Temmuz ayında ceketle ürperiyoruz, açık hava konserine bilet almadan önce günlerce hava durumunu takip eder buluyoruz kendimizi.
Dört mevsimi tadamamayı hazmetmeye çalışıyoruz ama ters bu bize, tıpkı takvime göre kıyafet değiştiren ve nisan onbeş dediniz mi hava buz kezse de naylon çoraplarını fırlatıp sandaletlerini giyinen bu kadınların hali gibi. Gökyüzünü işaret edip “onun keyfini beklesek ömür boyu mantolar içinde yaşayacağız” diyorlar. Haksız da değiller şimdi.
Hava durumu grinin tonlarından bahseden söylemlerle süslenmiş. Yağmurun binbir ruh halini betimleyen terimleri katıyoruz biz de mecburen kelime dağarcığımıza. Güneşin kalın bulut kitleleri arasından sıyrılıp yüzünü gösterdiği o kutsal anlardaki tavrını anlatmak için “utangaç” sıfatının kullanıldığını işitip gülümsüyoruz acı acı. Edepsiz, hatta azgın güneşleri özlüyoruz içimizden.
İş hayatı bize sıkıcı toplantılarda saatlerce hiç renk vermeden oturmayı, en anlamsız projeleri eleştirirken olumlu ve yapıcı görünebilmeyi, sert ve acımasız kelimeler kullanarak insanları kırıp düşman etmek yerine uzun ve karışık cümlelerle onlara kibarca işlerin yolunda gitmediğini hissettirmeyi öğretiyor.
Sapına kadar yanlış bulduğumuz bazı kararların sonuçlarını sineye çekmek zorunda kalabiliyoruz. Neyseki hala haksızlıkları görüp, düzeltmek için çabalıyor ama bazen yetersiz kalıyoruz. İçimize atıyoruz yaşadıklarımızı, uyum sağlıyoruz sanıyoruz ama kurallarını koyamadığımız bu sistemin gölgesi üstümüze düştükçe bir garip efkarlanıyor, dermansızlaşıyor, biraz da yaşlanıyoruz.
Hukukçularla çalışıyoruz bir dönem. “Öyle mi böyle mi?” sorusuyla karşılaştıklarında “şartlara bağlı” dediklerine şahit oluyoruz defalarca. Önce anlam veremiyor, açıklık ve saydamlık adına onlarla savaşa tutuşuyoruz. Sabır törpüsü bir sürecin sonunda bize sunulan açıklamaların ışığında hak vermeye başlıyoruz onlara. Bir sonraki aşamada bakmışız ki bizim yanıtlarımız da değişmiş, yuvarlaklaşıvermiş köşelerimiz.
Duygu cephesinde de gelişmeler var haliyle. Acemilik döneminde edinilmiş gönül yaralarımız kabuk bağlamaya başlayınca artık hesapsız sevemeyeceğimizin ayrımına varıyoruz. Sessiz vedamız bu masumiyete. Enayi yerine konulmamak, yeniden kurbanı oynamamak adına biz de temkini elden bırakmayacağız, yüreğimizi salıvermeyeceğiz öyle başı boş ve korumasız.
Zırhlar kuşanıyoruz hemen, sınavlardan geçiriyoruz karşımızdakini kalenin kapılarını aralamadan önce. Kapıp koyuvermek bitti artık, körü körüne aşk yerini gerçekçi bir ortaklığa bırakıyor. Şarkı sözlerini istesek de ezberleyemeyiz artık, zaten içleri kof geliyor.
O aralar yeni şehirlerdeki yaşamımız başka kültürlerin de kapısını açıyor. Değişik bir ıspanaklı kiş ikram ediliyor bir gün bize bir dostun evinde. İçimizdeki çocuk ıspanağı görür görmez tabanları yağlamak istiyor, yetişkin halimiz görgü kuralları doğrultusunda küçük bir parça rica ediyor, tedbirli.
Endişeyle tadıyoruz, bir yudum beyaz şarapla itekliyoruz sonra neme lazım gibisinden. Hiç de fena gitmiyor bu ikili, şaşıp kalıyoruz; korkulacak ne varmış ki bunca yıl uzak kaldık şu yeşil yapraklardan. Kanserden korunmada da etkili bir silah diyorlar üstelik.
Kanser dedik de, ne kadar arttı bu hastalık kuzum, etrafımızdaki herkese ya bir çeşidi ya gölgesi dokunuyor sanki bir şekilde. Eskiden de var mıydı bu kadar hasta insan? Daha mı az konuşurdu büyüklerimiz dertten, hastalıktan? Alzheimer bugünkü kadar güncel bir vaka mıydı, yoksa insanlar zaten erkenden bu dünyadan göçüp gittiklerinden mi bahsi geçmezdi pek?
Çocukluğumuzun yaz tatillerinde haftalarca sahil beldelerinde konakladığımız olurdu, anımsar mısınız? Beş vakit güneşe karşı koruyucu krem sürer miydik o zamanlar? Kaçımızın güneş gözlüğü vardı? Islak mayomuzu koşup değiştirir miydik bugünkü gibi? Kimler çocuk haliyle şoförün yanındaki koltuğa oturdu söyleyin bana? Kaçımız arka koltukta emniyet kemeri taktı?
Hava kararıp soğuyuncaya kadar top oynamadık mı sokaklarda? Sonra titreye titreye eve koşmadık mı burnumuzda domates soslu biber kızartması, köfte ve kızarmış patates kokusuyla? Terli terli su içmedik mi afiyetle? Doğru üşüttük bazen, hasta yattık. Ama değmedi mi Allah aşkına? Yetişkinliğimizin gri günlerinde anımsayıp gülümseyeceğimiz anılar bırakmadı mı bize o kural tanımazlık, o temkinsiz davranışlar?
Kırkbeşe merdiven dayamış halime bakıyorum aynada. Çevremdeki bir sürü insan benimle kolay sır paylaştığını itiraf ediyor. Yargılamıyormuşum. Nasıl, hangi otoriteyle yargılayayım ki sorarım size?
Orhan Ağabey haklı, hatasız kul yok. İnsan tüm prensip kararlarına, bütün iyi niyetine rağmen kaç sefer yanıldığını, yüzüstü kapaklandığını, en sevdiğini nasıl paramparça ettiğini gördükten sonra kimi eleştirsin, kimi yargılansın? Bir anlık tepkiyi değil, o insanı o noktaya getiren şartları incelediğinizde değerlendirmeniz tamamen değişebiliyor. Biliyorsunuz artık dünyayı, o keşmekeş içinde insan ruhunun yalnızlığını, onun hem toy hem korunmasız kalışını, bu halin yarattığı travmaları, trajedileri…
Seçimlerimizin sıfırla bir, siyahla beyaz arasında sınırlı kalmadığı bu ermiş zenginlikte kendimizi daha deneyimli, daha anlayışlı, daha cömert hissederek yaşamaya alışmışken birden başımıza bir felaket geliyor bazen. Dünya hali işte; ya güvendiğimiz dağlara kar yağıyor, ya sağlam dediğimiz bir köprü yerle bir oluyor, ya da kader sevdiğimiz birini aniden elimizden alıyor. Kalakalıyoruz öylece. Bakakalıyoruz.
Bocaladığımız için saçmalıyoruz. Yüreğimizin isyanının gölgesi vuruyor günlük davranışlarımıza. Normale kıyasla daha karamsarız, huysuzuz, daha hınçlıyız dünyaya karşı, bizi mutlu etmek pek zor. Her zamankinden ateşli çıkışlarımız, eleştirilerimiz daha sivri. Ciğerimiz yanıyor. Düpedüz tarumar olduk, bu kadar elemle nasıl başa çıkılır bilmiyoruz.
İyimser iç sesimiz diyor ki: “Sen bunca zamandır tonları ve gölgeleri sezip onlara saygı duyarak yaklaştın dünyaya, çevrendeki insanlara. Onlar da sana bunun için teşekkür ettiler defalarca, sırlarını paylaştılar seninle, itirafı zor konulardan konuştunuz aranızda kalacak şekilde. Şimdi en çok ihtiyacın olduğu noktada onlar da yargılamayacaklar seni. Acına verecekler.
…Sana şu anda önemsiz gelen konulardan konuşmaya mahkum etmeyecekler seni. Detaylardan problem yaratmayacaklar. Sana her an patlayacak bir bombaymışsın gibi korkuyla bakmayacaklar. İki günde iyileşmeni beklemeyecekler. Paris’e giden akrabaları için önerebileceğin lokantaları listelemeni rica etmeyecekler. Erkek arkadaşlarının kaprislerini bugün için kendilerine saklayacaklar. İş yerinde sana bir mola verilecek, günlük itiş kakış sana gerekmedikçe aksettirilmeyecek, bürokratik engeller gözüne sokulmayacak.”
Ama gerçek şu ki hayat durup beklemiyor, bütün ihtişamı, kudreti ve renkleriyle tam gaz akmaya devam ediyor. O gün sokakta yolunu kesen anketçiler illaki senden görüş istiyor. Önce edebinle kurtulmaya çalışıyorsun. “Acelem var, hiç uygun bir zaman değil” diyorsun. Bu mazereti kimbilir daha kaç kişiden duymuşlar, pes etmiyorlar. Üç koldan etrafını sarıp ısrar ediyorlar.
Normal şartlarda doğru ton ve gölgelerle süslediğin saygılı bir söylemle kalplerini kırmadan kurtulursun bu ortamdan. Ama bugün o günlerden biri değil. Sabrın yok dünyaya karşı. “Anketiniz şu anda beni zerre kadar ilgilendirmiyor, çünkü benim derdim başka. Annem öldü” diyorsun aniden. Yüz ifaden geçit vermiyor, sesin soğuk, çil yavrusu gibi kaçışıyor insancıklar sağa sola. Kendinle gurur duymuyorsun elbette ama içinde garip bir rahatlama…
Geç gelen bahar havasının ne yapıp edip şehri ele geçirdiği bu güneşli Pazar gününde muazzam bir açık hava müzesini çağrıştıran Montparnasse mezarlığında bir banka çökmüş düşüncelerden düşünce beğeniyorsun. Masmavi gökyüzünün huzurunda bahara tapar bir coşkuyla kıvrılan ağaç dallarına, yumuşak esintinin büyüsünde sevdikleri bir melodiye eşlik edermişçesine yaylanan morlu, beyazlı, pembeli çiçeklere bakıyorsun. Baharla ölümün buluştuğu yerdesin, ikisini de aynı anda karşılayıp kabullenme zamanı şimdi.
Seçimler yapmanın ve yargılara varmanın çok daha basit olduğu zamanların hafifliğini özler buluyorsun kendini. Valizini kaptığınla çekip gitmek istiyorsun o sahil kasabasına. Bahar kesmeyecek seni üstelik, sana basbayağı yaz lazım.
Öyle bir yaz ki, her sabah güneşle uyanacaksın. Her sabah yüzünü Ege’de yıkayacaksın ve gün batımlarını yine aynı sahilde karşılayacaksın. Çıplak ayaklarınla basacaksın öğle vakti cayır cayır yanan kumlara. Soluğun kesilene dek yüzeceksin her gün ve bütün gün. Kulaçlarının gücü tüm gölgeleri sindirecek bir köşeye. Denklemlerini en basite indirgeyeceksin.
Günler, anladık ki, sayılı. Bırakalım da asıl, güzel ve gerçek olan kalsın sadece.
Paris, Nisan 2013