Annem görüp de beğendiğimiz bir yere geri dönmenin yolunun orada kendimizden bir parça bırakmaktan geçtiğine inanırdı. Değerli eşyalarımızı sağa sola dağıtarak yolumuza devam etmek de mümkün olamayacağından “bir iğne at” derdi bana. Batıl inancım yoktur ama denemekte bir zarar da görmedim açıkçası. Kaza süsü vererek bir iğne düşürmekten ne kaybeder ki insan Allah aşkına?
Yaptım nitekim. İğne, ataç, tel toka (ya da havaalanlarındaki saydam bağış kutularına atılmış bir kaç parça bozuk para) benim yüreğimi çarptıran bir şehre geri dönmek için yaptığım gösterişsiz bir adak olarak yazıldılar tarihime. İşe yaradılar mı bilemiyorum. Yine de dilemekten yanayım hala.
Dilediğimiz sürece bağlıyız çünkü hayata. Ondan bir ricası, bir beklentisi olmayanı yaşam ne yapsın, neden ciddiye alsın? Hem biraz gönül işine benziyor bence bu ilişki, ilk karşılaşmada belki kader oynamış baş rolü ama birlikteliğimizin geleceği birbirimizi nasıl beslediğimize bağlı.
Aynı uzun süreli birlikteliklerde olduğu gibi, karşı tarafı garantiye aldığımızı düşünüp gevşeyiverdiğimizde ruhu da tadı da kaçıyor olayın. Akış yerini müzakereye bırakıyor, önceleri kendiliğinden gelen bando mızıka ile çağırsan bana mısın demiyor, strateji geliştir, taktikler uydur derken savaşıyor muyuz sevişiyor muyuz bilemez oluyoruz. Önce kayboluyor, sonra yokluyoruz.
* * * *
Hiç unutmam, dört beş yaşlarında olmalıyım, Ereğli’deyiz, baba tarafından akrabalarımı ziyarete gitmişiz adet olduğu üzere. Babam ailesinde en geç evlenen şahsiyet olduğundan ben de aileye en geç katılan üyeyim. Kuzenlerimin hepsi benden büyük, hatta bazı kuzen çocuklarıyla aynı yaş grubundayım.
Ereğli benim çocuk gözümle baktığınızda beyaz kirazları, ağzınızda kütür kütür eden kırmızı gevrek ve lezzetli elmaları, yeşillikler içindeki şirin evleri, gül bahçeleri ve beni coşkulu bir enerjiyle seven ve hayallerimi gerçek yapmak için koşturan bir sülalenin yaşadığı bir masal kenti.
Amcam çok erken ayrılmış aramızdan. Ben hiç tanımadım. Onun ölüm haberinden sonra mide kanaması geçirmiş babam, aralarında çok kuvvetli bir bağ olduğunu hissettim hep. Yengem ve kuzenlerimle de hep yakındık, biz Ankara’da, onlar Ereğli’de olsak da sık görüşürdük.
Üç halam ve onların aileleri de bu şehirdeydi. Buluşmalarımız, yemeklerimiz tam bir şenlikti. Bu durum benim tek çocuk ruhumda keyifli bir meltem etkisi yaratıyordu. Amcamın bahçe içindeki iki katlı evinin dört cephesinin her birinde farklı boyutta bir balkon vardı.
Balkonların en büyüğü mutfağa açılırdı. Çocukluğumun en keyifli ziyafetleri o devasa balkonda kurulan uzun masada sunulmuştur. Oracıkta oturduğunuz yerden elinizi uzattığınızda bahçedeki elma ağacının dallarına dokunur, meyvesini önce okşar, sonra tadardınız.
Bir gün bu rüya evin salonunda annem ve kuzenlerle oturup sohbet ediyorduk. Babam aşağıda, kapının önünde arabasını yıkıyordu. Arabası da kendisi kadar saygılık uyandırırdı. Dışı beyaz, içi kırmızı deri döşemeli bir Ford Konsül. O devirde de, sonrasında da benzerini çok görmedim Türkiye’de.
Annem havasında olmalı ki -hangi filmden alıntı yaparak bilemiyorum- bizim şahane bir av köşkümüz olduğundan bahsediyordu o sırada. Ağzından bal damlıyordu inanın ve köşkü en ince ayrıntılarına kadar tarif ediyordu, sanki en son iki gün önce görmüş gibi.
Gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. İnanamıyordum ama zevkten dört köşe olmuştum. Annem anlattıkça bu olağanüstü mekan gözümde daha da canlanıyor ve beni ısrarla onu keşfetmeye çağırıyordu. O denli büyülenmiştim ki, kuzenlerimin usulca kıkırdadığını tamamen gözden kaçırdım.
Heyecanım artık kontrol edilemez bir hal almıştı. Daha fazla sabredemedim ve anneme niçin şimdiye kadar bu harika mekana bir kez bile gitmediğimizi sordum. Sesimde hem bir isyan, hem bir yakarış seziliyordu. Annem tüm ciddiyetiyle topu babama attı.
Merdivenlerden koşarak indim. Babam arabasını yıkamayı bitirmiş, parlatma etabına geçmişti. Yorgundu, rengi sararmıştı, ama prensip sahibi insandı, kendi işini kendi halletmeyi severdi.
Benim derdim zaten ona yardım etmek değil, aile tarihinin en kayda değer hatalarından birini düzeltmek ve biran önce “av köşkümüze” gidilmesine ön ayak olmaktı. Olanca hararetim ve acelemle köşkün varlığını öğrendiğimi bildirdim burnundan ter damlayan babama ve bu gerçeği bunca zamandır benden sakladığı için hesap sordum düpedüz.
Tabii ki av köşkümüz tamamen annemin yaratıcı hayal gücünün ürünüydü. Babamın da ters tarafına geldiğimden neler saçmaladığım üstüne sert bir azar işittim haliyle. Kırılmış gururumu ve parçalanmış hayallerimi bağrıma basıp aynı merdivenleri bir gökdelene tırmanır gibi sürünerek çıktım bu kez, bezgin ve yenik.
Salona döndüğümde anneme ne söylediğimi anımsamıyorum ama ona olan kızgınlığım da kırgınlığım da yıllarca sürdü. Daha birkaç ay önce, bir aile meclisinde bu olaydan bahis açıldığında, ben annemi gaddarlıkla suçlarken, o burnundan kıl aldırmayan haliyle “Deniz hayal gücü çok güçlü bir çocuktu, olağan hikayeler, basit masallarla tatmin olması mümkün değildi. Ben de daha eğlenceli bir dünya yaratmaya mecbur hissettim kendimi” demişti.
“Nasıl da zeytinyağı gibi üste çıkıyor” diye isyan etmiştim içimden bu açıklamayı dinlerken, hala biraz öfkeli, hala biraz çocuk. Bugün annemin artık aramızda olmadığı bir dünyada aynı sözleri değerlendirirken, onun bir yanı bütün gücüyle o av köşkünün varolmasını diliyordu sanırım diye düşünüyorum. Kızına anlattığı masala kendi umudunu yansıtmıştı bilerek ya da bilmeyerek.
* * * *
Bir ay kadar önce annemi kaybettiğimizde Ereğli ekibimiz yarım gün içinde Ankara’ya ışınlandı. Halalarım hayatta değil artık, babam da. Kuzenler kaldık ve onların çocukları. Bazılarını yıllardır görmedim yurt dışında yaşadığım için. Çocukları büyüdü, evlendi, onların da çocukları oldu. Sanal ortamda “arkadaşız”, oysa bazısını tanıma şansım bile olmadı henüz.
Cenazeler mucizevi ortamlar yaratıyor malum. Hepimiz “son görev” için elimizden geleni yapmaya çabalıyoruz, yoku var ediyoruz, koşarak geliyoruz, yüreğimizi de getiriyoruz. Kuzenlerimle bakışıyoruz, bazen alakasız konulardan konuşuyoruz, bazen hiç konuşmuyoruz. Söylenebilecekleri hepimiz biliyoruz, bazen vücudun alfabesiyle bazen de sadece sükunetle anlatıyoruz.
Ayşecik’le bir sessiz dokunuşumuz var mesela, sonra da omuz omuza duruşumuz, benim için dünyaya bedel. Annemin evinin koridorunda Kemal Ağabey’le gözgöze geldiğimiz an sonra; nasıl da gerçek, nasıl da yüklü. Ayfer Abla’yla ikinci sarılışımız eşikte, aynı anda kanaat getirerek ilkinin görüşmeyeli geçen zamana kıyasla çok kısa olduğuna. Sonra, Necmi Ağabey’le buluştuğunda bakışlarımız, halam ve babama dokunup aktı ve aynı denize dökülüverdi anılarımız…
Burada olmak, bakışlarla elele tutuşmak güzel. Mucize değil ruhun ruha değmesi yürekten bir sarılışla. Evet, ölümün soluğunu hissettiğimiz bu evde, içimiz yanık, kanıyor yaralarımız tek tek ve ayrı ayrı. Diğer yandan¸ beyaz kirazların dayanılmaz kokusu da geliyor burnuma. Ereğli Gülbahçe’nin renk cümbüşü, dallarda kızarmaya başlayan elmaların beklenti dolu telaşı, o büyük balkondaki yemeklerin aşina yankıları, hepsi aklımda, benimle şu anda. İnsan diri diri ölür sanırım böyle bir aydınlığı tanımış olmasa…
Cenazenin ertesi günü amcamın oğlu Can ve eşi Betül uğradılar yeniden. Eskilerden konuştuk, acıdan, tatlıdan, mayhoştan. Ayrılırken Betül bana el emeği göz nuru bir bere ve atkı hediye etti. Ağır bir kederin egemenliğinde yaşadığımız bu soluk günleri aydınlatan özeninin zarafeti içime işledi.
* * * *
Annemi toprağa verdikten iki hafta kadar sonra, hava değişikliğinin olumlu etkilerine var gücümüzle inanmaya çalışarak Venedik yoluna düştük eşimle. Aylar öncesinden umut ve hevesle planlamıştık bu geziyi. Denklemlerin değiştiği aşikardı ama iptal etmek de gelmedi içimizden.
Annem ölmeden kısa bir süre önce ünlü bir İtalyan lokantasının İstanbul şubesine gitmeyi arzu etmişti. Bu isteğini gerçekleştiremedik ne yazık ki. Ancak¸ o lokantanın bir şubesinin de Venedik’te olduğunu biliyorduk. Annemin anısına bir rezervasyon yaptık. O akşam ben annemin çantalarından birini kuşandım, resmi bir görevi yerine getirir gibi gittik İbrahim’le lokantaya.
Ortam tam bir hayal kırıklığıydı. Yiyip içtiklerimizin kalitesi de verdiğimiz hesaba kıyasla acınılası bir yetersizlikteydi. Mekan bir turist tuzağına dönüşmüş. Tatmin edici bir bahşiş kopartmak için Amerikalı müşterilerle bağırış çağırış İngilizce konuşmaya çabalayan İtalyan garsonun işkencesi de cabası…
Kendimizi bir nebze iyi hissetmek için gittiğimiz bu restorandan hayli mutsuz ayrıldık. Dışarıda hava soğuk ve önceki gün şehre vardığımız andan itibaren durmayan yağmur söylemini sürdürüyor. Otele gitmek için vaporetto diye adlandırılan motorlardan birine atladık.
Yorgunum, kırgınım, ıslağım, üşüyorum. Bir garip yarım kalmışlık hali var üstümde, yapışmış, bırakmıyor. Dahası benim de onu bırakasım yok henüz. Vaporetto hareket ediyor, İstanbul’un vapurlarını düşünüyorum. O an Ankara’daki baba evine, geçmişe, Türkiye’ye ait herşeye dair deli bir özlem var içimde.
Ne var ki, böylesi bir hüznü bile delip geçen bir büyüsü var Venedik’in. Ona kayıtsız kalmak imkansız. Esir alıyor sizi çok geçmeden, acınızla, kederinizle beraber. Bağrına basıyor. “Bırak kendini” diyor “… tıpkı şu su gibi. Aksın içindeki, engel olma, didikleme, bastırmaya da tanımlamaya da çalışma. Bırak, akacağı kadar aksın, istediği kadar.”
İskeleye vardığımızda bakıyorum yüreğimin çırpıntısı dinmiş, yağmursa ahmak ıslatan misali yağıyor artık. Mantomun cebinden Betül’ün hediyesi bereyi çıkarıp başıma geçiriyorum, yumuşacık bir sıcaklık sarıyor beni. Annemin uzun saplı çantasını çapraz asmıştım, sağ bacağıma bir çarpıyor bir uzaklaşıyor biz hızlı adımlarla otele doğru yürürken.
* * * *
İki gün sonra Venedik havaalanındaki bankodan uçuş kartlarımızı alıp güvenlik kontrolüne doğru ilerlerken içim buruk. Son beş altı senedir bu şehre yeniden gelmek için uğraştım, sonunda geldim gelmesine, ama bulunduğum ruh hali içinde onunla istediğim gibi hasret gideremedim. Zaman zaman birbirimize dokunduk, o bana şefkatle yaklaştı, sarsmadı, incitmedi ama ben ona doya doya bakamadım, kapılarımı ardına kadar açamadım.
Sıranın bize gelmekte olduğunu hissedince kürkümü çıkarmak için elimi kopçalardan birine yanaştırdığımda can acısıyla küçük bir çığlık attım. Dikkatli bakınca parmağıma batanın kopçanın beş santim kadar yakınındaki bir iğne olduğunu fark ettim. Yakaladığım gibi de fırlattım en yakın çöp kutusuna.
“Bu da nereden çıktı?” diye düşünmeye kalmadı, annemin kalp krizi geçirdiği günün sabahına dönüverdim. Sahneler belirdi gözümün önünde. Bu kürkü prova ettiğimizi anımsadım. Biraz bol geliyordu bana, annem kopçalarını kaydırıp önünün daha sıkı kapanmasını sağlamayı amaçlamış ve bunun için iğne ile ölçü almıştı.
Acelemiz vardı ama o sabah, gezmeye gidecektik. Bu tip tadilat işlerini ertesi güne bırakıp çıktık. Annem kendini hastanede buldu o akşamüstü, evine de hiç dönemedi.
Venedik ziyaretimize kadar geçen süreçte her gün taşıdım ben bu kürkü üstümde, defalarca giyip çıkardım. İğne gömüldüğü yerde sessizce bekledi, bir sefer bile ucunu çıkarmadı, kendini ifşa etmedi.
Gözlerimi artık ardımda kalan çöp kutusundan alamıyorum: “Yeniden görüşmek üzere Venedik!”
Brüksel, Nisan 2013
iğnenin eline battığını hissediyor insan. Çok güzel.
Ne kadar güzel yazmışsın Deniz’ciğim. Blog’unu benimle paylaşarak son derece güçlü bir kalemin olduğunu öğrenme şansını yaşattın bana, çok teşekkür ederim. İğnedeki Umut’u okurken hem seninle hem de Hediye teyzemle ilgili ne kadar da çok şey öğrendim. Anneciğin hayattan keyif almayı son derece iyi bilen bir insandı. Onun şık kıyafetlerini, kahkahalarını, hemen her gün ya sizin evin önünde ya da bizim bahçedeki güzel sohbetlerimizi ve mangal partilerimizi hiç unutmayacağım. Hediye teyzem senin Venedik tatilinin biraz buruk geçtiğini hissetmiş olacak, son anda iğnenin eline batması bir tesadüf olamaz bence. Çok öpüyorum seni! ♡♥
iğnedeki umut ve diğerleri hepi çok güzel kaleminize yüreğinize sağlık 🙂