Az biraz tarih tabii Bir miktar aritmetik Çokça aşk benim için Her gün ölümüne hayal kurmaya Cesaret edebilme deliliği Olasılıklar tufanı Depremi imkansızın Bir ışık taşımak o kuytuya Bir gölgeyi kendi haline bırakma inceliği Şimdi itmek Şurada burkmak, kanırtmak icabında Kanatmak yeri geldiğinde Bile bile Karşılamak en özleneni Yaşamı tanımlayan kavuşmalar dolusu Ve onların şanına, şerefine Karşılamak En ürküteni Hücrelerin gri siyah sarsılırken gümbür gümbür Çünkü? dersen Çünkü böyle Benim bittiğim yerde Sen başlıyorsun da ondan Tam da o yüzden Bitmiyoruz ya biz Bitmiyor iyi ki bu macera… Yaş dediğin biraz da o yüzden Coğrafya az buçuk Üzüm bağları Tek tek sevdiğim Birbirinden okyanuslarca uzak ülkelerde Yaş dediğin yol Trenler, uçaklar ve gemilerde Adımlar çocuk ve çekingen Adımlar güvenli ve genç Hatta dörtnala bildin mi söyle? Hani gönüldeyse (anladın) o an kumanda İncirler dolusu bal tattıysan bildin zaten Kıpır kıpır bir gelecek sözüne kandıysan Yeşil limon kabuğu Üfledi mi söyle inceden ensene? Göz kırptılar mı sana kirazlar Tek, çift Sarı ve kırmızı Ağaçtan henüz inmeden bakıştınız mi? Yaş dediğin İşittiklerim Söylediklerimden eleyip duydukların Uç uca eklediklerim Hiç bilmediklerin Bir an içinde görüp aydığım gerçek Bir ömür boynumda taşıyıp Bir anda kesip attığım yük Dediklerim tekrar tekrar Sana, size, en çok da bana Yaşam dediğin Biraz özlem Biraz ilham Taş taş üstüne koyma telaşı Çokça yenilenmek İster istemez Uzanmak Erişmek Dokunmak mümkünse Başka ruhlara Dokunmak mümkünse En derinine…
Kitapçıları seviyorum. Raflarını, tezgahlarını, afişlerini. Toz kokusunu, kağıt hışırtısını, eğilmiş başları, kitaba uzanan elleri. Kitap sırtlarını, kitap kapaklarını, sayfa çevirirken yarattığımız küçük rüzgarı seviyorum.
Brüksel’e taşındığım ilk yıllarda Fransızcam varla yok arasında gezinirken biraz hüzün, biraz da özenle seyrederdim kitapçı vitrinlerini. Bırakın içine dalmayı daha ismini dahi telaffuz edemediğim kitaplar, yeni/eski yazarlar, kitapçıda çalışan genç ekibin hevesle yazıp kitaplara iliştirdikleri küçük notlar hep ağzımı sulandırırdı. Bu muazzam dünya keşfedilmeyi beklediğini fısıldayarak el sallıyordu bana mütemadiyen, inceden inceden de meydan okuyordu.
Dili öğrenmek günlük hayatı, iş ilişkilerini ve sosyal yaşamı canlandırdığı gibi kültürel bağları güçlendirerek zenginleştiriyor bizi her gün. Önceden İngilizce çevirileri yoluyla tanıdığım Fransız yazarlara anadillerinde yeniden kavuşmak kadar daha önce hiç adını duymadığım çağdaş yazar, şair ve gazetecilerle de tanışmak otuzlu yaşlarıma doğru ilerlerken zihnimi de gönlümü de çiçeklendiriyordu. Kimi zaman arkadaş önerisi, kimi zaman edebiyat eleştirileri, bazen de dost tavsiyesiyle kısa zamanda birçok edebiyatçıyla söyleşme fırsatı buldum onların satırlarını afiyetle yalayıp yutarken.
Bazen her üç cümlede bir sözlüğe danışarak, bazen tembellik yapıp tahmine bağlayarak, bazen tamamen kaybolup yeniden başlayarak. Gözümün kağıda dokunması, parmağımın sayfayı çeviren hareketi, bir kitapla el ele tutuşup bu dünyadan gitme hissi hep çok iyi geldi bana. Birken iki, hatta daha çok olmak, hem bugünde hem b aşka zamanda aynı anda var olmak, kanepede/sahilde/ağaç gölgesinde yayılırken aynı zamanda göklerde uçup kendim dahil her şeye dışarıdan bakabilmek. Daha ne ister ki insan?
Üstelik en az bu uçuşlar kadar güzel ve aydınlık geri dönüşleriniz. Kitaba başlayan sizle bitiren siz aynı kişi değilsiniz. Yoğruluyor ve biçimleniyorsunuz. Yolculuktan biraz yorgun ama çokça aymış dönüyorsunuz. İçinizde bir yer doluyor, bir boşluk kapanıyor. Kabarmış bir yanınızsa ödemini akıtıp soluklanıyor. Olgun bir dengedesiniz – üstelik kendiliğinden oldu her şey, ölçüp biçmediniz.
Malum fenomen yüzünden hayatlarımızın yeniden şekillendiği bu süreçte bir zamandır kitapçıya gidemedim. Evdeki stoklarımı erittim ben de, arkadaşlarımın verdiği kitaplardan okudum. Epey de idare etti beni, yalnızlık da eksiklik de hissetmedim.
Bu sabah ama zordu biraz. Çok özlediğim ve muhtemelen bir süre daha göremeyeceğim bir dostumla telefonda konuştum. Bu ay kaybettiğimiz iki insandan da bahsettik. İlki yıllar önce ayrılmıştı aramızdan, hem de çok erkenden. İkincisi de birkaç gün evvel. İki hikaye de bir sürü yüreğe ve hayata çarpan cinsten.
Bilmiyorum o konuşmanın düşündürdükleri mi, birikim mi, yoksa günlerdir buraları etkisi altına alan sıcak ve bunaltıcı hava mı dürttü, sığamadım eve. Sokağa attım kendimi taze ekmek alma bahanesiyle. Burun ve ağızları örtülü yüzler arasında adımlarken bin bir düşünce hücum etti aklıma. Gerekli gereksiz konuştular.
“Artık her zaman umutlu olmayı beceremesem de dayanıklı olmaya çabalıyorum” demişti bir arkadaşım dün, onu hatırladım mesela. Geçen hafta Fransa’da kaldığımız otelde valizlerimizi taşımak için bizden izin isteyen çalışanı sonra… ki onaylayınca ellerini dezenfekte edip geri gelmişti yanımıza. Koyu renk takım elbiseli ve siyah kumaş maskeliydi, kırk derecenin üstündeki sıcakta koşuşturuyordu. Bahşiş vermek için ben de izin mi istemeliyim diye düşünmüştüm, malum dokunmak artık riskli.
Tenha sokaklarda kuru yaprak, izmarit ve ambalaj kalıntısına ek olarak sürünen mavi tek kullanımlık maskelere takıldı sonra gözüm. Onların bile yaşanmışlıkları var şimdilerde. Zaman akmak fiiline ne kadar da yakışıyor diye geçirdim içimden.
İşte tam da o an bir kitapçıya koşmak ihtiyacı belirdi içimde. Bugün resmi tatil olmasına rağmen açık bir adres de buldum şansıma. “Yardım ister misiniz?” diye sordu satıcı çocuk. “Yok” dedim “biliyorum aradığım kitap beni bulacak”. Gülümsedi anlayışla. Kitap delileri tanır birbirini ilk bakışta.
Yarım saat kadar sonra elimde “Buluşmalarımız” isimli kitapla beraber hep çok sevdiklerimi getirdiğim Toucan lokantasının terasında oturuyordum. Arnavut garson Adrian kısa bir durum değerlendirmesi ve hoşbeşten sonra hissiyatımı sezmiş olmalı ki beni kitabımla baş başa bırakıp içeri çekildi. Yaşıtım Fransız kadın yazarlardan birinin yeni çıkan romanı bu. Beni onu ilk keşfettiğim ve Fransızcam yetmediği için okuyamadığım yıllara götürüp getirdi.
Açtım ilk sayfayı. Doksanlı yıllarda Sorbonne Üniversitesi’nin koridorlarında rastlantısal bir buluşmayla başladı hikaye. Öyle kilit bir andır ki hani hissedersiniz; hayat değişecektir o noktada. Kahramanlarımızın tanışmasıyla beraber şiirselleşti dili yazarın. Akmak fiili edebiyata ne kadar çok yakışıyor diye geçirdim içimden.
İki saat ve çok sayfa sonunda hesabı istediğimde ben biraz farklı bir bendim. Yüzümde bir ışıltı, içimde nedensiz bir ateş. Adrian da belli ki bahşişe sevindi.
Kitabı çantama koyarken arka kapağındaki cümle takıldı gözüme: “Hayatta birçok kere sever insan ama tek bir kez aşık olur”.
Doğru mu dersiniz? Ben bilmiyorum. Dayanıklılığa saygım çok ama umudu hep zirvede tutan cinstenim.
“Son zamanlarda ne zaman bir şeyi ilk kez yaptın?” Bir kaç sene önce okuduğum bir yazıda karşıma çıkan bu soru düşündürmüştü beni. Çocukluk yıllarımız ilklerle dolu malum, gençlikte de bol deneme (yanılma) yaşıyoruz. Ya sonra? Yaş ilerleyip tarzımız ve zevkimiz kendini bulunca daha çok bildiğimiz ve seçtiğimiz kulvarlarda mı yüzüyoruz?
Yazı hayatımızın hangi döneminde olursak olalım denemekten korkmamamızı öğütlüyordu. O kapının açık kalmasının ruhumuzu da bedenimizi de dinç tutacağını savunuyordu. Hakkı da var diye düşünmüştüm: Yeniyi açık yürekle karşılamak, ona bir şans vermek, bildik alanda yayılmak yerine küçük de olsa risk alabilmek bizi güncelle bağlantılı ve zinde kılabilir elbette.
Ara ara da kendimi ve çevremi test ediyordum bu soruyla: “En son ne zaman bir şeyi ilk kez yaptın?” Cevap “iki gün önce” ya da “geçen hafta” ise şahane. “Sen de altı ben diyeyim sekiz ay” sa biraz endişelendirici. “Düşünüyorum ama bulamıyorum” ya da “Nasıl yani?” tarzı yanıtlarsa alarm verici…
Çok da zor değil aslında kendimize ilkler yaşatmak. Daha önce hiç sohbet etmediğimiz biriyle bir kahve içmek, pazar sabahı on beş dakika fazla yürüyüp taze ekmeği yeni açılan fırından almak, şimdiye kadar hiç okumadığımız bir dergiyi karıştırmak kadar basit ve zararsız aktivitelerden bahsediyorum üstelik. En azından başlangıç için.
Bir çocuğun yürümeyi öğrenmesi gibi önce çekimser, hatta korkak başlıyorsunuz belki. Fakat açılıyorsunuz sonra. Arada tökezleyip popo üstü düşmek de var. Ama o ruh haliyle düşünce dertlenmek yerine gülüp geçiyorsunuz ve kalkıp yola devam ediyorsunuz.
***
Yıllardır yoga yapıyorum. Seanslar sırasında sık tekrarladığımız bir söylem var: “Öğrenmemek mi? Asla!” Üstünde az düşününce ilkler yaratma fikrinden çok uzakta olmadığını görüyoruz.
Elbette hayatta başımıza gelenleri seçemiyoruz ama kişi yaşadıklarından ders almaya hazır olduktan sonra kazanım kendiliğinden. Zor yoldan geçerek de olsa. Dolayısıyla derdimiz her şeyi her an kontrol altında tutmak değilse ruh olgunluğuna ulaşmak hiç de imkansız değil.
Kurtuluşumuz saklanmakta değil hayat yolculuğunun önümüze çıkardığı acı/tatlı sürprizleri oldukları gibi görüp onlarla beraber var olabilmekte. Abartmadan, yok saymadan, ama dramatize de etmeden. Yaşamdan geleni hikayemizden sayarak. Onun da bize bir diyeceği vardır elbet savıyla. Duymaya yer açarak.
***
Korona süreci hepimizi derinden sarstı ve zorladı. Böylesini görmedik, yaşamadık dedik. Kabus gibi, abartılı senaryolu uçuk kaçık bir film gibi dedik. Uyuduk uyandık kaç kere. Geçmedi. İçinde yaşamaya devam ettik.
Kendimize, hayatımıza, seçimlerimize değişik açılardan baktık bu süreçte sanıyorum. Garip aslında düşününce çünkü bir anlamda zamanımız vardı elimizde, diğer yanda kafamız pek dağınıktı. Her geçen gün bildik düzenin bir parçası ya eksildi ya değişti. Giden hızlıca gitti. Ne zaman ve hangi şekilde geri döneceğini bildirmeye durumu el vermeden.
Kısa-orta-uzun dönem planlama konusunda neredeyse mekanik bir uzmanlık geliştirmiş beyinlerimiz şaşaladı. En sağlam kurumlar içi oyulmuş göründüler gözümüze birkaç gün içinde. Kilit vuruldu kapılara, kepenkler çekildi, sokaklar boşaldı. Kapandık.
İlk şokun etkilerinden biraz kurtulmaya başlayınca ister istemez yeni alışkanlıklar edindik, önlemler aldık. Temizlik ürünlerini hatmettik, “el nasıl yıkanır”ın kitabını yazdık, bağışıklık sistemi üstüne detay araştırmalara giriştik.
İşi ve okulu devam ettirebilmek uğruna teknolojiyle ilişkimize yatırım yaptık, yeni uygulamalar öğrendik. Görüntülü konuşmalar içler acısı sosyal hayatımıza bir avuntu oldu. Tablet ya da dizüstü bilgisayar ekranına sığamayanlar için evde daha büyük monitör ihtiyacı doğdu.
Hazır bilgisayar başındayken daha önceden planlanmış tatillerimizi iptal ettik yüreğimiz burularak. Kültürel etkinlikler için aldığımız biletler yok oldu, kutlama ve törenler için yapılmış rezervasyonlar deseniz aynı. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen sürede emek emek oluşturulmuş programlar sabun köpüğüne dönüşüp yittiler.
Dış dünyayla bağımızı sağlayan bilgisayarlarımıza, telefonlarımıza sarılıp ihtiyaç alışverişine devam ettik sonra. Kitaptan deterjana, peynirden ayakkabıya, ev aletlerinden dekorasyon malzemesine uzanan geniş bir yelpazedeki ürünler kapımıza geldiler. Malum bir zamandır sırf fatura ya da reklam taşıyor diye çok da onurlandırmamıştık postacımızı. Kargo aracını kapıda görünce ümitle ürperir olduk.
İş başa düşünce her gün yemek pişirdik. Yardımcılar olmayınca temizlik, çamaşır ve ütüyü üstlendik. Elimiz değmişken epey dolap ve çekmece düzenledik. Arşivleri elden geçirdik. Pek çok eski fotoğraf ve anı ziyaretimize geldi geçmişten.
Baktık süreç uzuyor, yardımın da gelesi yok. Dip boya, saç kesim, vücut bakım işlemleri konularında girişimlerde bulunduk. Bazıları maceraya dönüştü, bazen zaferler elde ettik. Ufak tefek tamirat, evdeki imkanlarla yaratıcı çözümler, sakla samanı gelir zamanı taktikler günümüz bir parçası oldu ister istemez.
***
Dünyanın hemen hemen her yerinin eş zamanlı geçirdiği bu zorlayıcı dönemde yürüyüş serbestisine sahip grupta olduğum için şanslı hissederek çıktım her gün sokağa. Bir saat kadar süren tempolu ve solo bir yürüyüş için. Tespih çekmek gibi demişti biri yürümekten bahsederken, tekrar edilen adım hareketi bedeni çalıştırırken ruhu da sakinleştiriyormuş. Deneyimle sabitledim bu görüşü.
Market ve eczaneler dışında her yerin kapalı olduğu bu süreçte bu akşam yürüyüşlerinin zorlayan anları olmadı değil tabii. Tiyatroların, sinemaların, konser salonlarının önünden geçerken her seferinde müthiş içim buruldu. Kitapçı vitrinleri toz tutmaya başlamıştı. Giyim kuşam mağazalarında yoğun bir hüzün vardı.
Restoranlar ve kafeler bize hiç sorma dercesine sessizdiler. Bazılarının içleri her geçişimde daha da boşaldı. Masalar toplandı, aksesuarlar kalktı. Yeniden açılacaklar mı acaba diye sorar buldum kendimi. Oteller küçük bir kaç ışığı yanık bırakmışlardı. Umuttan mı temkinden mi emin olamadım.
Parkların bir kısmı kapatılmıştı. Açık olanlar sokaklara kıyasla daha canlıydı fakat tabii kalabalıktan uzak durmak adına büyük parklara da girmedim. Şehrin iş merkezlerinden biri olan ve AB kurumlarının yüreğinin attığı mahallede kendi ayak seslerimi dinleyerek yürüdüm haftalarca.
***
İlerleyen günlerde hem hava sıcaklığını hem de sokaklardaki insan yoğunluğunu göz önünde tutarak akşam saatlerine kaydırdım yürüyüşlerimin saatini. Güneş henüz batmamış ama kızgınlığını kaybetmiş oluyor o ara. Sulanmış bahçelerden çiçek kokuları vuruyor burnunuza.
Hava da cidden inadına güzeldi o ara. Nisan ve Mayıs ayları, doğa coşmuş. Tam sokaklara akılacak, müzikle, dansla, sohbetle kavuşulacak iklim şartları. Film seti hazır da oyuncular firarda sanki. Birkaç lokantanın girişinde utangaç bir hareketlenme görüyorum bazen – evlere servis hizmeti başlatmışlar. Motosikletli kuryeler sessizce paketleri alıp uzaklaşıyorlar.
Çok az insan var ortalıkta haliyle o herkesin yemek derdinde olduğu saatte. Tek tük denk geldiklerimle de mesafeli geçip gidiyoruz. Ürkek kuşlar misali sekiyor insancıklar. Saygılı, korkulu ve fena halde içe dönük.
Ne muazzam tezat aslında; hem ölesiye insan açlığı çekiyoruz hem birbirimizden uzak durmaya endekslendik şu sıra. Hem üşüyoruz hem ısınmaya kalkışsak yanacağız maazallah. Daha korkuncu başkasını yakma ihtimalimiz var. Kendimize rağmen yaşadığımız bir hal. İnsan DNA’sına aykırı bir var olma çabası. Yüreğe küfür gibi mi biraz ne.
***
Bu yürüyüşlerden birinde daha önce hiç geçmediğim bir sokakta buluyorum kendimi. Binalar bakımsız biraz ama mimari içime dokunur tarzda. Başımı sağa sola çevirip cepheleri incelemeye daldığım bir anda balkonlardan birinde tek başına oturmuş yaşlı bir kadınla göz göze geliyoruz.
Bakışlarımız buluşup birbirinde kalıyor öylece. Duyuyor sanki o dakika ona anlattıklarımı, akıtmak istediklerini dilimin. Öyle hissediyorum ki iyi geldi ona da sokak ortasında durup öylece bakışım. İnsanlığımızın ortak paydasında buluşuyoruz hangi sınır ne derse desin.
Bir süre kenetli de kalıyoruz öylece. Sağ kolum kendiliğinden havalanıyor sonra. El sallıyorum hevesle hiç tanımadığım bu kadına. Gülümsüyor kadın, ışıldar gibi gülümsüyor anıma. Anımıza…
***
Yılbaşındaydı sanırım kocaman bir dönme dolap kurdular evime yakın bir meydana. Orası normalde gençlerin ve turistlerin buluşma yeri. Gün batımına karşı biraz sohbet, biraz şehir manzarasıyla şenlendikleri alan.
Solo akşam yürüyüşlerimde yolum buradan da geçiyor elbet. Meydan ıssız. Dönme dolap sabit. O da bizler gibi doğasına aykırı bir eyleme zorlanmış ve durdurulmuş diye düşünüyorum. Adı üstünde: Dönme dolap dönmüyor.
Dönmeyen dolaba takılı kalmış bakarken “Durdurun dünyayı inecek var” sloganı düşüyor aklıma eskilerden. Acaba gerçekten dünyanın durduğu o anda mıyız diye düşünür buluyorum kendimi. Yalnız pek kimsenin inesi de yokmuş sanki bu arada.
Meydanı kuşatan tarihi binalar o an aklımdan geçenler dahil her saniyenin yaşanmışlığını kaydediyorlar sanki. Sonra anlatmak ihtiyacından da değil üstelik. Güneş? O aynı tüyler ürpertici güzellikteki renklerle batıyor dolabın arkasından. Şahidi varmış ya da yok – umurunda olduğunu sanmam.
***
Minik adımlarla kovuklarımızdan çıkıp dış dünyayla bire bir iletişime başladığımız şu günlerde “en son ne zaman bir şeyi ilk kez yaptın?” sorusu yeniden dolaşıyor zihnimde. Yanıtım da şöyle “son üç aydır hemen her gün birden fazla şeyi ilk kez yaptım”.
Saç diplerimi boyamak, bilgisayarımı kendim tamir etmek gibi yaratıcı ve geliştirici eylemler kadar aylarca her öğünü tek başına yemiş olmak ya da bir başka insana dokunmadan soluk almaya devam etmek gibi zorlayıcı deneyimler de var bunun içinde. Uzun zamandır ilk kez saatlerce kitap okuyabildim evet ama bir sinema kuyruğunda beklemeyi de özleyerek.
Uzun zamandır ilk kez üç ay seyahat etmeden geçirdim. Evimin ve terasımın tadını çıkarmayı sevmedim değil. Çiçeklerimin her gün kaç santim attığını bizzat gözlemledim ve bundan büyük zevk aldım. Lakin havada tek tük de olsa uçak gördüğümde gözlerimin yaşarması da eş zamanlı olarak gelişen bir durum itiraf edeyim.
İletişim konusunda teknolojinin nimetlerini ilk kez bu denli etkin şekilde keşfettim. Önceleri haftada bir konuştuğum ailemle çok daha sık haberleştik bu dönemde. Görüntülü konuşmalar, sesli mesajlar, video paylaşımları. Bir gün birinden ses çıkmasa arayıp sorma halleri, sıkı ve sevecen bir takip. Diğer yandan kapanan sınırlar ve seyahat kısıtlamaları derken zihnimde Japonya istikametinde süzülmeye başladı Türkiye’m. İstediğimizde ulaşabileceğimizi bilmek ne büyük bir gönül ferahlığıymış daha iyi anladım.
Evet, ömrümde ilk kez aylar boyunca her sabah alarmı kurmadan uyandım. Arabasını lastiği çizgide park etmekte inat eden komşuma rağmen daracık park yerime doğru açıyla ve ustaca girmeyi başardım. Tanımadığım bir kadına heyecanla el salladım (ama bunu biliyorsunuz zaten).
***
Yaklaşık yirmi gündür hafta içi hemen her gün iş yerine gider oldum. Son iki haftada dostların bahçelerine, teraslarına misafir edildim. Evimin kapısından içeri girmeye başladı sevdiklerim.
İki gün evvel üç ay aradan sonra ilk kez bir lokantada yemek yedim. Bu öğleden sonra beş altı kişilik bir grupla parkta doğum günü kutladık. Köşedeki çiçekçi açıldığından beri haftada bir taze bir demetle geliyorum evime.
Biliyorum bitmedi tehlike, atlatmış değiliz krizi. Ama bu küçük adımlar öylesine değerli ki her bir buluşmaya, her bir kavuşmaya, o anın kendisine sarılasım var sıkı sıkı. Bildiklerimizi de yeniden keşfediyor ve ilk kez yaşarmış gibi tadıyoruz sanki.
Geçen gün baktım dönme dolabı da çalıştırmışlar artık. Maskenizi takıp binebiliyorsunuz isterseniz. Bazıları koşmuş hatta hemen denemiş. Kimileri bekleyecek.
Ben günlük yürüyüşlerime devam ediyorum yine. Barlar açılınca tenhalaştı parklar, oralarda da rahat geziliyor artık. “Gerçek dar” diye yazmış birileri parktaki bir duvara. Öyleyse de hayaller var. Gerçek genişleyene kadar da sık sık bir ilk yaşamaya devam.
Herhangi bir çarşamba var aklımda
Adı akılda kalmamış bir sokakta
Kaldırıma atılmış yuvarlak küçük bir masadayız
İki sırdaş taburenin üstünde bedenlerimiz
Rastlantısal bir kavuşmanın sarhoşluğunda
Sokulmuş birbirine yüreklerimiz
Saçım dağınık ve muazzam elektrikli o gün
Senin gözlerinde kırılgan kıvılcımlar
Temmuz sıcağının Mayıs borcunu ödeyesi tutmuş
Öyle baştan çıkarıcı bir esinti
Olma ve orada kalma anı işte
Bir soluk, bir parantez, gönüllü bir mola
İhtiyacım varmış da demiyorsun ya
Anlatasın gelmiş be Küçüğüm
Adı unutulmuş bir sokakta
Kaldırımda yan yanayız
Karşı çiçekçinin vitrine takılmış niyeyse gözlerimiz
Sesin en içime konuşuyor
Sözcüklerinde kendine sürprizler
Çocuklu bir aile geçti önümüzden az önce
Sarmaş dolaş bir çift de peşlerinden
Ama belli kadın gidici, adamı yakında terk edecek
Nasıl anladın deme şimdi, o kısım uzun hikaye…
Biri sardunyaları suluyor ikinci kat balkonunda
Dal çıtırtısını duydun mu bak şu an
Duymadıysan da dert etme
Belki senin yolun başka
Belki henüz zamanı değil
Adı akılda kalmamış o sokakta
Kırmızı taburelerdeyiz
Akşamüstünü uğurladık az önce beraber
Ne zaman battı güneş
Tişörtünü lekeledin bir damla şarapla
Uçar kuruyunca dedik gamsız gülerken
Bir arkadaşından bahsettin ilk kez
Başta lafın gelişi
Sonra derinden derinden
Adı tam da şimdi aklıma düşen o sokakta
Kaldırımdaki orta masadayız
Yetişecek bir yerimiz vardıysa da unuttuk
Masal gibi geliyor da şimdi
Hatırla, o zaman
Dokunmanın serbest olduğu evrendeyiz
Ekmeği bölüşürken irkilmiyor içimiz
Omzun omzuma sürtünüyor bazen
Hayalleri ve korkuları paylaşıyoruz
İkisi de meğer ne çokmuş…
Ertesi sabah bir trene binip
Benim şehrime gideceğiz
Ya senin kadar sevmezsem orayı
Diyorsun
Kırılır mısın bana?
O nasıl soru öyle
Her yürek istediğini sevmekte özgür
Peki ya sen diyorsun hemen atak
Ya onu bırak da Küçüğüm
Bir resim mi çeksek biz
Şu an görüyorsun nasıl pür keyif
Havalı bir manşet de atalım üstüne: Bazen olduğu gibi
Anlayan anlasın
Anlamayanın yolu başka
Biz baktıkça ama söz ver
Biz baktıkça burada kalalım…