Patatina

hazalpatatinadeniz

Oyuncak bebeklerle insanlar arasındaki canlı-cansız farkını öğrendiğimdeki şaşkınlığımı unutamam. Aslına bakarsanız pek de iyi kavrayamamıştım ilk anda. Çok sevdiğim bir bebeğim vardı: Patatina. Patatina Portekiz’in Porto limanından alınmış, iki-üç yaşında bir çocuk büyüklüğünde, oldukça şişko, sarı saçlı, tombul kollu ve tombul bacaklı bir bebekti. Akdeniz mavisi gözleri pırıl pırıl, yünle doldurulmuş vücudu bir yastık kadar yumuşaktı. Kendi haline bırakıldığında iki yana açık duran kolları ve dudaklarındaki sevimli gülümsemesiyle her karşılaştığı insana sarılmak ister gibi bir hali vardı. Kalın bacaklarına aldırmadan mini bir elbise giyiyordu ve tüm bebeklerde olduğu gibi iç donu elbisesinin etek boyundan daha uzundu. Ayakkabıları kim bilir hangi komşunun evinde unutulduğundan çıplak ayakla geziyordu bir süredir. Ayakları dikdörtgendi, yani genç bir bayana göre fena halde taraklı. Bir kez ayak tırnaklarına  oje sürmeye çalıştığım ve de bu işi de elime yüzüme bulaştırdığım için tırnaklarında o başarısız deneyiminden kalma kırmızı ufak lekeler taşıyordu ne yazık ki…

 Mutfaktaydık. Annem bulaşıklarıyla boğuşuyordu.

Ama anlamıyorum.” dedim. “Nasıl yani? Milyonlar milyarlar ve katırlarca (çok büyük bir miktardan bahsettiğimi sanıyordum) yıl geçse bile Patatina hiç büyümeyecek mi?

Annem sıkıntıyla kıpırdandı. Son yarım saattir bana benim büyüyeceğimi ama Patatina’nın aynı kalacağını anlatmaya çalışıyordu. Ama ben inanamıyordum bir türlü. Kendimi bildim bileli Patatina vardı, hep yanımda olmuştu, benim arkadaşım, bebek dostumdu. Beraber büyüyeceğimizi düşünüyordum o ana dek, tüm hayallerim orta yerinden çatladı ve kabullenmezlikle devam ettim ısrarlarıma:

Yani küçücük azıcık miniminnacık bile de mi uzamayacak boyu?” Bir taraftan da yalvarırcasına anneme bakıyordum ve de ufak tombul baş parmağımı işaret parmağıma iyice yaklaştırıp parmaklarımla sözlerimle anlatmaya çalıştığım uzama miktarını göstermeye çabalıyordum.

Annem usanmıştı ama daha çok benim hayal kırıklığım ve mutsuzluğuma üzülüyordu. Sonunda bana yalancı da olsa bir ümit vermeye karar verdi sanırım ve

Belki” dedi. “Belki çok çok çok yıllar sonra o kadarcık büyüyebilir…

 Patatina’nın konuşamayacağını, ben elinden tutup gezdirmezsem dolaşamayacağını ya da ağzına verdiğim lokmaları çiğneyip yutamayacağını kabullenmiştim de onun büyümeyeceğine neden inanamıyordum bilmiyorum. Belki tek çocuk yalnızlığımdan. Patatina benim yirmi dört saat yanımda olabilen tek arkadaşımdı. Yani  çoğu kez onun annesi konumuna girip onu gezdirmeye, yıkamaya  ya da saçını taramaya kalkışsam da aslında onu bir çocuktan çok bir arkadaş olarak gördüğüm kesindi. Annem  ve babamla yaşadığım bu evde eteği donundan daha kısa olan ve de kucakta gezdirilmeyi yerinde oturmaya tercih eden sadece ikimizdik; Patatina ve ben.

Annem umut kapılarımı sonuna kadar kapamamıştı ama bir şekilde anlamıştım Patatina’nın benden farkını… Birimizin insan bebek, diğerininse oyuncak bebek olduğunu kavramamla birlikte görülmez bir çit çekildi sanki aramıza. Saf bebeklik düşlerinden, her şeyin mümkün olduğu sınırsız ve kuralsız dünyamdan çıkıyorduk yavaş yavaş…

 Canlı-cansız ayrımından sonra ölümü öğrendim. Anladığımı iddia etmeyeceğim -şimdi bile- sadece varlığından haberdar oldum. Patatina ile ikinci ayrı noktamız da böylece ortaya çıktı. Büyümeyeceği gibi ölmeyecekti o, hep böyle kalacaktı: tombul, sevimli, ölümsüz bir oyuncak bebek!

 …

 Brüksel’deki evin yeşil sessiz bir bahçeye bakan ufak balkonunda oturmuş hayal kuruyorum. Rahat bir şezlonga yayılmış, ayaklarımı balkon demirlerine atmış, gözlerimi yarı kapamış bir halde geçmişin yansımaları ve geleceğin umutlarını karıştıran imgeler peşindeyim. Kötü düşüncelerden kaçmaya çalışıyor, “ölümü aklıma getirmezsem beni üzemez” diye avutuyorum kendimi.

Çocukluğumdan beri vazgeçmedim hayallerden…Sevdiğim biri “işin gücün uydurmak” demişti anlattığım hikayelerden pes edip… Başka bir tanesi de “Heidi gibisin” demişti, hani çizgi filminin başlangıcında Heidi göklerden sarkan ipe asılı salıncakta çıplak ayak sallanır, kendini rüzgara bırakırken ağzı keyifle açılır, minik dişleri görülür ya, o aklıma gelmişti hemen…

Gülümsüyorum bunları düşünüp. İçeri odaya geçip eskilerden bir kaset takıyorum teybe. Gerisingeri balkona döndüğümdeyse neye uğradığımı şaşırıyorum. Ömrümde yaşadığım ilk gerçeküstü deneyim bu: Patatina bizim balkonda, şezlongun yanındaki tahta sehpanın üzerine oturmuş bekliyor. Benim geldiğimi görünce hoplayarak (Aman Allahım) yerinden kalkıyor bir çırpıda, tombul kolları her zamanki gibi iki yana açık, sevgiyle boynuma sarılıyor. Korkuyla sevinci bu kadar içiçe yaşadığım tek bir an daha hatırlamıyorum. Ben de ona sarılıyorum, yumuşacık hala, tıpkı bir yastık gibi…

Ne diyeceğimi bilmiyorum, tek söz bulup da çıkaramıyorum ağzımdan. Çocukluğum benimle buluşmak için geri gelmiş gibi… En olmaza övgü hayallerime taş çıkartacak bir gerçek var karşımda…

Patatina benden daha olgun sanki.

Seni iyi gördüm.” diyor. Sevimli bebek sesini ilk kez duyuyorum ama yadırgamıyorum nedense.  Öyle güzel görünüyor ki gözüme varlığı, yaşamda kaybettiğim ne varsa dönüp geri geliyor sanki Patatinamla birlikte…

Ayaklarını tahta sehpadan aşağı sallandırarak konuşuyor…

Nasıl buldum ama seni değil mi?”

Gerçekten de öyle. İnanılır gibi değil!” diye mırıldanıyorum. Şaşkınlıktan öleceğim ama mutlu öleceğim…

Aslında baban yolladı beni” diye dürüstçe itiraf ediyor sonra, “Adresi de o verdi”. Yoksa bu bebek halimle buralara nasıl gelirdim. “Üstelik biliyorsun, je ne parle pas français…” Sonra kıkırdıyor: “Nasıl buldun ama aksanımı? Yol boyu çalıştım bu cümleyi, “r” lerim yeterince gürlüyor mu?

Ben hala gözlerimi Patatina’nın ışık fışkıran suratına dikmiş kıpırdamadan bakıyorum. Aklım sorularla dolu, hiçbirini cümlelere dökemiyorum. Susuyorum ve yardım istercesine Patatina’ya bakıyorum.

Seni merak ediyorlar.” diyor. “Şey..hmmm…biliyorsun işte…dayın…yani sana kötü haberi telefonda vermek onlar için yeterince zor oldu zaten. Ondan sonra da seni merak edip durdular…Annen çok ağladı bu aralar. Baban da derin derin düşüncelere daldı. Sonunda da dedi ki ‘gel hanım, biz şu Patatina’yı yollayalım kızımıza, en sevdiği bebeğidir, görünce mutlu olur, içi açılır, yüzü güler.”’ Annen de bir umut onayladı.  “Sonra senin şu sevimli küçük yeğenine gittiler beraberce. Hazal’a… Ve Hazal’dan beni bir süreliğine Brüksel’e yollamasını rica ettiler.”

Dur bir dakika” dedim. “Sen artık Hazal’ın bebeği misin?

Biraz kırgınca gülümsedi önce, sonra boşverircesine şen bir kahkaha patlattı. “Sen büyüdün Deniz” dedi. “Şimdi sıra başkalarında…”

Adımı ilk kez duydum dudaklarından, ürperdim bir an. Meraka kapılıp “sana iyi bakıyor mu bari Hazal?” diye sordum.

Güldü. “Elbette” dedi. “Bana yeni de bir isim taktı: Küçük Hazal

Küçük Hazal mı?” dedim biraz düşünceli. Bebeğimin sahibi değişince ismi de değişmişti demek.  İçim acıdı biraz niyeyse ama belli etmedim. “Ne ilginç şu bizim kız, kendisi Hazal, bebeği Hazal…” diyerek güldüm. Sonra sordum: “Eğleniyor musunuz birlikte?

Tabii tabii…Ne oyunlar oynuyoruz bilsen… Üstelik en az seninki kadar geniş bir hayalgücü var bu kızda…Ne hikayeler anlatıyor bana, ne senaryolar yazıyor inanmazsın…Nefis bir çocuk o, pırıl pırıl, sevecen, akıllı…

Hazal’ı anlatırken gözlerinin dolduğunu gördüm. “Biliyorum” dedim. “…ben de çok özlüyorum onu…

Belli” dedi bilmiş bilmiş, “evin her yanı onun resimleriyle dolu.  Belki senin de artık bebek yapma yaşın geldi.” dedi sonra küt diye.

Patatina!” diye çıkıştım. “Sen neler diyorsun öyle!!!

Gene şen kahkahalarından birini attı. “Tamam tamam” dedi “Biliyoruz, daha hazır değilsiniz” ve kıkır kıkır gülmeye devam etti.

Oyuncak bebeğimin karşıma geçip olmamış bebeğim üzerine yorum yapması pek münasebetsiz geldi bana. Suratımı astım. Patatina huzursuzluğumu anladı. Gülmeyi kesti.

Vapur yolculuğunu hatırlıyor musun?” diye sordu ansızın. Güleç yüzüne bir gölge düşmüştü.

Akdeniz turunu diyorsun…” dedim. “İşte o yolculuk sırasında Porto’ya uğradığımızda seni bulup almışız. Ben tam hatırlamıyorum. Çok küçüktüm o zaman.”

Evet” dedi. “Küçüktün, hatırlamazsın tabii.” Tereddüt dolu kısa bir suskunluktan sonra devam etti : “Fırtınayı hatırlıyor musun peki?

“Hayır” dedim kısaca. “Ama annemler anlatmışlardı. Herkes çok korkmuş batacağız diye, gemi oradan oraya savruluyormuş…

Evet, çok kötüydü gerçekten” dedi Patatina. “Sen korkudan ağlıyordun...”

Ve ‘dada dada, gel bizi kurtar’ diye bağırıyormuşum, değil mi?” dedim sözü ağzından alarak…

Ne düşündüğümü anlamak ister gibi gözlerime baktı. “‘Dayı’ bile diyemiyordun o zaman, kendince ‘baba’’ya benzetip ‘dada’ yapmıştın kelimeyi…”  Gülmeye çalıştı sonra ama tıkandı, kahkahası boğazında düğümlenip kaldı.

Biliyor musun, niyeyse ben son zamanlarda o olayı çok düşündüm.” dedim. “Üstelik fırtınayı hatırlamıyorum bile, sadece anlatılanlar var aklımda.  Yine de merak ediyorum: Denizin ortasında deli bir fırtınaya yakalanmışken bizi kurtarması için dayımı çağırmak fikri nereden gelmiş aklıma kim bilir? Üstelik niye başkası değil de dayım?  Sonra, adamcağız koşsa gelse ne yapacak sanki? Onda nasıl bir güç bulmuşum ki fırtınayı bile durdurup bizi kurtarabileceğine inanmışım. Belki de güçten çok sevgiden ya da yakın hissetmekten kaynaklanan bir beklenti…

Bunları anlatırken ağlamaya başladım. Oysa haberi aldığımdan beri kaskatı kesilmiştim, herşey içimde birikmiş, tıkanmıştı…Patatina bana yaklaşıp tombul kolunu boynuma attı. Kolu kısa geldiğinden bu hareketi yapması için kucağıma tırmanması gerekmişti. Öbür eliyle de saçlarımı okşadı…

Sen onu  kurtaramadığın için üzülüyorsun değil mi?” dedi usulca.

Patatina’ya sarıldım. Yeşil sessizliğe bakan balkonda oyuncak bebeğimin kollarında kendimi onunla en son oynadığım günlerdeki kadar çocuk ve savunmasız hissederek hıçkıra hıçkıra ağladım.

 …

 Gözlerimi açtığımda yatağımdaydım. Herşeyin rüya olduğuna inanmak üzereyken odanın kapısı açıldı ve elinde tepsisiyle Patatina göründü. “Sana kahvaltı hazırladım.” dedi. Demek hala bitmemişti hayal, yüreğim kabardı, tüm sevgimle gülümsedim.

Gelip yatağın ucuna oturdu. Çay ve kurabiye getirmişti. Sesine yalancı bir otorite takıp “haydi bakalım, uslu uslu ye şimdi” dedi. Ben de kibarca söz dinledim.

Balkonda uyuyakaldın” dedi hemen.  Ne soracağımı önceden tahmin etmişti. “Ben de seni buraya taşıdım.

Sen tek başına beni nasıl taşırsın ki?” dedim isyanla.

İnsaf yani” dedi omuz silkerek. “Oyuncak bebeğin dillenip konuştuğuna ve hatta Belçika vizesini kaptığı gibi soluğu Brüksel’de aldığına inanıyorsun da…” diye başladı gülerek.

Peki peki Patat-Nasreddin” dedim ben de neşeyle, “oyunun kurallarını benimseyeceğim.”

Patat-Nasreddin, Patat-Nasreddin” diye diye güldü kendi kendine. “Sen de hep bir şey uydurup duruyorsun…” Sonra bir şey hatırlamış gibi durdu. “Çocukken yazdığın şu eski Türk filmlerine benzer mucizelerle ve zengin kız-fakir erkek ikilemleriyle dolu hikayeni bulmuş geçende annen” dedi.

Evet” dedim.  “Biliyorum, bana da yolladılar hatta sonra. Epey güldüm, ne yazdığımı kendim bile hatırlamıyorum.”

Dayın da çok sevmişti o hikayeyi” dedi. “Çok çok gülmüştü…”

Dayımla yengemin hikayesiydi zaten” dedim. “Dayım son Türkiye’ye gidişimde bana gene o hikayeyi hatırlatmış, ‘hani, daha devamı yok mu?’ demişti.”

Patatina durakladı. Kaşlarını kaldırdı. Soran bakışlarla baktı bana. “Hani” dedi, “daha devamı yok mu?

 …

 Patatina küçük valizini toplayıp veda ederken içim burkuldu ama belli etmemeye çalıştım.

Hazal’ın hediyelerini unutma sakın!” dedim kim bilir kaçıncı kez.

Her şey tamam, meraklanma sen.” dedi bilmiş bilmiş. Sonra ekledi “biliyor musun, büyüdükçe annene benziyorsun!”

Kızdırma beni bak!” dedim. “Zaten ikide bir yaşımla ilgili göndermeler yapıp duruyorsun…

Gülümsedi gene sıcacık. “Bu şehir seni asabi yapıyor belli” dedi. “Şöyle güneşli bir yerlere gidin, azıcık deriniz ısınsın, yüzünüze renk gelsin…

Baksana” dedim muzipçe “bence asıl sen gittikçe anneme benziyorsun!…”

 …

 Havaalanında ayrılırken kucaklaştık.

Acele etmeliyim” dedi. “Daha çikolata alacağım…’’ Durdu. “Zaten bu güneşsiz memleketin bir çikolatası iyi” dedi.

Babama söyle, bana yolladığı elçi çok makbule geçti.” dedim gülerek.

Ee..akıllı adam, ne de olsa Mülkiyeli!” dedi büyümüş de küçülmüş havasıyla…

Gülsem mi ağlasam mı bilemiyordum. Kucağıma alıp bir kez daha sarıldım yumuşacık bebeğime…Sonra onu yavaşça yere koydum.

Pasaport kontrole doğru ilerleyişini seyrettim. Usulca kuyruğa girdi ve sakin sessiz sıranın kendisine gelmesini bekledi.  Sonra pasaportunu ve uçuş kartını uzattı görevli polise ve nazikçe gülümsedi.

 Dayanamayıp arkasından seslendim:

Hey Küçük Hazal! Sen hiç merak etme sakın, devamı gelecek!”

Yüzü bir başka türlü aydınlandı, gözleri daha da büyüdü, zıpladığı gibi gişedeki polis memuruna sarılıp adamı öpücüklere boğdu. Herkes onu seyrediyordu şimdi, bir grup Japon turist fotoğraf makinelerine sarılıp Patatina’yı ve şaşkın polisi resmettiler.

Hoplaya zıplaya kapıdan geçişini gördüm en son, kendi kendine “gelsin çikolatalar” diye bağırıyordu, “bekle beni güneşli ülkem!”…

Eve dönerken “devamını” düşünüyordum. Devamını yazacağımı biliyordum, yaşadığım, unuttuğum ya da hiç bilmediğim fırtınaların aşkına …Ama en çok da Dadam için…

 

 Brüksel, 90lı yıllar

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s