Hazal kaderin karşıma çıkardığı en umulmadık sürpriz, en esaslı armağan. O çoğu zaman sessiz, yalın, bazen gölgelerde sabretmeyi seçen biri. Güzelliğini parlatıp yüzünüze doğru savurmayı değil, onu özenle beslemeyi ve kendi seçtikleriyle canının dilediği gibi paylaşmayı yeğliyor. Çoğu kez dinleyen, gözlemleyen, özümseyen… Ama o gencecik halinden beklenmeyecek kadar geniş ve cömert bir vizyonla, korkusuz bir yürekle ve içten bir merakla.
Hazal ben çok uzaklardayken doğdu. O sırada aramızda Atlantik Okyanusu vardı. Kısa zaman sonra ben onun biraz yakınına, Türkiye’ye taşındım ama Ankara’da kalışım kök salmaktan çok soluklanmak içindi denilebilir. Ve bir seneyi geçmeden pılımı pırtımı toplayıp Batı Avrupa’nın güneşsiz bir şehrine doğru yola çıktım. Ayaklarım o gün bugün pek soğuk, yüreğim de üşür durur.
Ankara molam Hazal’in bebekliğine rastladığından pek bir iletişimimiz olmadı. Ben öyle ikide bir bebekleri koklayıp popolarını öpen, onlarla cıvıldayan bir sesle bebek dili konuşan bir kadın tipi olmadığımdan Hazal’a da uzaktan baktığımla kaldım. Zaten o sıralarda beni daha çok ilgilendiren mesele insanların neden evlendiğini ve hele hele de neden erken yaşta çocuk yaptığıydı. Ben daha dünyayı fethedecektim mesela.
Hazal’in erken yaşları inanılmaz eğlenceliydi. Bir kere çok güzel bir çocuktu, oyuncak bebeğe benziyordu. Şımarık değildi, kaprisi yoktu, kendisiyle bir yetişkinle konuşulur gibi konuşulabiliyordu. Beni de belki bu çok çekti. Ona sevimli kıyafetler alır getirirdim Brüksel’den izine geldikçe, sonra da onları giydirip resimlerini çekerdik. Hediye denizinde yüzmeye alışınca değer bilmeme huyu geliştiren çoğu çocuktan çok farklıydı; kendisine sunulana saygılıydı. Onun için daha çok şey yapmak, onun yakınında kalmak isterdim. İnsanı bezdiren değil sakinleştiren bir çocuktu, çekiciydi; sanki mutluluk sözü verirdi. Bu duruşuyla da beni kendine bağlamaya başlamıştı.
Babamı kaybedeceğimi anladığım günler geldi sonra, karanlık günler. Ben tatile diye geldiğim Ankara’da olayların akışının biranda değişmesiyle kendimi hastane koridorlarında bulmuştum. Yılgındım, bitkindim, bozguna uğramıştım. Babam yoğun bakımdaydı ve çıkamayacağını hissediyordum ama veda etmeye de hiç hazır değildim.
Annem – belki babam yanında olmadığından- kendi yatağında yatmıyordu, yan odaya taşınmıştı. Hazal bizde kalıyordu ve annemlerin yatağı ikimize tahsis edilmişti. O daha küçüktü, on yaş var yok… Aklımdakileri anlatamıyordum ama o çocuk haliyle ruhumu deşifre ettiğini, içimde kilitli tutmaya çabaladığım korkumu ve kederimi açıklıkla gördüğünü hissediyordum. Tek söz etmiyordu. Sadece vardı. Bütün benliği ve samimiyetiyle tamamen vardı, benimleydi, yanımdaydı. Ve sünger gibi çekip alıyordu sanki ruh ağırlığımı, gönül yükümü. Gözümü kapatmaya cesaret edemediğim o uzun gecelerde onun sayesinde uykuyla buluştum.
Hazal büyüdükçe paylaşımımız da arttı, çeşitlendi. Hayatlarının büyük kısmını birbirinden kilometrelerce ayrı geçiren iki insana kıyasla yüreklerimiz çok yakınlaştı. Niye? Kendimiz de çok anlamadık sanırım ama bir şekilde birbirimize iyi geldiğimiz gerçeği bizimle birlikte büyüdü, kuvvetlendi.
Hazal lisedeyken benim yağmurlu şehre ziyarete geldi. Oradaki hayatıma da sızdı kendiliğinden. Yeniliklere açıktı, kolayca uyum sağladı. Paris’i (ve onun mağrur ama yakışıklı garsonlarını) sevdi, Amsterdam için “bir çocuk yetiştirmek için çok riskli bir şehir” yorumunu yaparak beni üç gün düşündürdü. Şampanya bölgesinin şatolarında tadım yaparken hiç ortamını yabancılamış gibi değildi. Onun o “ne var ki, hallederiz” havasını biraz kıskandığımı itiraf etmeliyim, ama aynı zamanda da inanılmaz ferahlatıcı bulduğumu da ekleyerek.
İngilizcesini konuşturtmamız biraz çaba aldı oradayken. Fransızca’ya da ilgisini körükledi bu ziyaret ama benim heveslendirme ve yüreklendirme çabalarımdan daha etkili olan kendi inisiyatifiyle gerçekleşen “babysitting” deneyimiydi. Anneleri Türk, babaları İskoç olan ve ayrıca doğduktan sonra değişik memleketlerde yaşadıklarından dört dil bilen iki sevimli çocuğa birkaç gün bakıcılık yapınca İngilizcesi çözüldü bizimkinin. O evin komşusunun yakışıklı oğlunun varlığından haberdar olunca da Fransızca’ya olan ilgisi kabardı aniden. “Bu dili süper konuşmalıyım” diyordu dönerken, dil konusundaki amacımıza bir şekilde ulaştık sanırım. Mesajı aldı ama yine kendi kanalından.
Hazal beni hep konuşturur. Bu zor bir şey değil diyecektir beni bilenler, çünkü ben konuşmaya bayılırım. Mutluyken heyecanımı, sevincimi dile dökmek için konuşurum; sinirliyken ateşimi kusmak için konuşurum; üzgünken susarım susarım ama sonra yağmurda taşmış bir nehrin kontrolsüz şahlanışı gibi konuşurum. Hazal da bana anlattırır hep, eskilerden, yaşamımı etkileyen kararlardan, şimdi nasıl hissettiğimden, sonra ne yapacağımdan bahsettirir. Benim ona yönelttiğim zor sorularımı anında yeniden paketleyip bana geri yollamak gibi yaman bir taktiği de vardır; çok iyi çalışır. Aşk hayatı üstüne nazik bir sorgulamaya girişeceğimi sezdi mi mesela, benim eski aşklarımı deşmeye başlar. Ve tabii benim en sevdiğim konudur bu, nehir akar da akar.
Bir kez ben ona dedim: “bu kadar beni dinliyorsun, benden akıl, bazen de öğüt alıyorsun. Senin bir önerin var mı bakalım benim için?” Düşündü biraz, az önce yalayıp yuttuğum büyük salata tabağına baktı ve “daha çok kırmızı et yemelisin” dedi.
Hazal’ın onsekiz yaşını İstanbul’da başbaşa yaptığımız tatille kutladık. Benim İstanbul’da yaşayan lise ve üniversiteden arkadaşlarımla tanıştı. Bunların bazılarının önemli şirketlerde parlak ünvanlara sahip olan kişiler olduklarını algılayınca bir an şaşkınlık işaretleri gösterse de dengesini yeniden bulması zor olmadı. Hepsiyle aktif iletişim kurdu, sonra bir baktım Facebook’tan arkadaş da olmuşlar…
Bu gezimiz sırasında benim İstanbul tutkumu da gözlemledi biliyorum. Oradayken başka bir enerjiyle uyandığımı, yaşadığım her anı keyifle özümsediğimi, şehri keşfetmeye yönelik iştahımı ve onun her köşesine büyük bir açlıkla saldırışımı gördü. “Girdiğimiz dükkanlardaki satış elemanlarıyla, otel personeliyle, garsonlar ve taksi şoförleriyle sürekli sohbet ediyorsun” dedi bir kez, ses tonu eleştirisel değildi. O zaman anladım, başka şehirlerde böyle yapmıyorum, doğru. Sanki İstanbul’a daha çok dokunmak, onunla harmanlanmak için bir çaba bu.
Bir akşam Ortaköy’de denizin kıyısında “in” tabir edilen mekanlardan birinde keyifli bir yemek yedik. Hazal burada -Boğaz’ın büyüsünden mi, ortamın ruh okşayıcı ve hafif baştan çıkarıcı havasından mı, yoksa Merlot’nun kadifemsi dokunuşundan mı bilinmez- ilk kez en az benim kadar zevkle ve soluksuz konuşuyordu. O zaman farkına vardım kendini ifade etmeyi seçtiğinde bunu nasıl çevik bir asaletle yapabildiğinin. Güzeldi Hazal’ı dinlemek.
Bir başka seferinde hayat üstüne konuşuyorduk, mutlu olmak üstüne. Ben tabii karmaşık denklemler serdim onun önüne, yılların analizlerinin, kalp kırıklıklarının sonuçlarını paylaştım. Dinledi beni sabırla dinlemesine de, sonra dedi ki: “Deniz, tamam da, benim basit mutluluklarım var. Mesela karnım acıkınca huzursuz oluyorum. Sonra babaannem mantı yapmış oluyor mesela, mantıyı afiyetle yiyorum ve bir bakmışım mutluyum!” Doğru söze ne denir?
Son doğum günümde bana “… ve en önemlisi iyi ki senin gibi bir arkadaşa sahibim…” diye sonlanan bir mesaj yollamış. Bütün varlığımla gülümsedim okurken, yüreğim sıcacık oldu biranda. Hazal benim neyim diye düşündüm sonra. Evet yeğenim, ama ondan daha önemlisi dostum, sırdaşım, dayanağım, enerji kaynağım. Bana ayna tutan, gerektiğinde sarsmadan uyaran, sevgisiyle besleyen, kendim bulamadığım sorularımı görüp yanıtlarını yine bana bulduran. Küçüğüm, gelecek yıllardan, insanların hoyratlığından korumak istediğim. Olgunluğuna, ölçüsüne, duruşuna hayran olduğum pırıl pırıl bir genç insan. En dürüst, en gerçek, en samimi ilişkimin kahramanı.
Hazal’ın kimseye benzemek istediğini zannetmiyorum. Her önüne koyulan fikre atlamıyor. Bazen anında sert tepki vermediğinden kabullendi sanılıyor, ama o sadece olanı biteni not ediyor ve zamanla değerlendiriyor. Büyük lokma yutmuyor, başkalarının doğrularını benimseyeceğine dair bir yükümlülüğe girmiyor. Kendi özgün modelini kuruyor ve bunu hayata geçirecek, içtenlikle inanıyorum.
Ben daha yazardım ama evrenin edebiyatın yolunu bilerek kestiği o mucize anlardan birine denk geldim az önce. Dünyadan kaçıp saklandığım bu Akdeniz kıyısına da uzanmış Hazal’in inceliği. “Önce nasılsın?” diyor mesajında, sonra ekliyor: “…müsaitsen Skype yapalım mı?” Dünya biraz bekleyecek…
Antalya, Aralık 2012