“Beyaz atlı prensi beklemekten vazgectim” diye bir çıkış yaptı arkadaşım. Kırkını birkaç yıl önce geçmiş, eşinden yeni ayrılmış, iki de çocuğu var. İçimden “eh, zamanıydı…” demek geldi. Söylesem mi söylemesem mi diye düşünürken, o devam etti: “Artık beygirli seyisine de razıyım…”
Simdi insan gülüyor belki önce, ama sonra aklına takılıyor bu söz. Bizi bu sonsuz bekleme haline hapseden nedir? Bu romantizm açlığımız, bitmeyen umudumuz (ki hunharca budandıkça azar) ve en önemlisi bu kurtarılmayı bekleyen pasif, kırılgan yapımız nereden gelir? Daha önemlisi nereye gider?
İlk başlarda bir kahraman bekliyoruz, dört dörtlük. Bu karakterde boy pos desen var; ünvan, para, mal, mülk desen o da var… Yüreği tabiiki bizim için çarpıyor. Ademoğlu rüzgarları arkasına alıyor ve –dikkatiniz çekerim geçen yıllara ve gelişen teknolojiye rağmen- hep at üstünde geliyor. At da beyaz (saf duygulara işaret eder), safkan haliyle (bize de öylesi yaraşır), yeleleri pırıl pırıl (hani biraz da temizlik ve düzen hastasıyızdır malum.)
Prensimiz gelene kadar bizim tüm yapacağımız sabredip, güzel kalıp beklemek. O kutlu güne dek geçen hayatımız fasulyeden, o dönemde yaptıklarımız önemsiz. Diyeceksiniz ki, o kadar hatun kişi ve onları almaya gelen o kadar prens trafiği varken birbirimizi nasıl bulacağız? Ya, Allah korusun, başkasının prensine kayarsa gönlümüz kazara? Malum, ne kadere meydan okumak ne de -zorunlu bırakılmadıkça- hemcinslerimizin kısmetini çalmak geçer aklımızdan.
Oysa paniğe hiç gerek yok, cevap çok basit: Kendi prensimiz karşımıza çıktığı anda onunla bakışlarımız birbirine kilitleniyor ve içimizdeki ses retina okuyup kimlik belirleyen becerikli bir bilgisayar kadar doğru ve kesin bir analiz yapıyor. O sırada zaten tüm gökyüzü isteristemez pembeye boyandığından ve arka planda mırıldanarak çalan melodi de duygu selimizi coşturur vaziyette kuvvetlendiğinden bütün taşlar yerini buluyor. Tüm yapacağımız bize uzatılan eli yakalayıp onun atının arkasına atlamak. Sonra zaten hemen hayatımızda yeni bir sayfa açılacak. Canımızı sıkan, bizi kaygılandıran, korkutan ne varsa arkamızda bırakıp dörtnala gideceğiz aşk, mutluk ve servet diyarına doğru. Atta arkasına yerleştiğimiz ve kollarımızı sımsıkı beline doladığımız o andan itibaren onun korumasında (ve gölgesinde)yaşamaya seve seve imzamızı atacağız.
Şimdi arkadaşımın seyis hikayesine geri döner ve bu fenomeni nasıl açıklayacağımızı düşünürsek, aklıma gelen şu: Eğer ki hatun kişi “prens bekleme” sürecinde biraz saçmalarsa (örneğin kendine iyi bakmadığından dış görünüşten kaybederse ya da içindeki o umuda gece gündüz tutunmak yerine ara ara aklı başka konulara kayarsa) kendini suçlu hissediyor demek. Bu durumda da “beni bu saatten sonra prens ne yapsın? ben onu haketmiyorum” havasına girdiğinden seyise fit olmaya hazır ama beklemeye devam ediyor her koşulda.
Yanında bir erkek olmadığı sürece kendini yarım hissettiğini söyleyen bir sürü kız arkadaşım var. Sırf bu yüzden yaşadığı ilişki artık suyunu çekse de yeni birini bulmadan “ellerindeki” adamı (çok pardon) terk etmeye çekinen birçok kadın, hatta genç kız tanıyorum. Kendini tek başınayken eksik hissetmek muhtemelen insan hayatının her anını ve her kararını etkileyen çok sarsıcı bir farkındalık. Diğer yandan, sırf ikilikte kalmak adına kendini ölü doğmuş ya da yolda ciddi yara almış ilişkilere hapsetmek yürek dağlayıcı bir trajedi. Üstelik içinizin derinliğinde biliyorsunuz ki o kişi yanıbaşınızda duruyor gibi görünse de esasında orada değil. Tribünlere oynarken kendinizi de kandırıyorsunuz. Gerçekte siz tek başınıza olduğunuzdan da fazla yalnızsınız.
Prenste sizi bütünleyecek ideal tamlayanı görmeniz olayın sadece bir boyutu. Öteki boyut (ki en az ilki kadar yürek yakıcı) bu kurtarılmayı isteme hali. Bilmiyorum kadınlar genelde erkeklerden bir adım geride durmaya odaklı yetiştirildiklerinden mi, yoksa ihtilaftan sakındıklarından mı kendilerinden güçlü saydıkları birilerine yöneliyorlar. Belki de hayatın yorucu denklemleri sizi biraz hırpalamaya başladı mı, kolları sıvayıp onlarla boğuşmak yerine hepsinden bir çırpıda kurtulmayı hayal ediyorsunuz. Prens karakteri de biçilmiş kaftan tabii böyle durumlar için… Bu şahsiyet maddi sorunlara anında çözüm sunuyor, her türlü lojistik destek sağlıyor, hayallerinizi kolay yoldan gerçekleştirmeniz için bütün olanakları seriyor ayağınızın altına.
Sonra prens dediğimiz uzun dönemli bir yatırım. Siz gönlü bir prensten ötekine atlayan prenses masalı duydunuz mu hiç? Olmaz. Çünkü kadınlarımızın hayalindeki gerçek aşk bulundu mu cuk oturur ve milim oynatamazsınız yuvasından. Böylece prens ideali hem şimdi için hem gelecek için bir güvencedir. Aşkın kadını yaşatan, gözlerini ışıldatan, onu yemeden içmeden kestiği için kilo problemine de çözüm bulan bir merhem olduğunu da gözönünde tutarsak, prensle gelen sonsuz aşktan daha çok kazandıran bir hayat sigortası hayal bile edemez hatun kişi.
Beyaz atlı prensi gelmeyenlere dönersek yeniden, arkadaşımın seyis hikayesinden anlaşılan o ki, yıllar geçtikçe, zaman aşımı ve yaşanan deneyimler birleşgesinin etkisiyle o ilk cüretkar rüya mütevazılaşmaya başlıyor, beklentiler de daha gerçekçi boyutlara indirgeniyor. Ama o “gel beni al, gel beni kurtar” teması her daim gücünü korumaya devam ediyor. Halbuki umuyorsunuz ki, zamanla sabretmekten ve kurtuluşunun gökten zembille inmesini beklemekten bıkacak kadın ve köşeden bir taksi çevirecek, araca atladığıyla da toz olacak.
Tam bu noktada içinizden “taksi şoförü yakışıklı mı bari?” sorusu geçiyorsa ya da “onu bırak da, asıl beyaz atlı prensle giden kızlardan naber?” diye soruyorsanız, o ıslah edilmez yüreklerinizi sevgiyle selamlıyorum.
Antalya, Aralık 2012