Aşkın ve ışığın şehri Paris’teydik ama onun gözü yürek acısından neredeyse kör olmuştu. Beni de Paris’i de hafif flu görüyordu. Aşkı belki ilk günkü tazeliğinde değildi, yıpranmıştı ama asıl gururuydu incinen. “Gitmeyi seçmiş” birinin ardında kalan oluvermişti bir anda. Bugün dönse ona kucak açar mıydı, yine heyecanla sever miydi, her şeyden öte onu affedebilir miydi bilmiyorum.
Terk edilen etiketini hazmedemiyordu. Bunu onun o güzel alnına yapıştırıp hazır yola çıkmışken kendini Avrupa kıtasının öteki ucuna atan adama tepkiliydi. Onu hem özlüyor hem de eline geçirse bir kaşık suda boğacağını hissediyordu.
Güzel kadındı, akıllı ve alımlıydı. Genç yaşında dünyayı fethetmediyse de buna çok yaklaşmıştı. İşte eline su dökemiyorlardı, parmakla gösteriliyor, genelde erkeklerin borusunun öttüğü ortamlarda sorgusuz kabul ve itibar görüyordu. Oğluyla ilişkisi zeka ve dinamizmle örülü, gittikçe çeşitlenen, çoğalan bir ağa benziyordu. Koruyan ama hapsetmeyen sevgisi onları hem bağımsız bireyler olarak tanımlıyor, hem de birleştiriyordu.
Hayatta kazanmayı öğrenmişti. Ölçüyor, biçiyor, sonra da uygulamaya geçiriyordu. Doğru düşünce, planlama ve sıkı çalışmayla aşamayacağı engel olmadığına inanıyordu. Beyin gücü ve disiplini sayesinde hayallerini bir bir gerçekleştirmeye başlamıştı. Aklına koyduğu erkekle evlenmişti, birlikte kurdukları yaşamı seviyordu, çocuklarını beraber büyüteceklerdi.
Ama sonra bir şeyler fena halde ters gitmeye başladı, kontrolü kaybetmek üzere olduğunu gördü şaşkınlıkla. Sakinliğini koruyup durumu toparlamaya çalıştı içtenlikle, biraz sağ biraz sol yaparsın, sonra düze çıkarsın diye düşünüyordu. Olmadı, kaydı gitti elinden kumanda, onca istek, emek ve iyi niyete rağmen hasar kontrol çalışmaları başarısızlıkla sonuçlandı. Gitmeyi seçen kararından dönmedi.
Marais’nin sokaklarında gezerken zaman zaman kendini Paris’in büyüsüne kaptırmayı başarsa da yürek sızısı ve öfkesi sık sık su yüzüne vuruyor, konsantrasyonunu biranda dağıtıyordu. “Anlamıyorum ki, nasıl bu kadar kolay bambaşka bir hayat kurabilir?” dedi aniden. “Benden, bizden hiçbir iz taşımayan yeni ortamına ışık hızıyla giriş yaptı. Bense halen onunla aldığımız evde yaşıyorum, aynı mobilyaları kullanmaya devam ediyorum, çerçevelerde ailecek birlikte çekilmiş resimlerimiz duruyor…”
Böyle konuşmaya başladığında onu durdurmaya çalışmak anlamsızdı. İçini boşaltmasını bekledim, cümle aralarına sakinleştirici küçük sözcükler, bazen de irili ufaklı soru tanecikleri serpiştirmeye çalışarak. Ateşi yok saymak en büyük hata olurdu; hele böyle harlı yandığı zamanlarda.
Kıvılcım yüklü monoloğu dakikalarca sürdü. Bir yandan acı çekişine tanıklık etmekten öteye gidemediğim için kendimi çaresiz hissediyordum. Diğer yandan da onun duygularını böyle tüm boyutlarıyla kabullenişinde ve en keskin, en yüklü kelimeleri seçerek kendini ifade edişinde olağanüstü bir güzellik görüyordum.
Paris’i iyi bildiğimden kendini bana emanet etmişti. O şehirde turist olmamıza rağmen haritasız dolaşmanın rahatlığını yaşıyorduk. Durulduğu anlarda ona sevdiğim bir köşesini gösteriyordum şehrin, bakmaya doyamadığım sokaklarında gezeliyor, bazen şık bir butikte ya da sempatik bir kafede duraklıyorduk.
Gözlemleriyle ilgili ufak tefek yorumlarını paylaşıyordu benimle, içi ne denli kararmış olsa da ruhu dünyanın güzelliklerine kapılarını tamamen kapatmamıştı. Yalnızca duyuları biraz rölantide çalışıyordu. Havası da az bulutludan yoğun sisliye doğru ani geçişler yapıyordu çoğu zaman, beklenmedik anlarda kopan sert fırtınalar da cabası. Tedbirliydim.
“Benim anahtarlık almam lazım” dedi aniden, ses tonundaki aciliyete kulak verdiğinizde “ambulans çağırmam lazım” diyor sanırdınız… “Peki” dedim nedenini sorgulamadan ve onu anahtarlık bulabileceğimiz mağazalara doğru yönlendirdim. Epey bir zaman aldı istediği anahtarlığı seçmesi, arada bana da fikrimi soruyordu. Söz konusu objenin ana konumuz kapsamında yüklendiği rolü henüz algılayamadığımdan görüş beyan etmekte zorlanıyordum. Sonuçta seçimi kendisi yaptı, ben de bilinçsizce onayladım.
Sonra anlaşıldı durum: Paris infaz yeri olarak seçilmişti günler öncesinden. Ortak hayatlarının birikimlerini sembolize eden anahtarları yıllarca taşımış emektar anahtarlığı buraya gömecekti. Bu sembolik cenaze töreni için bir de mekan bulunması gerekiyordu ki, buna da karar vermiş zaten: Hedefimiz Le Jardin des Tuileries, Louvre’un bahçeleri.
Marais’den Louvre’a doğru yürüdük sonra. Cenaze alayından halliceydik. Bir ağırlık çökmüştü üstümüze. Kesik kesik konuştuk, uzunca susuştuk. Belliki onun aklı eskilerdeydi; iki insanın bir yaşamı beraber kurarkenki heyecanlarında, ortak kalp atışlarında, çabalarında.
Biten ilişkilerle vedalaşmak kaybettiklerimizin ardından tuttuğumuz uzun yasları sonlandırmaya benziyor. O dönüm noktasını biz belirlemiyoruz, uzun ve boğucu bir sürecin ardından kendiliğinden geliyor. Halbuki hiç bitmeyecek sanmıştık o dönem, sonsuza dek kopartılmıştı kanatlarımız, oyulmuştu gözlerimiz…
Yanlış anlaşılmasın, o ana gelindiğinde çektiğimiz azap biranda yitip gitmiyor, sadece dayanılır hale geliyor. Ağda canlı balık misali çırpınmaktan ve paralanmaktan vazgeçiyor ve acımızla yüzleşiyoruz ilk kez. Onu karşımıza alıp gözünün içine bakıyoruz. O da bizi süzüyor, yaralarımızı, parçalanmışlığımızı tüm çıplaklığıyla görüyor. Aldırmıyoruz, biz de bunca zaman bu yürek sancısıyla yata kalka onu nasıl da yakından tanıdığımızı fark ediyoruz aniden. Karşılıklı kabulleniş zamanı bu. Yaşanması şart bir son, kapanış, sırf yeni başlangıçlar olabilsin diye.
Parka geldiğimizde havuzun çevresindeki yeşil sandalyelerden iki tane seçip yerleştik. Hemen işe koyuldu, eski anahtarlığa takılı anahtarları tek tek söküp çıkarışını izledim. Herbirinde yılların yükü vardı sanki. Anahtarlıktan ayrılışlarıysa bir yanda kopuş bir yanda özgürlüktü. Bu tezat bulunduğumuz anı ağırlaştırıyordu. Anahtarların şıkırtısı ve havuzda uzaktan kumandalı botlarını yüzdüren çocukların çığlıkları artık birbirine karışmıştı.
Yeni anahtarlık biraz sertti, iki bacağını ayırıp arasından anahtarların deliklerini geçirmek epey güç gerektiriyordu. O şimdi hedefine kilitlenmiş bir savaşçı gibiydi, parmakları kıpkırmızı olmuştu, tırnakları da darbe alıyordu ama o yaşamı buna bağlıymışçasına uğraşıyordu. Anahtarları yeni sahiplerine teslim etmeden rahat yüzü görmeyecekti.
İşlem tamamlandığında bir oh çektim. Metalle insanın bu sembolik savaşını daha fazla izleyemeyeceğimi düşünüyordum. Yeni anahtarlığı kısa bir an havada salladı, jestinde zaferden eser yoktu. Eskisine kaydı gözlerimiz aynı anda, bakışlarımız onun üstünde buluştu. Yorgun görünüyordu, şimdi ucunda sallanan anahtarlar olmadan makyajı temizlenince gerçek yaşını gösteren olgun hanımlara benzemişti.
Bahçenin bir köşesini mezar yeri olarak belirledi arkadaşım. Hangi kriter doğrultusunda almıştı bu kararı bilmiyorum, soramadım. Törenin son aşamasını da biran önce tamamlamak adına tereddütsüz gömdü eski anahtarlığı… Başı eğik, yüzü toprağa dönüktü. Ben niyeyse bakamadım o yana, gözlerim uzaklara kaçtı. Başka hayatlar, başka hikayeler görmek ihtiyacındaydım.
Tuileries bahçeleri her zamanki gibi hem yerel halk hem de çok çeşitli bir turist topluluğundan oluşan canlı bir kalabalığa ev sahipliği ediyordu. Yüzlerce insan vardı etrafımızda, hepsinin yaşamları şu dakika birbirine teğet geçiyordu. Onlar bizim manzaramızın parçasıydılar, biz onların anı fotoğraflarına kazara da olsa sızabilirdik.
Bakışlarım bu renkli insan seli üstünde usta bir sörfçü edasıyla gezindi ve bir noktada dondu, kilitlendi. Uzun beyaz bir elbise giymiş genç bir kadın takılmıştı objektifime, çok güzeldi ve gülerek, sevgiyle bakıyordu yanındakine. Yanındakinin kim olduğunu merak etmedim, önemli olan genç kadının yüzündeki ifadeydi, o ifadenin hikayesiyse sadece onu alakadar ederdi.
Arkadaşıma kaydı yeniden gözlerim, yasını böylesine asi bir zarafetle taşımasına saygı duyuyordum. Ona “demin onca insan arasında gözüme çarpan neşeli güzel kadın senin geleceğin için bir işaret, biliyorum sen de çok mutlu olacaksın” demek istedim.
Ama onun bakışları hala uzaklardaydı. Gittiği o diyarlardan da yine kendisi çıkıp gelmeliydi. O yüzden sustum haliyle.
Antalya, Aralık 2012
Madem comment yazilabilir dedin, here it is, sitenin de ilk comment’i olarak tarihe gecsin : I love eveything about you, sakarligin dahil.
Deniz’cim, oykunu cok sevdim, tipki sohbetlerin gibi, canli, renkli, enerji dolu ve duygu yuklu. Itiraf etmeliyim ki sitenin ilk comment’i, yukaridaki comment i de cok sevdim, benim icin cok anlamli bir oykuyu anlatiyor, birazcik tanigi oldugum muthis bir oykuyu, o tek cumle.