Brüksel’de soğuk ve yağmurlu bir Pazartesi sabahı mahallenin kuaförünün kapısında birkaç hanımla birlikte dükkanın açılmasını bekliyorum. Burada müşterilere önceden randevu verilmiyor, ilk gelen ilk hizmet görür prensibiyle çalışıyorlar. O yüzden açılış saatinden beş on dakika erken gelerek ön sıralara yerleşmek ve işinizin hemen görülmesini sağlamak mümkün. Tabii bu taktik sizden başkalarının da aklına geldiğinden her sabah azimli küçük bir grup kapı önünde bekleşiyor oluyor.
Bayanlar birbirlerini kibar ama mesafeli bir “bonjour” (günaydın) ile selamlıyor, sonra kendi suskunluklarına gömülüyorlar. Mecbur olmadıkça da bir iletişime girmeye yeltenmiyorlar. Kapı açıldığında herkes bir diğerinin sırasına özen göstererek içeri geçiyor ve operasyon başlıyor.
Ben de yıllardır tekrarlanan bu rutine fena halde alıştığımdan benden önce gelmişleri en saygın ses tonumla selamladıktan sonra asıl duruşta beklemeye geçiyorum. Kimseyle gözgöze gelmiyorum. Kafamda “Bedenim burada ama ruhum özgür” sloganını tekrarlayarak yağmurdan kaçmak için sığındığım bu saçak altında ürperen düşüncelerimi çok uzaklara ilham avına yolluyorum.
Hanımlardan birinin dikkatle beni süzdüğünü fark edince ister istemez ona doğru dönüyorum. Benden on yaş kadar büyük olduğunu zannettiğim ince yapılı spor ama şık giyimli biri karşımda gördüğüm. Üstelik bakışlarını benden kaçırmak yerine gözlerinde samimi bir ışıltıyla gülümsüyor kendiyle barışık insanlara özgü o çabasız rahatlıkla. Bu sıcak ve doğal hali yüz ifademi anında yumuşatıyor. Bakıyorum ruhum da geri gelip bedenime kavuşuvermiş yeniden. Henüz tek söz etmedik birbirimize ama artık daha az yabancıyız.
“Ne hoş bir bayansınız” diyor görgülü bir incelikle, “tarzınızı, duruşunuzu çok beğendim”… Şaşalıyorum beklenmedik anda gelen bu iltifat karşısında. Teşekkür ediyorum önce, sonra işi şakaya vurup “saçlarım hariç, onların acil föne ihtiyacı var” diyorum. “Görüyorum” diyor kibar bayan dürüstçe “ama bu halledilemeyecek bir sorun değil”… Başını kuaförden yana sallıyor muzip bir edayla. Aynı anda gülümsüyoruz birbirimize, uyumlu bir birlik oluşturduk bile.
Derken kapı aralanıyor, müşteriler içeri davet ediliyor ve teker teker ilgileniyorlar bizimle. Benim işim kolay, müdavim de olduğumdan çok fazla sorgu sual gerekmeden saçımı yapmaya koyuluyorlar. Salonun başka bir köşesine yerleştirilmiş yeni arkadaşımla ara bakışıyoruz. Onun varlığı bütünüyle tanımlayamayacağım bir nedenle rahatlatıyor beni.
Yarım saat içinde hazır oluyorum. Kasaya doğru yönelmişken başımı ondan yana çeviriyorum veda etmek niyetiyle. Aynı içten gülümsemeyle bana bakıyor ve eliyle “şahane” anlamında bir işaret yaparak “artık hiçbir eksiğiniz yok, dünyayla başa çıkmaya hazırsınız” diyor. Bakışlarındaki sevecenlik içime işliyor. “Günümü aydınlattığınız için teşekkür ederim. Siz de güzelliklerle yaşayın…” diyorum minnettarlıkla.
Arabama doğru ilerlerken düşünüyorum: Bugün özellikle yüreklendirilmeye ihtiyacım olduğunu sezdiği için mi söyledi o sözleri ? Gözlerimdeki kederi, ruhumdaki bezginliği görmüş olabilir mi? Yoksa tamamen rastlantısal bir diyalog muydu aramızda geçen?
Önceki tutuk halime kıyasla çok daha dik ve tempolu yürüdüğümü fark ediyorum o anda. Sözleri ve inceliğiyle yüreğimi ısıtan bu yabancı gizli bir elle sırtımı sıvazlamış gibi hissediyorum. Ve gün boyu sabahki o şanslı karsılaşmayı anımsadıkça yeniden yeniden aydınlıyor yüzüm.
Çok sevdiğim biri “İnsan düşündüğü zaman, düşündüklerini yazıya döktüğü zaman, hele bir de bunları paylaştığı zaman hiç yalnız olmaz” demişti. “…ama unutmayalım ki cesaret de ister böyle yüreğini açmak.”
Tüm kalbimle katılıyorum bu sözlere… Diğer yandan “kendi hayat labirentinin dışına çıkıp hiç tanımadığı birine saygı ve içtenlikle dokunabilen insanlar da yalnız olmaz” diye düşünüyorum “… ama unutmayalım ki cesaret ister böyle bir adımı atabilmek, ve hepsinin ötesinde cömert bir yürek.”
Ankara, Ocak 2013
Deniz’cim,
Cesaretini alkisliyorum !