Bir şehir tuttum ismi İstanbul

“Karaköy Bankalar Caddesi’ne lütfen…”
“Peki” dedi taksi şoförüme ama tereddüt yüklü kısa bir sessizliğin ardından.

Ortaköy’den yola çıktık, aylardan Kasım, akşam sekiz suları. İstanbul doğum günümde bana torpil geçermişçesine bahardan bir gün çalmış bu sabah. Güneş battıktan sonra da yumuşaklığını koruyor hava, şansıma inanamıyorum. Ama trafik bildiğiniz gibi berbat. Önce biriki telefon görüşmesini aradan çıkarıyorum, sonra yaslanıyorum arkama ve sırf bu şehirde olduğum için mutlu hissetmenin tadına varıyorum.

Hıçkırığı anımsatan dur kalklarla yavaş yavaş Dolmabahçe’den Kabataş’a doğru ilerliyoruz. Kalabalık şehirlerin akşam telaşını sevdiğimi düşünüyorum. Uzun günün sonunda eve varmak için acele edenler, sevdiğine kavuşmaya geri sayanlar, lokantalara koşan aç karınlar, akşam programlarının insanı sarmaya başlayan heyecanı, gidecek yeri olmayanların saydam yalnızlığı… Kestane kokusu, vapur düdüğü, belediye otobüslerinin kalabalığı. Yollarda yayalar, araçlar, afişler duvarlarda, dükkanların son, eğlence yerlerinin ilk saatleri, göz kırpar gibi bakan sokak lambaları. Değişimin dinamiği, klaksonlar, arabaların açık pencerelerinden dışarı taşan melodiler ya da akşam haberlerinin size düşen gölgesi. Gündüzün tortusu, gecenin beklentisi.

“Abla, kusura bakmazsan bir şey diyeceğim” diyor o sırada taksi şoförüm. “Simdi yanlış anlama da, bu saatte oralar biraz ıssız olur, üstelik Bankalar Caddesi’nde yol çalışması da var. Kazmadık yer bırakmamışlar.”

“Haberim var” diyorum, “… Karaköy’ü canlandırıyorlar bu ara biliyorsunuzdur. Ben de orada yeni açılan sanat galerisinin üst katındaki lokantaya gidiyorum. Yer ayırtmak için aradığımızda yol çalışmasından bahsettiler. Caddenin başında inip biriki adım yürümek gerekiyormuş anladığım kadarıyla. Mesele değil.”

“Öyle diyorsun da Abla, oralar hala çok tekin yerler değil, dikkatli olmak lazım” diye ısrar ediyor şoför. Belliki içi hiç rahat değil. “Sağolun” diye cevaplıyorum, “…sizden ricam beni sokağın başında araçla ulaşabileceğiniz bir noktaya bırakmanız, gerisini ben hallederim.”

“Sen bilirsin” diyor benden günah gitti gibilerinden.

İstanbul Modern Müzesi’ni geçiyoruz o sırada, biraz sonra sağa yanaşıp beni caddenin başında indiriyor. “Sen şimdi buradan yukarı doğru yürümeye başla, şu eczaneden sonra az ileride sol tarafında göreceksin binayı” diyor. Borcumu ödeyip teşekkürlerle iniyorum arabadan.

Hemen hareket etmiyor taksi arkamdan. Ben kararlı adımlarla tırmanmaya başlıyorum yokuşu. Eczaneye geldiğimde ardıma dönüp bakmıyorum bile çünkü adım kadar eminim ki o hala orada. Siluetim gözden yitene kadar koruyan bakışlarıyla izleyecek beni. Kızkardeşini düşünüyor o sırada, belki de annesini…

* * * *

Nişantaşı’nda sevdiğim bir butik otel var. İçeri adım attığınızda sadece Concierge’i görüyorsunuz, Resepsiyon bir üst katta. Buradaki tüm personel her daim saygılı ve güleryüzlü bir hizmet sunuyor ama Concierge ekibi sanki özellikle yetiştirilmiş bir klan; sizi tam anlamıyla el üstünde tutuyorlar. Oteldeki konumlarından dolayı da hem ilk izleniminizi belirliyor, hem de ayrılırken aklınızda kalan resme imzayı onlar atıyorlar.

Son yedi sekiz senede defalarca kaldım bu otelde. Ziyaretlerim aralıklı da olsa her gelişimde daha eşikteyken adımı anımsamaları, önceki kalışla ilgili bir detaydan söz açmaları etkiliyor beni ister istemez. Hayatınızı kolaylaştırmak ve gününüzü aydınlatmak için programlanmış izlenimi uyandıran bu seviyeli ve becerikli insanlar her giriş çıkışta size küçük bir vitamin hapı etkisi yapıyorlar.

Hiç unutmam, burada kalışlarımdan biri tatsız bir döneme rastgelmişti. Her sabah erken saatlerde otelden çıkıp refakatçi görevimi üstlenmek için hastaneye gitmem gerekiyordu. Her akşam sekiz gibi de dönüşe geçiyordum, gece nöbetini ailenin başka bir ferdine devrettikten sonra.

Tahmin edersiniz ki vitamin grubunun hem soluk benzimi hem de günlük rutinimi fark etmesi fazla zaman almadı. Her zamankinden sıcaktı gülümsemeleri, ses tonları her daim yumuşacık. O zamanlar içlerinde en kıdemli olanları (ki zarafetle taşıdığı sol yana meyilli kepiyle Montmartre’dan çıkma bir Fransız bir ressamı andırıyordu daha çok) sabah merdivenlerden inişimi gördüğü anda kibarca selamlar, sonra koşar kapıyı açar ve hemen ardından da taksi çevirmek için atardı kendini sokağa…

Her aracı de beğenmezdi üstelik, yeni ve temiz olacak öncelikle, böyle değilse bırakın gelip geçsin. Bir süre beklerdik haliyle. Sonunda bir arabayı seçip durdurdu mu sağ ön kapıyı açar, kafasını içeri daldırır ve ortamı kontrolden geçirir, şoföre de alıcı gözüyle bakardı. Döşemeler bakımsız mi görünüyor, havaya sigara kokusu mu sinmiş? “Kardeşim sağol, vazgeçtik” der yollardı adamı.

Araç sınavdan geçtiyse ve kullanıcısı annesinden helal süt emmiş bir ademoğluna benziyorsa da sorgu sual başlardı anında: “Maslak Acıbadem Hastanesi’ni biliyor musun?” Bilmiyorsa güle güle… “Biliyorum” diyenlere ikinci soru geliyor: “Tarif et bakalım nasıl gideceksin?” Tatmin edici yanıt yoksa bu soruya (şoför emin değilse, ya da fena halde dolaştıracak izlenimi veriyorsa) yine güle güle.

Doğru yanıtı veren bilgili ve efendi kişiye beni seremoniyle emanet ederdi. Arabaya kendi elleriyle bindirir, kapımı kapattıktan sonra yeniden şoförden yana dönüp “gözüm üzerinde” der gibi bir selam çakardı… Bu kadar itibarı gözlemleyen şoförler beni önemli bir şahsiyet sanır, yol boyu saygıda kusur etmezlerdi.

Akşamları otele döndüğümde vardiyası bitmiş olduğundan rastlaşmazdık ama bir hafta boyunca her sabah ayni özenle sahip çıktı bana. Hem bu kadar candan hem bu kadar profesyonel davranabilmesine şaşıyordum. Mesafeyi hep korudu, özel hayata saygısı sonsuzdu. Benim ağzımdan kazara bir dertli söz çıkarsa şefkatle dinledi ama kendisi bu hastane serüveniyle ilgili bilgi edinmek için asla bir talepte bulunmadı.

Bir sabah dayanamayıp sordum: “Beyefendi, kusura bakmazsanız ben de sizin isminizi öğrenebilir miyim?” “Ziya” dedi kısaca beni taksiye bindirirken ve sıcak bir gülümsemeyle iyi günler diledi aracın kapısını kapatırken. Gözlerim dolmuştu bu romanesk rastlantı karşısında; beni günlerdir kanatları altına almış bu yabancı artık hayatta olmayan babamın adını taşıyordu…

Bir sonraki seferki İstanbul ziyaretimde, “sizi daha iyi gördüm Deniz Hanım” diyerek karşıladı beni… Ben de ekibe getirdiğim Brüksel çikolatasını uzattım “bana çok baktınız geçen defa, ilginiz için yeniden teşekkür etmek istedim” diyerek. “Bizim için her misafir özeldir, ama bazıları aradan kolaylıkla sıyrılır” dedi Ziya Bey parmaklarını hafifçe kepine dokundurup verdiği selamla beraber. Babamı düşündüm o anda; kimliğinin bir parçası haline gelmiş fötr şapkasını sağ eliyle hafifçe kaldırıp yeniden başına yerleştirdiği kibar bir jestle selamlardı yolda rastladığımız tanıdıkları.

* * * *

Galatasaray Lisesi’nin hemen arkasındaki yeni mekandan çıkıyoruz keyifli bir akşam yemeği sonrasında. Ben Tarlabaşı’nda popüler bir otelde kalıyorum. “Şuradan İstiklal’i geçer giderim yürüyerek” diyorum. Dostlar yalnız göndermek istemiyor, saat gece yarısını geçmiş, ben de tek bayanım ne de olsa. İnat ediyorum, “ya şu sokaklara bir bakın, insan kaynıyor, dükkanlar deseniz açık, sokak satıcıları konuşlanmış adım başı, ne olacak ki, giderim ben” diyorum. Beş dakikalık çekişmeden galip çıkınca da veda faslını takiben Yeni Çarşı Caddesi’nden İstiklal’e doğru tırmanmaya başlıyorum.

Bu sefer serin bir Ekim akşamındayız, hafiften yağmur indiriyor. Otelden ödünç aldığım büyük boy şemsiyenin altında korunaklı bir rahatlıkla yürüyorum. Şehrin bu genç kalabalığına bayılıyorum. Her yer olasılık kaynıyor. Filmler, tiyatrolar, konserler kalabalıklarla kavuşmuş, harmanlanmış, gecenin bu saatinde de onları geri sokaklara salıyor. Kiminin karnı yeniden acıkmış, kimi sevgilisini arıyor, kimi para çekiyor köşede, gece uzun olacak…

Kimsenin tam olarak neresinde olduğunuzu bilmediğiniz bir şehrin sokaklarında rasgele yürümek, o geç saatte normalde yapacağınızdan çok farklı bir işle meşgul olmak, bitmek bilmeyen bu hareket ve renk cümbüşünün bir parçası olmak insana hem Alice’in hayal dünyasına ışınlandığını düşündüren, hem de aynı anda kendini çok gerçek hissettiren bir durum. Film seti gibi İstanbul, ben de görünmeyen patenlerimi takmışım ayağıma, kayıp gidiyorum bu insan selinin arasından kıvrak manevralarla. Hem süratliyim, hem de sapına kadar gözlemci. Yalayıp yutmak istiyorum şehri bütün tatları ve kokularıyla.

İstiklal’i kesen sokaklardan birinden sağa kıvrılıyorum. Meşrutiyet Caddesi’ne doğru giderken susuzluğum başıma vuruyor. Minibar olayına Cem Yılmaz da dahil bir sürü aklıbaşında insan gibi sinir olduğumdan otele yakın bir dükkandan büyük bir şişe su alayım diye düşünüyorum.

Endüstri mühendisi aklım olmadık zamanlarda günlük hayatımın küçük detaylarına karışır. O anda da aktive oluyor ve bana otele en yakın açık dükkanı bulmamı öğütlüyor. Böylece şişe taşıma sürem de en aza inmiş olacak. Riskli bir yanı da var tabii bu harika fikrin; son dükkanı bulma emelimi fazlaca abartırsam kendimi hafiften aptal hissederek geldiğim yolun bir kısmını geri yürüme olasılığım da artıyor.

Temiz pak görünüşlü bir bakkal dükkanının önünde durup içeri bir göz atıyorum: Ortalık son derece düzenli, başka müşteri de yok. Dükkan sahibi yerleri belliki yeni silmiş, girişe de muhtemelen bir karton kutuyu parçalayarak yaptığı bir düzeneği paspas niyetine sermiş.

Şemsiyeyi usulce kapatıp kapının dibinde süzülmeye bırakıyorum. Ayaklarımı da içgüdüsel bir devinimle siliyorum paspasa.

Bakkal özenli giyimli, güleryüzlü orta yaşlı bir bey. Samimi bir “buyurun” ile karşılıyor beni. Tüccardan cok öğretmen izlenimi uyandırıyor ilk görüşte. Ben içeri girince okumakta olduğu kitabı sayfaları açık biçimde ters çevirip tezgahın üstüne bırakıyor. Niye bilmem, bu hareketi fincanı ters çevirip kahve falı kapatmayı anımsatıyor bana. Sanki kahve telvesinin zamanla şekil alması gibi sayfalardaki sözcükler de oraya buraya kayacaklar sizi beklerken ve kitabı yeniden elinize aldığınızda size özel mesajlar bulacaksınız içinde, yazarın değil kaderin dilinden düşen.

“Han’fendi, affedersiniz, bir şey sorabilir miyim?” sorusuyla kendime geliyorum. “Tabii” diyorum sessiz bir baş işaretiyle…

“Az önce siz ne yaptınız?” Biran neyi kastettiğini anlamaya çalışıyorum. Suskunluğumda ekliyor, “.. yani ilk dükkana girdiğinizde…” “Ayaklarımı sildim” diyorum yavaşça, hafif bir tereddüt var sesimde… Kafamda “hay Allah karton paspasın sökemediğim başka bir işlevi mi vardı acaba?” düşüncesi sallanıyor… Diğer yandan görüyorum ki adam öyle az sonra beni azarlayacak gibi de durmuyor.

“Niye peki?” diyor adım adım beni sonuca götüreceğini hissettiğim sabırlı tavrıyla. “Belli ki dükkanı yeni temizlemişsiniz, batırmak istemedim kirli ayaklarımla” diye açıklıyorum hala ben neyi atladım huzursuzluğu var içimde…

“Han’fendi, müsaade ederseniz elinizi öpmek isterim” diyor kibar beyefendi… “… yıllardır dükkanıma giren en nazik müşteri sizsiniz…” Bu beklenmedik çıkış karşısında biraz ezilip büzülsem de reddetmek gelmiyor içimden. Saygıyla elimi öpüyor, “hep böyle kalın” diyerek. Kendinden genç bir insana verdigi bir öğüt sanki bu sözler bir dilekten çok.

Bir şişe büyük su (az olur şimdi diye) yanında birkaç paket de bisküviyle çıkıyorum dükkandan. “Belki de cidden tüccar ruhu vardı bu adamda” diye düşünüp gülüyorum elimde naylon torbamla otele girerken. Odamın kapısında ışığı yakar yakmaz koltuğun üstüne ters çevirip bıraktığım romana kayıyor gözlerim. Onsekiz sene Fransız kültürünün göbeğinde yaşamışlığa inat elimi öpecek beyefendiye rastlamam Pera’ya kısmetmiş diyorum içimden.

Büyülüdür İstanbul.

* * * *

O Haziran ayı zordu, bir sürü iç karartıcı olay ardı ardına sıralanıp beni canımdan bezdirmişti. Neyse demiştim İstanbul’a gidiyorum, hepsi geçecek. İstanbul bana yine iyi gelecek, yaralarımı saracak, yaşam enerjimi arttıracak…

Sabah güzel başlamıştı İstanbul’da yüreğime umut tohumları ekerek. Ama sonra büyüklü küçüklü tatsızlıklar moralimi bozmak için birbirleriyle yarışmaya başladılar. Her seferinde kafama takmamayı başarıp yeni bir heyecana odaklanmayı seçsem de gün akmamakta ısrar ediyor, yoluma sürekli bir engel çıkarıyordu…

En sevdiğim semtlerine gittim İstanbul beni sarsın diye. Boğaza baktım Bebek’te, İstiklal’in kitapçılarını gezdim, kendimi alışverişe vereyim dedim sonra, Galata’da tasarımcıların butiklerine daldım. Öğlen bir kadeh şarap içtim. Bana mısın demiyor, şehir bana dokunamıyor, ruh sıkıntısı dinmiyor…

Nasıl bilmem kendimi İstanbul Modern’de buldum akşamüstüne doğru. Süreli sergilerden birini gezmeye başladım ama sergi beni seyretti, ben ona ilgisiz kaldım. Çıkarken son bir gayretle müzenin mağazasına çekingen bir giriş yaptım. Kitaplara, posterle, aksesuarlara baktım, eşindim durdum. Yine “tık yok” diyecekken onları gördüm… Bir çift sallantılı gümüş küpe, üstleri altın kaplama.

Bakıştık öylece. Onlar beni beklemiş gibiydiler bunca zaman. Ve İstanbul belli ki kavuşalım istemişti.

Denedim küpeleri, tam hayal ettiğim gibi durdular. Sanki o saate kadar diyeceklerim vardı da diyemiyordum ama onları taktığım anda onlar benim yerime konuştular.

Küçük paketimle otele dönerken içim rahat, bundan sonrası başka türlü olacak, iyi olacak. İnancım tam. Biraz zaman var yemeğe kadar. Özenle hazırlandım. Yeni küpelerime en uygun kıyafetimi seçtim ve giyindim.

Etiler’de bir villada konumlanmış bir İtalyan lokantasına gittik eşimle. Çok övmüşlerdi dostlar ama biz hala biraz tereddütlüydük. Malum zevkler ve renkler meselesi, bir de biz biraz zor beğenir olduk galiba son zamanlarda. Üstelik ertesi sabah ayrılıyoruz İstanbul’dan, inşallah pişman olmayız bu seçimden diyoruz…

Neyse, bakıyoruz ortam gayet içaçıcı, servis mükemmel, yemekler deseniz nefis. Rahatlayınca ruh huzurumuz muhabbetimizin tonuna yansıyor, harika bir akşam geçiriyoruz. Ben küpelerime veriyorum talihin çarkının tersine çevrilmesini…

Dönüşte trafik akıyor sahil yolunda, manzaranın tadına varıyoruz. Odamıza çıkarken hala devam ediyor lokantada başlayan keyifli sohbet. Girişteki aynaya bakıp tek küpemin yerinde olmadığını görene kadar…

Ufak bir çığlık atıyorum, sanırsınız tek bacağım yerinde yok… Acım sembolik daha çok biliyorum, ama inanın gerçek. “İbrahim, küpemin teki yok, fark etmedin mi?” diyorum asabi bir sesle… “Ne küpesi?” gibilerinden bakıyor yüzüme… “Kocaman sallantılı küpe, birinin yerinde olmadığını görmedin mi bütün akşam karşımda oturdun da!” diyorum yükselen tizlikte sesim, çok gergin.

Hiçbir fikri yok tabii garibimin ve o sırada karısının niye birden delirdiğini anlamaya çalışıyor. Derken ya batarız ya çıkarız hesabı “Ama böyle tek küpe de çok orijinal olmuş, üzülme sakın ne yapalım” diyeceği tutuyor. “Pes yani!” diyorum artık bağırarak, anahtarı da alıp çıkıyorum odadan bir hışım. Anahtarın aynı zamanda enerji kartı olduğu aklıma bile gelmiyor o kızgınlıkla. Oda ve eşim ardımda kalıyorlar karanlıkta.

Üç kat merdiveni ayağımdaki topuklu ayakkabılarla koşarak iniyorum, “lütfen kaybolmasın, lütfen kaybolmasın” dileği beynimde yanıp sönen neon ışıklı bir levha gibi… Basamaklarda gözlerim, küpe teki arıyorum. Asansörle çıkmıştık oysa odaya, onu ancak giriş katına vardığımda hatırlıyorum.

Reseptiondaki genç görevli az önce yemekten dönerken bizi selamladığında gözlemlediği mesut mırıltılarla konuşan durağan kadının merdivenlerden paldır küldür inen telaşlı bir çılgına dönüştüğünü görünce tatsız bir olay yaşandığını anlıyor hemen. Soruları gözlerinde fakat konuşmuyor. “Küpemin tekini kaybettim, bulan, getiren olmuş mudur acaba?” demek istiyorum sakin sakin ama ağzımı bile açamadığımdan kelimelerim içeride hapis kalıyor. Yalvaran gözlerle adama bakıyorum ve çaresizce sağ elimde tuttuğum tek küpeyi ona doğru sallıyorum, sesini yitirmiş sorum ünlem işaretlerine asılmış bir pankart gibi dalgalanıyor küpenin ucunda.

Sonra İstanbul el koyuyor olaya. Genç adam önündeki masanın alt çekmecesine doğru uzanıyor ve küpemin eşini çıkarıyor oradan tek söz etmeden. Sağ elinin baş ve işaret parmakları arasında tutup bana doğru sallıyor benim jestimi kopyalayarak. Bakışıyoruz.

Aynadaki aksimi kaybedip de bulmuş gibiyim elindekini yavaşça avucuma bıraktığında. Gözlerimde hafif deli bir ışıltı yanıp sönerken “Sakın kımıldamayın, gelip sizi öpeceğim” diyorum tehditkar bir coşkuyla. “Eh, madem ısrar ediyorsunuz…” sözleriyle teslim oluyor sevgi gösterime. İdmanlı belli, kim bilir iş icabı günde kaç çeşit insanla muhatap oluyor. Sonra asansörün kapısına kadar bana eşlik ediyor. Gerçekte “bu işlem de tamam” diyor herhalde arkamdan. Oysa hayal gücüm onun “appassionato!” diyen güçlü sesini duyar gibi oluyor asansör hareket ettiğinde.

Odanın kapısı açılır açılmaz “ne oldu?” diye soruyor merakla hala karanlıkta oturan eşim… “Önce küpemin tekini bulan adamı buldum, sonra ona sarıldım öptüm. Herşey yolunda artık” diye özetliyorum durumu, “…iyi geceler tatlım…”

İbrahim sakin, “oda karanlıkken çok daha güzel görünüyormuş pencereden köprünün ışıkları” diyor aşmışlıkla. Bakıyorum. Haklı.

İyi geceler İstanbul.

bridge2

 

İstanbul-Brüksel TK1941 seferi, Ocak 2013

2 thoughts on “Bir şehir tuttum ismi İstanbul

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s