Yukarıdaki ses bandını hiç Türkçe bilmeyen birine dinlettim. Ailemden kimseyi tanımayan, çocukluğuma şahit olmamış bu kişinin ilk sorusu “sen ve baban mı bu konuşanlar?” oldu. Evet der gibi salladım başımı sessiz. “Hem sesinde sevgi dolu bir yumuşaklık var, hem de o yaşında seninle bir yetişkinmişsin gibi konuşuyor” dedi. Tam da üstüne bastı. Doğruydu çünkü, babam beni hep ciddiye almıştı; yumurcak halimi de, başında kavak yelleri esen deli gençliğimi de, yetişkinliğe geçiş sancılarımı da.
Aramızda büyük yaş farkı vardı oysaki. Çocukluğumda bazen arkadaşlarım onun için “deden mi?” derlerdi, çok sinirlenirdim. O yıllarda yine bana sık sık “kardeşin yok mu senin?” diye sorarlardı teyzeler, amcalar. Ezberlediğim yanıtı verirdim; “hayır, ben tek çocuğum.” “Söylersen annenle babana, bir kardeş yaparlar belki sana” diye ısrar edenler olurdu.
O zamanlardan beridir hiç anlamam kendinde başkasının özel hayatını bu kadar rahatlıkla işgal etme hakkını görenleri. Ama hazırcevap bir çocuktum, hemen yapıştırırdım: “hiç zannetmiyorum, çünkü annemle babam zaten geç evlenmişler…” Bu cümleyi dile getirirken de özellikle başında gözlerimi yere eğer, sonuna doğru bakışlarımı yavaş yavaş kaldırır, üç nokta anında da karşımdaki yetişkinin gözlerinin içine bakardım az biraz meydan okuyarak. Genelde yalpalar ve konu değiştirirlerdi hemen. Haince gülümserdi sol dudak kenarım.
İlkokuldayken süslü bir şiir defterim vardı. Babam ara ara bir göz atabilmek için izin isterdi. Resmi gazeteyi okurmuş gibi ciddiyetle incelerdi sayfaları ve beğendiği şiirler altına küçük notlarla düşerek yorumlarını kaydederdi. Ben de bunları bir edebiyat eleştirmeninden ilgi görmüş bir sanatçı edasıyla değerlendirir, daha güzelini yapmak için çabalardım.
Babam erken emekli olmuştu. Lise yıllarımda okuldan çıkıp öğleden sonra üç gibi eve geldiğimde o genelde evde olurdu. Oturma odasında beraber otururduk. Bana buzdolabından çıkarıp midemi rahatsız etmesin diye oda sıcaklığına getirdiği mevsim meyvelerini ikram ederdi. Ben gerçek bir elma canavarıydım. Her gün aynı saatlerde elmamı kütürdetirken gazeteye göz gezdirmeyi çok severdim. Babam o zamana dek gazeteyi yalamış yutmuş olurdu, beni beğendiği köşe yazılarına doğru yönlendirirdi. “Mümtaz Hoca’yı okumadan geçme” derdi. Hoca da babam gibi Mülkiyeli olduğundan biraz torpilli diye düşünürdüm ama atlamazdım yazılarını. Sonra yazılanlar üstüne konuşurduk. Yorumlarımı sorardı, kendi görüşlerini paylaşırdı.
Lise sona yaklaşırken üniversite tercihleri konuşulmaya başlamıştı. Ona kalsa benden güzel İngilizce öğretmeni olurdu. Kendi okuluma hoca olarak dönebilirdim, hem eve de yakındı, on dakikada yürüyerek gider gelirdim. Sonra, öğretmen saygı görürdü, gençlerle iletişim kurar, onları besler, kendi de bu birliktelikten enerji alırdı. Okul tatilleri de izin günü olarak geri dönecekti bana, güzelce dinlenirdim.
Ama ben ne dedim: « yok baba, ben endüstri mühendisi olacağım, ODTÜ’de okuyacağım. » Üstüme gelmedi, sadece arkadaşlarının ODTÜ’de okuyan çocuklarının ne kadar çok çalıştıklarından bahsetti ara ara. « Mahallede gece yarısından sonra yanan masa lambaları ODTÜ’lü öğrencilere ait farkında mısın? » da dedi koruyucu baba içgüdüsüyle ama hepsi o kadar. Yapabileceğime inancı tamdı, sadece kendimi paralamamdan korktuğunu hissederdim.
Üniversite sınav sonuçları açıklandığında Ege kıyısındaki yazlık evimizdeydik. O zamanlar sitede adet olduğu üzere tüm gençler önceki gece beraber sabahlar, güneş doğar doğmaz da Burhaniye’deki gazeteciye koşardık. O yıl sınava girenler heyecanla titredikleri için deneyimli ağabey ve ablalar onların yerine sonuçlara bakarlardı. Benimkine bakan ODTU Elektrik’te okuyan çocuk « tebrikler Deniz, bizim okula hoş geldin, Endüstri Mühendisliği!» diye ilan etti haberi. Çığlıklar attım, zıpladım. Herkesle sarmaş dolaş olduk.
Siteye döndüğümüzde eve koştum eteklerim zil çalarak. Annemle babam kapıda bekliyorlardı. Müjdeyi onlara da verdim. Babam beni içtenlikle kutlayıp ne kadar gururlandığı söyledikten sonra « gideyim eş dosta haber vereyim, herkes soruyor » diyerek yola düştü… Birkaç saat sonra geri döndüğünde yüzü hala ışıldıyordu. Beni tekrar sarılıp öptü, sonra ekledi : « Kızım kusura bakmazsan bir şey öğrenmek istiyorum. Bu endüstri mühendisi ne yapar? Komşular soruyor da …» Başkası adına, sırf o istediğini elde etti diye samimiyetle sevinmek bu olsa gerek.
Endüstri mühendisliğinde son sınıftayken ABD’ye gidip yüksek lisans almak istediğimi söyledim. Ancak burs alırsam gidebileceğimin farkındaydım, maddi gücümüz malumdu, sadece manevi destek peşindeydim ailemden. Babam kıymetli tek çocuğunu okyanusun öteki yanına bir başına yollamak fikrini çok çekici bulmuyordu ama bir kez daha benim ne kadar hevesli olduğumu gördüğünden isteğime saygı gösterdi. Başucundaki küçük çekmecede yıllardır dinlenmeye bırakılmış elli doları getirip bana verişini hatırlıyorum, TOEFL sınavı için gerekir diye. Sembolik bir hareketti, git diyordu madem yüreğin öyle istiyor.
ABD’deki ilk yılımdan sonra yaz tatiline Türkiye’ye geldim. Sohbetlerimiz sırasında bir ara bana yakın arkadaşlarıyla yaptığı bir konuşmadan bahsetti. Belli ki laf arasında «Ziya Bey, bakarsınız kızınızın gönlü oralarda bir yabancıya kaymış, size Amerika’dan damat bulup getiriyor» demişler. «Sen nasıl cevap verdin baba?» diye sordum. «Kızım kimi seçtiyse benim kabulümdür, hangi memleketten olursa olsun» dedim diye yanıtladı. Gözlerinde hafif tedirgin bir soru işareti gördüm. «Aslan babam, çok iyi demişsin» nidasıyla boynuna sarıldım. Başka detay vermedim.
Bir Türk’le evlendim sonra ama Ankara Meşrutiyet Caddesi’ndeki aile ocağından çok uzağa, Brüksel’e yerleştim. Canlı iletişimimiz telefonlarla, mektuplarla devam etti. Biz Türkiye’ye gittikçe görüştük yüz yüze, ama babam ne yazık ki buraya hiç gelemedi. Belçika’daki yaşamımı uzaktan takip etti, radyo tiyatrosu gibi sesli ama görüntüsüz. Fransızca öğreniyorum diye seviniyordu, ara ara zor gramer sorularıyla test ediyordu dilbilgimi.
Brüksel’de ilk işimi bulmama önayak olan Hollandalıyı ismen tanıyordu ve Sipke isimli bu kişiye karşı derin bir sempati besliyordu ilk günden beri. Halini hatırını sorardı ben izne gittikçe ve her dönüşümde Ali Uzun’dan bir kutu çifte kavrulmuş lokum yollardı ona hediye olarak.
Sipke tanımadığı bu eksantrik beyefendiden gelen lokumları yıllarca iştahla tüketti. Belli ki etkileniyordu bu uzun soluklu incelikten. Babam kendi yarattığı bu adete hep sadık kaldı, aramızdan ayrıldığı güne kadar.
Onu on bir sene önce bugün kaybettik. Ben tatil için Ankara’ya gitmiştim. Kader kartlarını oynadı, babamı gömüp döndüm. Beklenmedik zamanda gelen ciddi bir operasyon sonrasında alındığı yoğun bakımdan hiç çıkamadı.
Onun kalp ameliyatı geçirdiği günün tortusunu şöyle anlatmışım yıllar önce:
«
O gece yattıktan sonra olanlar yaşamımda bir ilk. Uyuyamayacak kadar doluydum, günün olaylarının geride bıraktıkları yavaş yavaş çöküyordu içime ve yüreğim karardıkça kararıyordu. Ağlamaya başladım ince ince. Gün boyu kaskatı dolaştığım düşünülürse bu da normal, tek çocuk kaprisi belki, hıçkırıklarımı bile paylaşmak istememiştim…
Ne var ki, bir kez kendimi bıraktım mı kapıp koyuverdim alabildiğince… Yaşlarım durmadığı gibi hıçkırıklarım da gittikçe daha vahşileşiyor, haykırışa dönüşüyordu. Bir iki kontrolsüz çırpınıştan sonra ses içeri gidecek korkusuna kapıldım, ara kapıyı kapatmak için tam yerimden doğrulayım derken nasıl oldu bilmem uyku ile uyanıklık arasındaki o belirsiz çizgide odanın orta yerinde babamın varlığını hissettim.
Otuz-otuz beş yaşlarındaki haliyle (elbette sadece fotoğraflardan bildiğim bir görüntü bu) karşımda duruyor. Üstünde koyu renk bir takım elbise, başında fötr şapkası, kolunda kıyafetiyle uyumlu ince paltosu olduğu halde belki hiç olmadığı ve hep olduğu kadar gerçek, yüzünde bir anlamda tanıdık bir anlamda benzersiz sıcak bir gülümsemeyle gözlerimin içine bakarak konuşuyor: “Veda etmeye fırsat bulamadım” diyor, “ … Allahaısmarladık demek için geldim…” Yanıtımı beklemiyor, şapkasını çıkarıp yılların birikimini taşıyan nazik bir jestle selamlıyor beni ve kayboluyor.
Gördüklerimin ne kadarı hayal ne kadarı gerçek hiç bilmiyorum. İkinci ihtimalin ağır bastığını iddia etmeye de yeltenmiyorum, savunma mekanizmalarımızın mucizelerine inananlardanım. Tek bildiğim babamla o gece o sahnede vedalaştığım ve o anla babamın ölüm haberini aldığımız gün arasındaki süreci sadece bildiğim sona doğru giden yolda yaşanılması gereken bir deneyim olarak kabul ettiğim.
Babamın saygıyla sahneden çekildiği o noktada hissettiğim benimle kalmayı, yasamayı, paylaşmayı, ben düştüğümde kolumdan tutup kaldırmayı, başarılı olduğumda sırtımı sıvazlamayı, karamsarlığa kapıldığımda beni cesaretlendirmeyi ne kadar isterse istesin artık gitmek zorunda olduğu.
Ömrüm boyunca binlerce kez duyduğum “kızım için şapkamı satarım” sözünü anımsıyorum… Annem “şapka yeniyken iyiydi de şimdilerde senin şapkana kimse para vermez” diye takılıyordu babama son zamanlarda… Simdi çok büyük bir açıklıkla görüyorum ki babamın bu sözü baba-kız ilişkimizin en net ve en çarpıcı tanımı. Yıllarca nükteyle sarf edilen bu cümlenin arkasında benim iyiliğim ve mutluğum için elinden gelen her şeyi seve seve yapabilecek, her türlü fedakarlığa katlanabilecek bir insan var. Böyle hissetmesinden daha da güzel ve anlamlı olan içindekini bana yansıtışındaki doğallık ve yalınlık.
Sınırsızca sevildiğimin ve desteklendiğimin bilincinde, endişelerden ve şüphelerden uzak yaşadım ben hep babamın sayesinde. İnsan çocuğu için daha fazla ne yapabilir bilemiyorum… Dünyada bu denli bir lükse sahip kaç evlat var, onu da bilmiyorum.
Babam beni son kez selamlarken içimden bir şeyler kopuyor, bu ayrılığa nasıl katlanılır hiç bilmiyorum. Diğer yandan onun bu son ziyaretinde de yaşamı boyunca bana gösterdiği sevgi ve ayrıcalığın iç yakıcı yansımasını buluyorum. Bu son perde babamın kendimi bildim bileli takdir ettiğim ve gurur duyduğum saygın portresiyle öylesine uyumlu ki…
Benim için şapkasını satacak bir insan olmadan yaşamak nasıl olacak diye düşünüyor insan. Son yedi seneyi ayrı ülkelerde geçirmiş olsak da, babamın yalnız önemli kararlar arifesinde değil, günlük hayatımın her boyutunda nasıl etkili olduğunu şimdilerde daha iyi anlıyorum. Aynı anda kavrıyorum ki babamın yıllar boyu bana kazandırmaya çalıştırdığı değerler artık benim bir parçam olmuş ve hep benimle kalacaklar.
Bu satırları yazmaya başladığımda evde yalnızdım, aksam saatleriydi. Sezen’e sığınmıştım efkarlı anlarımda çoklukla yaptığım gibi. Onun eski bir CDsi çalıyordu arka planda ama kendimi söylemime kaptırdığım için şarkıların akışını takip etmiyordum. Tam babamın o tüyler ürpertici veda tablosunu kelimelerle resmetmeye başladığım anda çalan parçanın sözleri sızdılar bilincime: “…ihtimal ya fikrinize düşersem, tutturun bir Rumeli havası…”
»
Babacığım, seni anmak bir olasılık değil, günlük gerçeğimin ta kendisi…
Brüksel, 12 Ocak 2013
Denizciğim yazıların harika ama birde beni ağlatmasalar ….. Ellerine kollarına sağlık. Eniştemin sesi aynı ama seninki çok farklı geldi
Denizciğim canım benim..vakit bir hayli ilerlemiş pek kalmam bu saatlerde ama yazışmamızın arkasından biliyordum ki bu yazıyı okumadan uyku tutmayacak..
Rumeli Havası…ismi bile duygu yüklü,,,bu üçüncü okuyuşum..böyle içten bir anlatıma inan rastlamadım..Kimse yok yanımda şu an.. dedim ya gecenin bir vakti diye..gözyaşlarımı tutamadım ve hala içim dolu.. boşalmış değilim..sana şurda güya öz eleştiri yaparak ne kadar güzel ne derece yüreğinden akan harfleri ..kelimeleri bir araya getirmişin diyecektim..ama yoğun duygu seline bende kapıldım galiba ve hala toparlıyabilmiş değilim kendimi..beni benden akdın götürdün biyerlere..Güzelim eminim ki mühendislikte kesinlikle başarılısın..yanlış yerdesin demiyorum..ama mesleğin kaleme yaslansaydı…eminim bu selin önünde hiçkimse duramazdı..sevgilerimle..Kemal Yurtman…
Denizciğim kelimelerin yetersiz olduğu anlar vardır ya ; şu an böyle bir an işte. Duygu seli yaşıyorum.Yüreğine sağlık…. figen ertan
Bogazim dugumlendi…bir yumruk gelip oturdu tam gogsumun ortasina!
Sizi tanimiyorum,ama Rahmetli ZIya amca yi,,cocukluk anilarim dan animsadigim,babamin arkadasi ve cok sevdigim arkadaslarim,GULDEN ve KEMAL’ in gurur duyduklari dayilari,.Her Eregli ye gelisin de yasadiklari sevinci de animsiyorum.Bu sabah uyanip Face i actigim da,ilk gozume ilisen Kemal’in bu paylasimi oldu ve okudugum zaman cok duygulandim,Dun gece rahmetli babamla ruyam da sohbet etmistim ve bu yazi o ruyanin sabahin da cok daha etkileyici oldu. rahmetli babamla olan iliskimizi sanki siz kaleme almissiniz ama ben bu kadar guzel yaziya dokemezdim, ,kaleminize ve ruhunuza saglik.TESEKKURLER.
Çok güzel insanlardı onlar, sen de çok güzel anlatmışsın…
Deniz’ciğim beni eski günlere götürdün; Babanın, o mesafeli sevecenliği, nezaketi, beyefendi duruşu ancak böyle ifade edilebilirdi. Eminim senin, belki dile getirmekte fazla cömert olamadığın duygularının “şapkasını satabileceğine göre” fazlaca farkında idi.. Seninle gurur duyarken özlemini çok yoğun yaşadığını hissettmiştim bazı sohbetlerimizde. Ne mutlu sana, seni kişilik olarak okula başladığın andan belki daha öncesinden hisseden, hissettiren ve güven veren bir baban olmuş. Işıklar içinde olsun…….
denizciğim , yazını okuyupta gözyaşlarına boğulmamak geçmişe gitmemek m. ümkün değil baban için sen dünya demektin, ,mutluluk demektin…aranızdaki ilişki çok özeldi,bunu hep gördük. …eminim senin gibi bir insan yetiştirmenin gururunu hep yaşamıştır. dayım benim içinde hepimize olduğu gibi çok özeldi. ziya dayı bana ilkleri yaşatandır.ilkokulu bitirme hediyemi sadece dayım almıştır.anıtkabire ilk elimden tutup götüren odur,düğün hediyesi yemek takımımı hala özenle kullanıyorum.annem önemli k onularda fikrini almak için abime br mektup yazıyım diye kağıt kalem almaya giderdi..örnekler buraya sığmaz.falan falan duygu selindeyim anlıyacağın.öpüyorum denizciğim