Takılara Takılanlar

taki

Çok sevdiğim bir arkadaşım var, kırklı yaşların başında, içi dışı güzel bir insan. Annesini erken kaybetmiş. Hiçbir kayıp kolay hazmedilmiyor biliyorum ama onun hikayesinde bir intihar söz konusu. Arkada kalanların yüreklerinde en az kara keder kadar ağırlık yapan, keskin tereddütler ve asla yanıtlanamayacak sorular bırakan bir intihar.

Yıllar geçmiş olmasına rağmen annesiyle dolu arkadaşım. Bunu hissetmemek mümkün değil. Her yıl o uğursuz gün daha yaklaşmaya başladığında geriliyor gövdesi, sertleşiyor mizacı, hırçın ve mutsuz birine dönüşüyor. Öyle ya da böyle geçiyor zaman, o tarih geride kalıyor ve o yeniden toparlanıp devam ediyor hayatına kaldığı yerden. Ama ızdırabı hala çok büyük, çok göze görünür.

Sohbette derinlere daldığımız bir gün annesinin birkaç takısını özel bir kutuda sakladığından bahsetti. Sarıp sarmalamış özenle bu küçük hazineyi, hasret yaktığı zamanlarda açıp kokluyormuş içindekileri. Anne kokusu…

“Zamanla uçup gidiyor tabii…” dedi “… ama o kutunun kapağını her araladığımda hala geçmişten gelen bir esintiyi çekiyorum sanki içime, beni saran, kuşatan ve bir an olsun soluklandıran tanıdık bir meltem.”

Belki duyuları yanıltıyor onu bile bile, korumak için o narin yüreğini. Belki cidden o anının, o sevginin büyüsü kokuyu ebediyen ölümsüz kılan. Kim bilir?

“Takmak içinden gelmiyor mu hiç peki?” diye sordum. “Kendi üstünde taşımak istemez misin onları?”

“Çok isterim aslında…” dedi, “…ama koku uçar gider diye korkuyorum…”

* * * *

Babam çok seneler önce bir gün annesinin mezarını ziyarete gidiyor kabristana. Temizliyor, süpürüyor, yabani otları söküp çıkarıyor özenle. Küçük çocuklar bitiyorlar yanında: “Amca su getirelim mi?”. Çeşmeden plastik bidonlarla su taşıyorlar heyecanla, birkaç kuruş bahşiş girecek umuduyla ceplerine.

Hava soğuk mu soğuk ama babamın elleri çıplak. O sahnede annesini düşündüğünü, hatta belki kafasında onunla sohbet ettiğini canlandırıyorum hayalimde. Eldivenleri cebinde bile olsa giymemiştir, üşüdüğünü, parmaklarının uyuşmaya başladığını hissetmemiştir. Duyarlı adamdı babam, gönlü önde ayakları arkada giderdi hep.

Nasıl, ne zaman, tam olarak bilinmez, zaten biraz bol gelen alyansı incelen parmağından kayıp düşüveriyor oracığa. Farkına varmıyor. Eve döndükten sonra anlaşılıyor ki yüzük yok. Her yer aranıyor taranıyor, bulabilene aşkolsun. Düşününce ev halkının aklına geliyor ki gündüz kabristanda kaybolmuş olma ihtimali var. Ancak hemen ertesinde de gidip bakmak mümkün olmuyor.

Derken havalar iyice soğuyor. Çetin bir kış bastırıyor. Günlerce kar yağıyor ve uzun süre de yerden kalkmıyor. Babamın yeniden annesini ziyarete gitmesi ilkbahara kalıyor. O zamana alyans hala bulunamamış ve hatta bulunacağına dair umut da kalmamış.

Babam annesinin mezarı başında dua ederken başı eğik, kafasında maziye ait sesler, görüntüler. Aniden güneşin utangaç ışınlarının ısıtmaya başladığı toprakta, tam da ayakkabısının burnunun ucunda filizlenen bir çiçek misali baş kaldırdığını görüyor bir nesnenin. Belli belirsiz bir parlaklık gözüne çarpıyor. Eğiliyor. Ucundan kavradığıyla çekip çıkarıyor yüzüğünü yerin altından.

“Annem ben geri gelene kadar sahip çıkmış emanetime” diye anlatırdı bu hikayeyi.

Ben o alyansa yıllarca tılsımlıymış gibi baktım, biraz hayranlık biraz da ürkeklikle. Kalbi durduktan sonra tıbbi yöntemlerle tekrar hayata döndürülen hastalar gibi mucizevi bir deneyim yaşamıştı benim gözümde. Gitmediğimiz yerleri görmüştü, bilmediğimiz şeyler biliyordu o gizemli yüzük.

* * * *

Dayım hastanede o sevimsiz hastalıkla boğuşurken ziyaretine gittiğimizde teyzemi kenara çekip bana ondan hatıra kalacak bir takı almasını tembihlemiş. Birkaç gün sonra Brüksel’e geri döneceğimi ve belki de bir daha görüşemeyeceğimizi düşünmüş olmalı. Bir veda armağanı yani bu.

Teyzem istenileni yapmış. Kolyemi getirip teslim etti bana. Çok da hoş, zarif bir takı. Ama tabii hikayesini öğrenince yüreğim kabardı, gözlerim dolu dolu oldu. Tek hece dökülemedi dudaklarımdan, toparlanmak için bir süreliğine ortadan toz olmayı seçtim.

Zaten göz muayenesi için Ankara’daki doktoruma gitmem gerekiyordu o gün. Tunalı Hilmi’deki muayenehaneye daldım. Hala metanetli duruşumu koruyorum ve dikkatimi günlük olağan bir aktiviteye kanalize ederek sızlayan yüreğimi avutacağıma inandırıyorum kendimi.

Göz kontrolüm olaysız geçiyor, her şey normal. Doktorla biraz havadan sudan konuşuyoruz. Öyle derin bir geçmişimiz de yok zaten, sadece son iki senedir tanışıyoruz. Özel hayatı hakkında en ufak bir malumatım yok, o da benim bir iki sene önce evlenip Belçika’ya taşındığımı biliyor sadece.

Medeni ve mesafeli hasta-doktor ilişkisi çerçevesindeki rollerimizi başarıyla oynarken ben biranda saha dışına çıkıp durduk yerde hıçkırıklara boğuluyorum. Elim boynumdaki kolyeye gidiyor, gözlerimden sicim gibi yaşlar akıyor ve “dayım ölüyor biliyor musunuz?” diye dökülüveriyorum muayenehanenin orta yerine.

Doktorum efendi bir insanmış. Can kulağıyla ve gönül gözüyle dinliyor önce bölük pörçük, sonra baştan sona naklettiğim hikayemi. Üzülme, ağlama demiyor. İkisi için de yeterli nedenim olduğunu biliyor. Zamanını veriyor bana cömertçe, insanlığının gölgesine sığınmama müsaade ediyor. Neden sonra kendimi toplamaya başlayıp da mahcubiyetle onu özürlere boğduğumda “bazen bir yabancıya anlatmak daha kolaydır” diye teselli ediyor beni. Kapıda uğurlarken sağ elini sırtıma dokunduruyor, cesaret diliyor gözleri.

Yıllar sonra bu hikayeyi utana sıkıla teyzemle paylaştığımda buruk bir gülümseme belirdi dudaklarında ve “sen asıl beni kuyumcuda görecektin…” dedi sadece.

Ölüm dayımı çaldığında kolyesi boynumdaydı.

* * * *

Babam ne zaman eline toplu bir para geçse, ne bileyim, misal, atadan kalma bir arsa satılsa, bana ve anneme küçük birer tahsisat ayırırdı bu gelirden. “Gönlünüzün çektiği bir şey alın” derdi, tek şartı vardı; kalıcılık. Bu durumda tercih edilen de genelde bir takı olurdu haliyle.

Ben Brüksel’e taşındıktan bir süre sonra yine böyle bir durum ortaya çıktı. Babam da bana bütçemi bildirip seçimin her zamanki kural dahilinde yine bana ait olduğunu söyledi. Saate ihtiyacım vardı o ara. Onaylarını alayım da içime sinsin diye beğendiğim modelin dijital bir fotoğrafını çekip yolladım bizimkilere.

“Aman kızım, gözünü seveyim, sağlamından al, iki senede bozulup atılmasın, hatırası yıllarca seninle kalsın” diye tembih etti babam. Tamam dedim, markanın güvencelerini sıraladım. Yeşil ışık gelince de gidip satın aldım.

Saatimi yıllarca seve seve kullandım. Babamı kaybettikten sonra hatırası daha da bir önem kazandı, bileğimde durduğu yerde değerlendi sanki. Babamla aramdaki bağın sembolü oldu. Güç veriyordu bana.

Benim için manevi değeri ölçülemeyen bu saat günün birinde kaderin hiç anlamadığım ve onaylamadığım bir kararı sonucunda ortadan kayboldu. Her deliği aradım aylarca. Etrafımdakileri seferber ettim ama yer yarılmış da içine girmişti sanki saat. Hançer darbesi yemiş gibi deşildi içim.

Pusulamı yitirmiştim, aylarca sarhoş gibi gezdim. Hep ruhani bir mesaj arayıp durdum bu olan bitende. Babamın alyansının hikayesinden esinlenip bana bir tesadüfle geri dönmesini bekledim saatin. Gelmedi, buluşamadık bir daha.

Kutusunu hala saklarım ama yatak odamdaki komedinin çekmecesinde. Ara ara kapağını aralar orta yerindeki boş kovuğu okşarım parmak uçlarımla. Babamın gidişiyle içimde açılan öksüz yarığa benzer.

* * * *

Ölüm hiç yakışmadı Feyza Teyze’ye. Çok canlı kadındı, hayatın kendisiydi benim gözümde. Konuşması, jestleri, giyinişi, yürüyüşü nasıl desem hararetli, alev alev… Bayılırdım onun biraz hayal gücü, biraz edebiyat yüklü betimlemelerine. Yaşam sanki en akla sığmaz yüzünü ona gösterirdi, en coşkulu maceralar onun başından geçerdi.

Şık bir semtin sokaklarındaki olağan çarşı turunu bir anlatışı vardı, sanırdınız kırmızı halıdan yürüyüp Oscar törenine gidiyor… Ağzınız açık dinlerdiniz, film kareleri gibi canlanırdı gözünüzde sahneler onun ışıltılı kelimeleriyle. “Denizciğim, anlayacağın kendimizi Nişantaşı’nın büyüsüne kaptırıvermişiz; bir gezdik, bir salındık ki biz o sokaklarda, sorma gitsin…” diyen sesi kulaklarımda çınlar hala.

Yıllar evvel, biz daha eşimle nişanlıyken bir gün müstakbel kayınvalidem, onun kardeşi Feyza Teyze ve annem hep birlikte kuyumcuya gitmiştik. Bana takı alınacak. O zaman benim süsle püsle, hele altınla hiç aram yok, ama adet dediler, sürüklediler. O mu bu mu olsun diye bakıyoruz yüzüklere, ben son derece rahatsızım, ne diyeceğimi ne seçeceğimi bilemiyorum.

Feyza Teyze her zamanki gibi enerji dolu, dışa dönük, atak. Lafını da hiç sakınmıyor maşallah. Dükkandaki bütün yüzükleri dizdirdi önümüze. Sonunda da bizim için verdi zaten kararı. En gösterişlisinden bir yüzük sardırıldı. Yirmili yaşların sonundaki o kot/tişört halim, süet düz botlarım ve de makyajsız suratımla inanılmaz bir tezat oluşturuyordu bu takı. Kristal avizeleri çağrıştırıyordu bana, öyle ki taşlarına baktıkça gözüm kamaşıyordu.

Devrilen yıllarla birlikte insanın stili ve zevkleri değişebiliyor. Eşim bana “zeki kızsın diye aldık seni, çula çaputa sardırdın zamanla” diye takılır hep. Gerçekten de giyime ve aksesuara fena halde düşkün bir insana dönüştüm. Ayakkabı, çanta deyince gözlerimde kıvılcımlar yanıp sönüyor. Hazır giyim mağazalarında saatler geçiriyorum ve takılarla yakınlığım tehlikeli boyutlarda artık.

Geçen gün parmağımdaydı söz konusu yüzük. İş yerinden bir tanıdıkla asansördeydik. “Gözümü alamıyorum…” dedi elimi işaret ederek “…sormadan edemeyeceğim, sahici mi o taşlar?” Başımla onayladım, ekledim sonra: “bir hediye…”

“Seni çok iyi bilen birinden olmalı” diye atıldı hemen “çünkü tam senin tarzın!”

Feyza Teyze gezmeyi severdi, süsü püsü, hareketi, insanları, cıvıltıyı severdi. Simdi ben de ne zaman şaşalı bir yere davet edilmiş olsam, ya da mesela Paris’e, ışıklar şehrine gitmek için yola çıksam, ya da Nişantaşı’nı arşınlamaya koyulsam onun seçimi olan bu yüzüğü takarım parmağıma.

“Haydi Feyza Teyze…” derim “… birlikte gidelim o büyünün peşine. Bulduğumuzda da bırakalım kendimizi onun kollarına, kapıldığımızla koyuverelim gitsin…”

* * * *

Evet, takılarda yaşanmışlık var. İzleri var o çok sevdiklerimizim. Onların gözündeki halimiz var, belki şimdimiz, belki geleceğimiz.

İster boynumuzda, bileğimizde, kulağımızda, parmağımızda taşınsınlar, ister ipek kumaşlara sarıp sarmalanmış yuvalarında yatsınlar, aktardıkları mesaj hep aynı. Hatta bazen kendileri yitip gitmiş olsalar da boş kalmış kutularında saklı duruyor o anlam. Bize köklerimizi, güçlü geçmişimizi ve neyse ki sevildiğimizi hatırlatıyorlar avaz avaz suskunluklarında.

Sevdiklerimizin aramızdan ayrılışı ne yazık ki her defasında sarsıcı ve zamansız bir sürpriz olarak çıkıyor karşımıza. Üstelik tamamen kontrolümüz dışı. Yaralanıyoruz, acı çekiyoruz çok, ama hep kabullenmek düşüyor sonunda payımıza. Diğer yandan, yitirdiklerimizin anısına sahip çıkmak, onu canlı tutup başkalarıyla da paylaşmak tamamen bizim elimizde.

Çoğumuz kederimizde sessizleşiyoruz, onların adını alamaz oluyoruz ağzımıza iç yangınımız yüzünden. Havadan sudan konulara kaymak, gündelik koşturmada huzur bulmak arayışındayız. Hayatımıza ve yüreğimize dokunmuş o kişilerin yoklukları bir tokat gibi iniyor yüzümüze her seferinde, özellikle de acımız hep taze, özlemimiz bu kadar derinken. Kaçıyoruz biz de, saklanıyoruz.

Oysa ne mutlu ki onlar şahane insanlarmış. Ne mutlu bize ki, içimizi ısıtmışlar, ruhumuzu beslemişler, sarsmışlar zaman zaman, etkilemişler. Genç nesiller bilmesin mi şimdi bunu, eskiler anımsamasın mı gururla?

Durun ve düşünün bir kere: Hak etmiyorlar mı?

Brüksel, Şubat 2013

1 thought on “Takılara Takılanlar

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Twitter picture

You are commenting using your Twitter account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s