Sevgiyle Saskia

saskiasaskiasaskia 

Arkadaşlarımız kızları Saskia dünyaya geldikten kısa bir zaman sonra eşime onun vaftiz babası (Fransızca adıyla “Parrain”) olmasını teklif ettiler. Biz önce biraz irkildik ama konuşunca bunu dini kalıplar dahilinde değil de, daha çok hamilik anlamında düşündüklerini anlatıp bizi rahatlattılar. Saskia’nın bebeklikten çocukluğa, sonra da yetişkinliğe doğru akan yaşamında onu yönlendirecek, ona bu yolculukta rehberlik edecek birini düşünmüşler. İbrahim’in bilime, filozofiye, edebiyata merakı, sabrı, inatçılığı, sorgulamaktan vazgeçmeyen mizacı da etkili olmuştur tahmin ediyorum bu seçimlerinde. Ama sanıyorum en önemlisi, daha ilk günlerden beri Saskia ve İbrahim’i bir arada gördüğümüzde gözlemlediğimiz muazzam uyum ve sevgi bağı.

Bilenler bilir, benim anaçlık katsayım düşüktür, çocuk bakım deneyimim de sıfırdan hallice. Ama farkındayım, eşimin bir onur sayıp kabul ettiği bu yeni unvanının bizim yaşamımıza da bir yansıması olacak elbette ki. Neyseki Saskia sevilmeyecek çocuk değil. Hem şirin, hem iyi huylu, çoğu zaman neşeli, dertsiz. Şımarıklığı yok, erken yaştan itibaren kendini oyalayabilen mutlu ve bağımsız çocuklardan.

Biz de sık sık görüşüyoruz, birlikte küçük geziler, kutlamalar yapıyoruz.  Keyifli anlar geçiriyoruz. Hepsi tamam, hiç şikayetim de yok. Saskia için alışverişe çıkmaya bayılıyorum mesela.  Ona kıyafetler, ayakkabılar seçmek kadar zevkli bir şey yok. Ne giyerse de yakışıyor zaten. O da beni inceliyor, üstümde ne var, ne takmışım diye bakıyor. Bir gün ailecek bir ayakkabı mağazasının önünden geçerlerken vitrindeki iddialı topuklu pabuçları görünce durdurmuş annesini. Bir yandan ayakkabılara işaret ediyor, bir yandan da “Tatie Deniz!” (Deniz Teyze) diye çığlıklar atıyormuş heyecanla… Eh, benim çocuğa ne aşılayacağım da belli oldu böylece…

Derken hem heyecan hem korkuyla beklediğim o gün geldi. Anne ve babası Saskia’nın bir gece bizim evde misafir olmak istediğinden bahsettiler. Artık yeterince büyümüş, üstelik tuvalet eğitimini de başarıyla tamamladığından gündüz zaten sıkıştığında haber veriyormuş. Akşam yatarken ne olur ne olmaz diye altı bağlanıyormuş yalnız. Daha önce anneannesi ve dedesinin evinde de tek başına kalmış, hiç problem olmamış. Şimdi de bizimle bir gece geçirmeyi çok arzu ediyormuş…

Aldı bizi derin bir düşünce. Ben bu konuda da babama benziyorum, emanet çocuğun sorumluluğu onu da direkt kırmızı alarmın eşiğine getirirdi.  Düşünsenize, başkasının kıymetlisine, onun gözünün nuruna bakacaksınız, sahip çıkacaksız. Allah vermesin, bir ufacık dikkatsizliğiniz yüzünden çocuğun başına bir şey gelse, ailesine nasıl hesap verirsiniz? Kendinizle nasıl yaşarsınız?

Üstelik ben bir de beceriksizim bu konuda. Sakarım sonra. Bazen çok dalgın olabiliyorum. Çocuklarla oynama faslını idare ediyorum da, otoritem de hiç sökmüyor onlara.  Tutar tarafım yok yani.  Hiç unutmam, üniversite yıllarında bir arkadaşım küçük kızkardeşine sormuştu bir gün “Deniz hariç bütün kız arkadaşlarıma Abla diye hitap ediyorsun, ona niye sadece Deniz diyorsun?” Kız kıkır kıkır gülmüş; “aman ondan abla mı olur!” diyerek…

Tabii bu sözü değişik şekillerde yorumlayabiliriz. Ben iyimser bir insan olarak genç neslin beni “yetişkinlerden” değil de, daha çok “kendilerinden” bildiklerine inanmayı seçiyorum. Aksi halde gururumun sancısından ayakta kalmam mümkün görünmüyor zaten…

Uzatmayalım, bazı mazeretlerle biriki ay daha geciktirdik Saskia’nın söz konusu ziyaretini ama sonunda bir gün belirlemek durumunda kaldık. Çocuğun kalbini kırmak istemiyoruz daha fazla bekletip.  Bir de kaçınılmazı ertelemenin faydası yok, bir yerden başlayalım gitsin düşüncesindeyiz. Plan şöyle: Cumartesi öğleden sonra İbrahim gidip Saskia’yı evinden alacak, o gece ufaklık bizde kalacak. Pazar geç öğle yemeğine de onlara davetliyiz. Böylece hem kızımızı usulca evine bırakmış olacağız, hem de anne babasıyla biraz muhabbet şansını yakalayacağız.

Haydi bismillah.

Cumartesi kalktık heyecanla, daha öğlen saati olmadan çaldı telefon. Saskia’nın annesi arıyor: “İbrahim nerede kaldın? Bizimki sabah erkenden kalktı, heyecanla giyindi hazırlandı, seni bekliyor. İki dakikaya bir de ne zaman gelecek Parrain diye soruyor!” Eşimin yüreğinin yağları eridi tabii, hemen yola koyuldu.

İki arabamız var, ufaklık spor olanını rica etmiş. O araç da sadece iki kişilik olduğundan bana evde beklemek düştü. Kendi bebek koltuğunu takmışlar, kemerini bağlamışlar. Tam hareket edecekken “üstünü aç arabanın lütfen” demiş bizim küçük hanım. Eşim onun bu isteğini “güneş çıkınca açılır arabanın üstü, görüyorsun şimdi hava kapalı” açıklamasıyla kibarca geri çevirmiş. Bizimki kabullenmiş ama bunu bir kenara yazmış.

Araba hızlanınca “yaşasın” diye bağırıyormuş keyifle. Hız kesici tümseklerin üstünden geçerken de kucağındaki bebeklerini “merak etmeyin ben sizi tutuyorum” diyerek telkin ediyormuş. Aydınlık yüzünde “bu hafta sonu çoook eğleneceğiz” ifadesi.

Neyse, geldiler… Saskia’nın elinde iki küçük bavul, tahmin edersiniz ki ikisi de pembe renkte. Birinde kıyafet ve aksesuarlar, diğerinde oyuncaklar, resim defteri, boyalar, kalemler ve tabii ki Barbie bebekler…   Bu arada, dikkatinizi çekerim, ayağında pembe çizmeler var, valizinde de iki çift yedek ayakkabı getirmiş. Tatie Denizle uyum içinde olmayı planlamış sanıyorum.

Saatlerce sırasıyla bizim yatağın üstünde hoplamaca, top oynamaca, yine hoplamaca, resim yapmaca, hoplamaca, boğuşmaca, yerlerde sürünmece oynadıktan sonra neyseki yorgun düştüğünü kabullendi de bize de nefes alma imkanı doğdu.  Zaman nasıl geçti anlamadık ama, çok da keyifliydi, kahkahaları çınlattı ortalığı.  Biz de o curcunada neydik nereden geliyorduk unuttuk.

Derken televizyonda çizgi film izlemeye karar verdi. Meğer bizim Digitürk’te bir sürü çocuk kanalı varmış da haberimiz yokmuş. Saskia bir kanepeye geçti, ben ötekine yayıldım.  İbrahim de fırsat bu fırsat deyip yan odadaki bilgisayarının başına kaçtı.

Küçük hanım önce biraz mesafeli dursa da benim tarafa birkaç kaçamak bakış fırlattıktan sonra usulca gelip yanıma kıvrıldı. Sarılıp saçını okşamama da izin verdi zamanla.  Biz öyle mırıl mırıl keyfederken tam altı buçukta alarmı çalan bir saat gibi dikilip “acıktım!” dedi.

Önceden anlaşmıştık, pizza yiyecektik. İbrahim’i mahallenin pizzacısına yolladık,
Saskia da masayı hazırlamama yardım ediyor. Üç kişiyiz malum ama o iki tabak da anne ve babası için koymakta ısrar ediyor.  En yumuşak sesimle “ama Saskia onlar bu akşam gelmeyecek, biz uyuyup uyanıp sonra yarın öğlen onlara yemeğe gideceğiz” diyorum. O beni duymazdan geliyor, hiç ciddiye almıyor… “Anne babaların yeri çocuklarının yanıdır Deniz, hele de akşam hava kararmaya başladığında” diye duygusal tonda bir de çıkış yapıyor ki benim elim ayağım boşalıveriyor.

Neyseki pizzaları görünce dikkati dağılıyor, biz de fazla tabakları çaktırmadan toplayıp kenara koyuyoruz.  Yemek sonrası daha sakin tempoda sohbete ve sakalaşmaya devam ediyoruz… Brüksel’de yaz günleri güneş epey geç batar, saat ona doğru kararıyor o gün de ortalık.

Bizimki de tam o sırada bebekleriyle şöyle bir oyun sahneye koyuyor: Barbieler “anne, baba gelin bizi alın gece oldu” diye ağlaşıyorlar. O da yanıtlıyor: “Merak etmeyin, onlar da elbet biliyorlar bu saatte çocukların yalnız bırakılmaması gerektiğini.” Eyvah diyorum, durum kötü.  Hali de içime dokunuyor çok, bıraksanız ağlayacağım.

Annesini arıyoruz, o niyeyse sakin. “Hiç merak etmeyin, bezini sarın, pijamasını giysin, sütünü verin sakinleşir, birazdan da uykusu gelir, sızar zaten bu saatlerde” diyor. İkna olmadık ama deniyoruz, uyku kostümlerini giydiriyoruz törenle,  ılık sütünü de eline tutuşturuyoruz ama bizimki cin gibi. Saat onbir oldu.

Kanepede oturuyor, bir taraftan televizyona bakıyor, diğer yandan da camdan dışarıya, karanlığa. Arada iç çekiyor ve “neredeyse gelirler” diyor küçücük bir sesle. Yani Ömercik filmi acıklı diye düşünenlerdenseniz, bu gerçek hayat dramasına kayıtsız kalmanız mümkün değil. Ben çöktükçe çöküyorum, daha fazla beklemeden ailesine teslim mi etsek acaba diye düşünmeye başlıyorum.

Tam o sırada donuna işediğini itiraf ediyor en solgun sesiyle. O kadar durgun ve kederli görünüyor ki kızmanız mümkün değil. Kaptığımla tuvalete götürüyorum onu, başka bez vardı neyseki bavulunda, hemen değiştiririz diye hesap yaparken bunun son yedek olduğunu fark ediyorum.

Tuvalete girdiğimizde aklım o kadar karışık ki bir an boş bulunup eylemsiz dikiliyorum karşısında. Gözümün içine anlayışla bakarak “Deniz, ben çocuk olduğum için boyum kısa, tuvalete tırmanamıyorum. Beni sen oturtabilir misin acaba?” diye soruyor. Güleyim mi ağlayayım mı bilmiyorum. Ah, sevgili şahane çocuk!

İbrahim temkinli insan, yedek bez kalmamasından muzdarip, düşünceli. Bir kaza daha olursa ne yaparız senaryosu üstünde yoğunlaşmış aklı. Türkiye’de değiliz ki akşamın o saatinde açık market bulalım. Bizim mahallede oturan küçük çocuklu arkadaşlar listesini tarıyoruz kafamızda. Şanslı aileye telefon açıp, önce geç vakitte aradığı için binbir özür dileyip sonra da “bez varsa gelip alabilir miyim?” e getiriyor lafı. Becerikli adam şu Parrain, eh boşuna mı hami seçildi?

Saskia ile başbaşa kalıyoruz, çok uykusu geldi ama direniyor. Neyseki mahmurluğu artık hüznünü bastırıyor, daha az acıklı görünüyor cimcime. İbrahim az sonra dönüyor, bir de çizgi film DVDsi vermiş tecrübeli arkadaşlar eline. O da göreve konsantre olmuş, aldığı direktifler doğrultusunda Saskia’yı kalacağı odaya götürüyor.

Çek yat kanepeyi yatağa dönüştürüyoruz. “Aman Allahım, bu bir mucize!” diye neşeli bir çığlık atıyor bizimki ellerini çırparak. Uzun zamandır ilk kez güldü yavrucak, bilsek daha önce yapardık.  O odada bir küçük televizyonumuz ve DVD oynatıcımız var. Çizgi filmi taktık, üçümüz pijamalarla Saskia’nın yatağına dizildik yumurta gibi. Daha beşinci dakikayı bulmadan uyuyakaldı zavallı. Tepedeki ışığı söndürdük, masa lambasını açık bırakıp çıktık oradan.

Sabahın ikisinde çocuk ağlamasıyla sıçrıyorum yataktan.  Kimim / neredeyim / ne oluyor sorularından sonra yolumu bulup Saskia’nın yanına koşuyorum. İbrahim de tabii. Işığa rağmen uyanınca ortamı yabancılamış ve korkmuş garibim. Sarıldık hemen şefkatle, sakinleştirmeye çalıştık.  İbrahim bana eliyle “sen git ben yatıştırırım” anlamına gelen bir işaret yapıp beni odamıza yolladı.

Bana gelince, artık yediğim pizza mı dokundu, aşırı heyecan ve duygu yükü mü bilemem, bağırsak/mide ne varsa herşey iflas etti o gece. Sabahın erken saatlerine kadar banyo-yatak odası arasında mekik dokudum, sonunda da hem uykusuzluk hem krampların verdiği azaptan bitkin düşüp banyoda yere serdiğim havluların üstünde uyuya kaldım… Kendime gelince de sürüne sürüne yatağa ulaşıp yeniden sızdım.

Hatırladığım bir sonraki sahnede saat on gibi İbrahim ve Saskia başucuma dikilmişler, beni kahvaltıya çağırıyorlar. Ama ben gözümü bile aralayamıyorum. Ufaklık endişeli görünüyor. “Tatie Deniz’in nesi var?” diye soruyor. İbrahim “biraz rahatsızlanmış, haydi bırakalım da dinlensin” diyerek mutfağa doğru yönlendiriyor onu. Kahvaltıdan sonra da götürüp evine teslim etmiş zaten, öğle yemeği için de özür dilemiş benim adıma.

Ben o gün ikindi vakti toparlanabildim. Kendime geldikten sonra ancak akıl edebildim eşime hal hatır sormayı. Baktım, o da perişan… Anlattığına göre bizim bitirim çocuk gece boyu ara ara kalkıp yatakta dimdik oturuyormuş, nasılsa uyumaya devam ederek. Sonra beklemediğiniz bir anda aniden küt diye devriliyormuş ya sağa ya sola. Dertli Parrain kafasını bir yere çarpacak diye çok korkmuş haliyle, ona göz kulak olacağım diye de kendisi pek uyuyamamış.

Saskia gece bir ara da İbrahim’in üstüne tırmanmış ve oracıkta uyumaya devam etmiş. Diğeri de rahatsız olsa da ses etmemiş… Dahası prenses ara ara pırt yapıyormuş.
“Küçücük bir çocuğun gövdesinden nasıl bu kadar gaz çıkabilir, hayret ettim!” diye naklediyor bu fenomeni bilim aşığı Parrain.

Üstüne üstlük sabah erkenden neşe içinde uyanmış Saskia ve “Ibo bak
hava güneşli!” diye haykırmış coşkuyla. Yani “kalk arabanın üstünü açıp gezelim” demeye getiriyor. Parrain tabii ona öyle bir haşin bakmış ki ”yat aşağı” diyen gözleriyle, anında iki saat daha uyumaya karar vermiş Saskia.

Anlayacağınız yirmi dört saat bile sürmeyen bu ilk nöbetimiz sonunda eşim de en az benim kadar uykusuz ve yorgun… Pazar akşamı salonda bir kanepede o yatıyor, diğerinde ben, kimsenin pek sesi çıkmıyor. Tuşa geldik! “Biz iyi ki kendimizi bilmişiz de çocuk yapmamışız” diyor İbrahim. “Çok haklısın hayatım…” diyorum içtenlikle “…Allah zaten dağına göre kar verirmiş!”

Pazartesi işe gittiğimde Saskia’nın annesiyle konuşuyorum. Sağlık durumumu merak etmiş, biraz utanıyorum başıma gelenlerden tabii, geçiştiriyorum yanıtı ve hemen Saskia’yı soruyorum, onun izlenimlerini merak ediyorum.

Kadıncağız belli ki o gece olanı biteni İbrahim’den dinleyince biraz endişelenmiş haliyle ve kızına sormuş: “Bir daha kalmaya gidecek misin Parrain ve Tatie Deniz’in evine?”

 “Elbette” demiş Saskia tereddütsüz sıcak gülümsemesiyle, çünkü çoook eğlenmiş…

 
Brüksel, Şubat 2013

  Not:

 Babam seneler önce bugün –nereden estiyse aklına- anneme bir demet çiçek almış. Tam apartmanın kapısından girerken esnaftan bir zat biraz manidar bakmış babama ve belli belirsiz gülmüş ince bir alayla.  “Ona rağmen senindir bu çiçekler” demişti anneme…

 Bu Sevgililer Günü’nde beyaz atlı prensi bekleyen genç kızlarımızın sevgisini göstermekten çekinmeyen, kendisiyle barışık, cesur ve yeniliğe açık kahramanlarla karşılaşmalarını diliyorum.

1 thought on “Sevgiyle Saskia

  1. Ah aziz Valentin ah…Senin İmparator Cladiusun korkusundan gizli hıristiyanlara gizlice kıydığın nikah sonrasında nikah öncesi Sevgili olanların nikah sonrası düşman olup da boşancaklarını hiç aklına getirdin mi?

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s