Geçen yıllarla beraber insanın hayata bakışı ve beklentileri nasıl da değişiyor. Çocukluğumda hep bir sonraki cazip hedefe odaklanmış şekilde yaşardım, çok net anımsıyorum. Ankara’dan yola çıkardık babamın beyaz Ford marka arabasında, yaz tatili için Çeşme’ye kampa gidiyoruz diyelim. Ben daha ilk dakikalardan başlardım sormaya “Baba, kaç saat sürecek yolculuk? Ne zaman varacağız?” Sonrasında da yarım saate bir bozuk plak gibi tekrarlardım: “Daha ne kadar kaldı? Daha çabuk gidemez miyiz?”
Çünkü istediğim tatilin biran önce başlamasıydı ve bunun için de deniz kenarına varmak ön şart oluşturuyordu küçük kafamda. Ona kadar geçen zaman anlamsız, gereksiz bir detay, hatta bazen dayanılması zorunlu bir işkenceydi. O kadar.
Yola sabahın erken saatlerinde daha güneş doğmadan çıkmamıza rağmen İzmir’in öğle sıcağına yakalanırdık her seferinde. Beni ateşler basardı, yanaklarım al al. Üstelik o saate kadar hem sabrımın son demlerine vurmuşum, hem de uyuyup uyanmaktan hafif sarhoşum… Daha sık sormaya başlardım artık ne zaman varacağımızı.
Zavallı babam beni oyalamak adına bazen eski anılardan, bazen de etrafımızdaki manzaradan söz açardı. Çiçekleri gösterirdi mesela, zeytin ağaçlarını bazen, ne bileyim tarlaları, koyunları, köy çocuklarını, şırıl şırıl akan dereleri… Şöyle lütfen bir bakardım ama öyle anlamsız gelirlerdi ki bunlar bana, sadece içimin sıkıntısını arttırmaya yararlardı. Babam kazara mola verelim bir ağaç gölgesinde dese isyan bayraklarımı açardım.
Ben bir an önce gitmek, varmak ve yüzmek istiyorum diyorum, babam bana ya börtü böcekten bahsediyor, ya da amacıma ulaşmamı geciktirecek tekliflerle geliyor. Oysa ben o sırada dış dünyaya tamamen kapalı ve tıkabasa kendi isteklerimle dolu olarak derin düşüncelere dalmışım: Odamız bu sene hangi blokta olacak acaba, arkadaşlardan hangileriyle aynı devreye düşeceğiz, daha uzun süre plajda kalmak için anne babayla ne tür pazarlıklar yapabilirim, gece iznim bu yaz biraz daha geniş tanımlanmaz mı acaba vs. yi ölçüp biçmekle meşgulüm. Ve de tabii en önemlisi denizi düşlüyorum ve bir an önce kendimi ona teslim etmeyi. Tatilin gerçekte başladığı an benim vücudumun Ege’yle kavuştuğu an çünkü…
Çeşme kampına varırvarmaz da ilk yaptığım şey valizi yırtarcasına açıp mayomu üstüme geçirdiğim gibi sahile atılmaktı tabii. Plaja gelince de elimdekileri yere savurur, aceleyle havlu elbisemi çıkarıp öylece kumda serili bırakır, terliklerimin birini bir yana, ötekini diğer yana fırlatıp koşarak suya atlardım, hiç tereddütsüz.
O ilk dalışta zincirleri koparmak duygusu vardı, ilk kulaçta da özgürlüğün kokusu. Sonraki her devinimle hem dünyayı kucaklar, hem de ondan tamamen kopardım. Sonsuzluk ve arınmışlık duygularına sarınır, saatlerce yüzerdim. Sudan çıktığımda derim büzüş büzüş olurdu, ben nefes nefese. Ama yüzümde bir yaman gülümseme ki sormayın.
O zamanlar öyle kış tatilleri, uzun hafta sonu kaçamakları, bayramı bahane edip Akdeniz’e inme modaları yoktu bizim evin alfabesinde. Tatil yılda bir kez yapılırdı, bütün sene hayaliyle yaşar, gelsin diye gün sayar ve bir kez başladı mı da iliğini emmek için elinizden geleni yapardınız.
Rüzgar gibi geçerdi ne yazık ki o sayılı günler ve daha neye uğradığınızı anlamadan kendinizi dönüş yolunda bulur, bir zaman fotoğraflarla, sahilden topladığınız deniz kabuklarıyla, aman açılmayayım diye gözünün içine baktığınız yanık teninizle oyalanırdınız. Sonra güz gelirdi, okul başlayınca da dengeler değişir yaz anıları soluklaşırdı sessizce. Beklerdiniz siz de önce beyaz kışı, sonra müjdeli ilkbaharı ve nihayet yazı. O yeniden ilk kez denizle buluşacağınız büyülü anı, ilk suya atlayışı.
Zamanla başka büyülü anları da tattım neyseki hayatta. İstediğim okullara kabul edilişlerim kadar mezuniyet törenlerini de sevdim mesela. Hem içimde yankılanan “yaptım, başardım” duygusunu, hem de bunun dış dünya tarafından da onaylandığını gösteren sertifikaları alıp yan cebime koymayı.
Sonrasında iş hayatındaki başarıları, kariyer merdiveninde tırmandıkça keyfe gelip coşmayı sevdim. Kartvizitin açtığı kapıların ardındaki avantajları, olanakları, maceralı seyahatleri, değişik karakterlerle tanışma, farklı hayatları gözlemleme fırsatlarını.
Aşkın itiraf edildiği anları çok sevdim sonra. Hani bilirsiniz ya, soruların ve kuşkuların sonlandığı o katıksız teslimiyet tadını. Hissetmenin zayıflık değil mucizevi bir şans sayıldığı, gözlerinizin tam gaz parladığı ve içinizin ışıldadığı o dakikaları. Birine bakıp kendinizi gördüğünüz noktadaki taze ve kırılgan gizemi.
Hakkımı aldığım zamanları sevdim. Yaşamın daha da ileri gidip önüme kırmızı halı serdiği günlerdeki heyecan başımı döndürdü. O halıda gurur ve sevinçle ilerlerken duyduğum kendine güven duygusunu tutmak istedim avuçlarımda bir ömür boyu. O anlarda bazen aynadaki aksim çarparsa gözüme daha da dikleşirdi duruşum, gülümserdim kendime ve dünyanın nimetlerine.
Hala bayılıyorum o en esaslı duyguları tam da dorukta yaşadığımız o anlara. Onlardaki yoğunluk, olağandışılık ve en duru halindeki mutluluk hala aklımı başımdan alacak kadar çekici geliyor bana. Diğer yandan, hayat onlardan ibaret değil biliyorum artık, daha önemlisi çok sık da denk gelmiyor o tarz deneyimler, o büyük kazanımlar, coşkulu duygular, cilalı başarılar.
O zaman hayatı yalnızca bu çok özel mega zafer ve ultra tatmin anlarına indirgeyecek şekilde tanımlamak ne kadar anlamlı diye soruyor insan kendine. Böyle yapıldığında yaşamın büyük kısmı ruhsuz bir beklemede mi geçiyor? Öyleyse biraz ziyan etmiyor muyuz elimizdeki onca yılı? Üstelik kaçırmıyor muyuz gündelik ve olağan görünende saklı olan mesajı?
Hani diyorum ki yolda karşımıza çıkan şu köy çocuklarına daha bir alıcı gözle bakmalıyız belki, yandaki ağaç gövdelerinin göğe yakarışındaki estetiği seçmeyi öğretebiliriz bakarsınız gözlerimize. Babamın hep istediği gibi ormanlık bir pınarbaşında mola almayı öneriyorum hepinize denize giden yolun üstünde. O serinlikte soluklanmayı azıcık sevdiklerinizle. Nereden gelip nereye gittiğimizi bir kenara koyup kim olduğumuzu anımsamak için belki sadece.
Nice, Şubat 2013
Bu konuda Hazal seni geçer valla ….Senelerdir Denetko yollarında gider gelir halen nerede ne var ne kadar yol kaldı uyur uyanır vede sorar. Ancak sorusunun hedefleri biraz senden farklı alışverişmerkezleri , yiyecek yerleri ve son olarakta varış yeri tabii.
Hayat yolculuğumuza doğduğumuz anda çıkıyoruz ve….zaman çok hızlı geçiyor….bizi üzen olaylar bile bir bakmışız geçmişte kalıyor….senin de “Yol” da yazdığın gibi “araları” da mutlaka görmek, hissetmek, yaşamak lazım…hayat böyle birşey…