Uykular hiç olmadığı kadar ince ve ağır artık (2. Bölüm: İnce Çizgi)

incecizgi

Cumartesi gecesi uykunun uğramadığı gözlerimi tavana dikmiş yatarken iki sokak ötedeki hastanenin Yoğun Bakım servisinde yatan annemi düşündüm. Uyuyor muydu? Uyanıksa aklından neler geçiyordu? Korkuyor muydu? Her zamanki iyimserliğini koruyabilmiş miydi yoksa? Ağlıyor muydu?

Bir zamandır Ankara ziyaretlerim sırasında annem kendi odasını bana ikram eder oldu. Valizim ve diğer ıvır zıvırlarımla çocukluk odama göre daha geniş olan bu mekânda rahat edeceğimi düşünüyor sanıyorum. Başlarda yadırgadığım bu durumu artık kabullendim. Bazı geceler Hazal da misafirim olduğundan iki kişilik yatak konforu da işe yaramıyor değil, ne yalan söyleyeyim.

O gece annemsiz bu evde, onun yatağına uzanmış dünyayı seyrederken onbir yıl öncesine akıyor düşüncelerim. 2002 yılının Ocak ayında izne geldiğim günün ertesinde bu kez babamın anjiyosu için sürüklenmiştik hastanelere. Operasyonun akşamında annem babamın yanında refakatçi kalmış, beni de yoğun kar yağışını bahane ederek erkenden eve yollamışlardı.

Anne ve babanın evlat özlemiyle yaşadıkları mekânda şimdi çocuklarının onları hasretle anması ne yaman bir kader oyunu. Tuvalet masasının üstünde annemin makyaj malzemeleri duruyor, tarağı, fırçası, kremleri… Kapının arkasında etekleri asılı, yerdeki hasır kutularda kaçık olmasına rağmen nedense bir türlü atamadığı naylon çorapları.

Her yerde bir “az önce çıktım, birazdan döneceğim” havası var ama bu hal benim kararmış ruhumu ferahlatmadığı gibi, olan bitene trajik bir vurgu da ekliyor. Yumuldum, küçücük oldum koskoca yatakta. Sevmiyorum ben bu anjiyo kelimesini. Kelebeğin Rüyası’nı görmeye hazırlanırken kanatlarım kırpılmış, kolum bacağım baltalanmış kadar güçsüz hissediyorum. İçimden kanıyorum.

Pazartesi günü yapılması planlanan anjiyo öncesinde annemi Yoğun Bakım’da misafir edeceklerini söylediler bana. Sonra da kapıp götürdüler onu üçüncü kata. Beni kayıt işlemleriyle baş başa bırakarak. Teyzemi arayıp bilgilendirdim en titrek sesimle. Arkadaş toplantısından çıktı, yolda, geliyor.

Sarı duvarlı soğuk odada annemin kürkü, çantası, bastonu, ödünç şemsiye ve kendi eşyalarımla baş başa kaldım birden. Annemin kıyafetlerini de toplayıp yanıma almam lazım. Bir naylon torba rica ettim, getirdiler. Onun giysilerini katlayıp poşete koyarken babamın hastane odasından ayrılışımızı anımsadım.

Anjiyo sonrasında acil bypass ameliyatı olması gerektiğini söylemişti doktorlar. Apar topar alındığı ameliyatın başarılı geçtiği bildirildi, ama hemen ertesinde Yoğun Bakıma nakledildi. Babamı o ünitede yalnız bırakıp eve dönerken hastane odasını da boşaltmamız gerekmişti haliyle.

Hepimiz şoktaydık. Kof devinimlerle oradan oraya yürüdük, dolapları, çekmeceleri açıp kapattık. Tam odadan çıkacakken biri anneme dönüp “Yenge, bu torba çöp mü?” diye sordu saflıkla. Annemin gözleri kocaman oldu, yüreğine hançer yemiş gibi çırpınarak “Ziya’nın giysileri var onun içinde!” diye haykırdı.

Soran kişi mahcubiyetten ezildi, bizler önümüze baktık. Sabah kalktığıyla ütülü takım elbisesini kuşanan, gıcır kravatını takan Ziya Bey’in kıyafetleri nasıl da küçülüp top olup saklanıvermişlerdi o plastik poşete. Ağzı bağlıydı torbanın, iki uzun kulak gibi dikilmişti sapları. O çirkin yaratığı saygıyla taşıdık eve kadar sessizce.

Elimde onca yükle hastane kayıtta hala medeni bir yetişkin gibi davranmaya çalışırken bir yandan da öfke ve acıyla bedenimin iç duvarlarını yumruklayan çocuğa hakim olmaya çabalıyorum. Anneme veda edemediğimi ve hemen görmek istediğimi söylüyorum. Önce “Yoğun Bakım’a giremezsiniz!” komutunu işitiyorum ama ısrarım galip gelince üçüncü kata çıkmaya hak kazanıyorum.

O katta biri idari işlere, diğeri doktorlara ait iki ofis var. İkisinde de in cin top oynuyor. Yoğun Bakım’ın kapısı kilitli, zili yok. Kapıda da “lütfen kapıyı boşuna çalmayın, açılmayacaktır” tarzı bir yazı asılı. İnsan düşünmeden edemiyor, hasta yakınlarını çaresizlik içinde kıvrandırmak mıdır amaç?

Elimde iki çanta, iki manto, bir baston, bir şemsiye ve bir naylon torbayla oradan oraya koşup yol yordam sorabileceğim bir âdemoğlu arıyorum. Nihayet biri halime acıyıp kapıyı açtırıyor. Hemşireye annemi beş dakika olsun görmek istediğimi söylüyorum. “Tamam” diyor, “beş dakika girin!”. Tam içeri doğru hamle yapacakken ekliyor. “Galoş giyin!”

Taşıdıklarımı gösterip “nasıl?” diye haykırmak istiyorum. Onun yerine yutkunup akrobatik hareketlerle dediğini yapıyorum. Geniş bir salonda yatıyor annem, aydınlık ve temiz bir mekan, iki de büyük penceresi var. Üstelik tek hasta da kendisi. Sakin görünüyor, yüzüne renk gelmiş.

Aşağıdaki doktorun bana dediklerini tekrarlıyorum anneme yavaşça. Şu anda endişe edilecek bir durum yok ama bir krizin eşiğinden döndüğü için risk almak istemiyor doktorlar. Hafta sonu burada gözetim altında tutulacak. Annem dinliyor, ilaçların etkisinden olacak, oldukça sakin, olgunlukla karşılıyor olan biteni.

Hemşire takıları yanıma almamı söyleyince annemin hep boynunda taşıdığı dizi dizi kolyeleri, yüzükleri tek tek toplamaya başlıyorum. Küpesini çıkarırken istemeden biraz canını yakıyorum. “Önemli değil” diyor zoraki gülümserken. Bilezikleri yıllardır kolunda, çıkmıyor. “Zorlamayalım” diyoruz hemşireye, neyse ısrar etmiyor.

Annem meyvelerini kaybetmiş bir ağaç gibi hüzünlü ve çelimsiz görünüyor gözüme.  Bakışlarımı kaçırmaya çalışırken teyzem arıyor, kapıya gelmiş bile. Hemşireden onun için de beş dakika rica ediyorum.  Totoş içeri alınıyor.  Birkaç dakika telgraf misali kesik kesik konuşuyoruz, her birimiz diğerleri için sağlam durmaya çalışıyor.

Sürenin sonunda gönülsüz mecburiyetle veda ediyoruz anneme ve iki küçük yaprak gibi titreşen yüreklerimizi avuç içlerimize koyup annemin evine gidiyoruz onsuz. Yeni sistem kilitlerle dakikalarca mücadele verdikten sonra kapıyı açıp eve girdiğimizde uzaya savrulmuş toz parçacıkları gibiyiz.

O akşam ve ertesi gün çekirdek ailemizin Ankara şubesi olan bitenden haberdar ediliyor.  Herkes olumsuz yakıştırmalardan uzak duruyor, yine de kimse temkini elden bırakmıyor. Tanıdık doktorlar aranıyor, akıl soruluyor. Anjiyo bu hastanede mi yapılsın yoksa Pazartesi sabahı annem başka bir hastaneye mi aldırılsın konusu gündemde.

Bu tür soruların yanıtları işin içine dahil edilen akıl sayısıyla orantılı olarak karışıyor. Çelişkili bilgilerin ışığında karar verme zorunluluğu insanı sersem ediyor. Her artının bir de eksisi var sanki, her “evet” in peşine bir  “ama” takılmış.  Bilinçli karar verebilmek uğruna sordukça soruyorsunuz ama derin sulara açıldıkça boğulma riski artıyor, kazıldıkça derinleşen çukurda hapis hissediyorsunuz kendinizi.

Üstelik sizle ilgili bir karar değil vereceğiniz. Başkasının hayatı ellerinize teslim edilmiş gibi. Nasıl sahip çıkmazsınız bu emanete? Nasıl özen göstermezsiniz? Bir sürü ibret hikâyesi var sonra anlatılan, doğru zamanda doğru yerde olamamak üstüne. En iyi doktor hangisi? En donanımlı hastane nerede? Unuttuğumuz, göz ardı ettiğimiz bir parçası var mı bu bilmecenin?

Pazar sabah ezanına kadar kırpmadım gözlerimi. Onbir yıl öncesinden günümüze, Cuma akşamından Cumartesinin sahnelerine sekti düşüncelerim. Beynim son hız işlemeye devam ediyor, mevcut enerjisini hoyratça tüketircesine. Bir arpa boyu yol gidemedim oysa. Bitkinim sabahın ilk ışıkları odayı aydınlatmaya başlamışken. Balkona hücum etmiş aceleci güvercinlerin havayı yırtan kanat seslerini duyuyorum. Hararetle kaynaşıyorlar, ufukta huzur alameti göremiyorum.

Sabahın ilerleyen saatlerinde Ayten Teyzemin oğlu Engin uğruyor, elinde konser biletleri. İade etmeye çalışmış, almamışlar. Totoş var gücüyle olumlu düşünmeye çalışarak “belki de temiz çıkar anjiyo sonucu, siz konserinize gidersiniz, teyzenle ben bekleriz annenin başında” diyor. Engin’le kafa sallıyoruz saygımızdan.

Sabah yediden itibaren her saat başı hastaneyi arıyorum. Yoğun Bakım’daki hemşire hep aynı mesajı tekrar ediyor: “Annenizin durumu iyi, doktorun gelmesini bekliyoruz. Onun kararına göre odaya çıkarabiliriz.” Bunlar güzel sözler, ne var ki doktor bir türlü gelmek bilmiyor.

Saat onbir gibi hemşireden yine aynı sözleri işittiğimde “Hanımefendi, madem doktorun geliş saati belli değil, ben her yarım saate bir sizi taciz etmesem de siz doktor geldiğinde beni arasanız” teklifinde bulunuyorum. Kabul etmesine şaşıyor kendini beklentisizliğe alıştırmış mantığım.

Derken “bir dakika…” diyor hemşire, “…anneniz bir şey diyor.” Heyecanla kasılmış beklerken telefonda arka planda annemin sesini işitiyorum. Ne dediğini anlayamıyorum ama enerjik ve tempolu çığırışı umut verici gerçekten.

Hemşire kısa bir aradan sonra şöyle diyor: “Anneniz iyi olduğunu söylüyor. Siz de evde kapanıp kalmayacakmışsınız. Çıkıp gezsin kızım diye tembih ediyor”.  Güler misin ağlar mısın ikilemindeyim. Benim annemden başka bir işim olmadığını, odaya çıkabilecekse onu biran önce görmek arzusunu paylaştığımızı ve bu yüzden sık sık aradığımı anlatıyorum çabuk çabuk. Doktor gelince haber edeceğini yineliyor. Kapatıyoruz.

Yerimde kalamadığım için evde o uçtan ötekine savrulurken annemin odasındaki yuvarlak masa üstüne bırakılmış gazete kupürlerine takılıyor gözüm. Annem gazete ve dergilerde görüp de benimle paylaşmak istediği haberleri keser, üstüne çoğu zaman nükteli notlar düşer ve bu masanın üstünde biriktirir benim yokluğumda. Ben gelince beraber üstünden geçeriz.

Bazen son moda bir çanta resmi olur bu, kimi zaman beğendiği bir otel ya da restoran hakkında bir yazı. Bazen de eski göz ağrılarımdan birinin iş dünyasında parlayan yıldızı üstüne bir yorum. Yanına da not düşmüş mesela : “Kendine iyi bakıyor olmalı, pek yaşlanmamış!”

Annemin özlemi, dilekleri ve hayalleri gizlidir bu gelenekselleşen eylemde. “Her gün seni düşünüyorum, kulaklarını çınlatıyorum” demek ister böylece incelikle. Bazen talep eder derinden.  Mesela, Aralık ayında geldiğimde kestiği yazıların içeriğinden bir İstanbul seyahatinin özlemini çektiğini hissetmiştim. Ocak başında gerçekleştirdik nitekim bu hayali.

Annem İstanbul’da çok keyifliydi. Gençlik aşısı vurulmuş gibi dinamikti. Nişantaşı’nda sevdiğim butik otelden tutun da tasarımcı butiklerine, yeni açılan popüler mekânlara kadar her yeri arşınladı, sevdikleriyle bir araya geldi, müzelere, sergilere doyamadı.  Tadı damağında kalmış olmalı ki, bu kez de dünyaca ünlü bir İtalyan lokantasının İstanbul’da açılan şubesi üstüne yazılan bir yorumu kesmiş ve bir dahaki gezimizde buraya gitmeyi dilemiş. “Birlikte” ve “İnşallah” kelimelerini büyük harflerle yazmış olması dikkatimden kaçmadı.

Nihayet hastaneden haber geldiğinde Totoş’la anneme koştuk.  Durumunun iyi olmasına rağmen temkinli davranmak adına doktorun odaya çıkarmak yerine Yoğun Bakım’da tutulmasına karar verdiğini bildirdiler bize. Biraz burulduk ama annemin yanına kısa süre için de olsa girmemize izin verilmesine şükrettik yine de.

Hediye Hanım formda görünüyordu. Doktor ve hemşirelerle yaptığı sohbetlerden alıntıları nakletti bize. Odaya çıkarılmadığı için çok büyük bir hayal kırıklığına uğramış gibi değildi. Biraz şaşırdım aslında bu haline, gelişmeleri sorgusuz kabullenen biri değil çünkü gerçekte.

Babama gitti yine aklım. Ona da ani ameliyat haberi duyurulduğunda “olsun bakalım” demişti sadece. Sanki kendisini yakından ilgilendiren hayati bir karardan değil de komşunun kedisinin geleceğinden bahsediyorduk. Olan bitenden o denli uzak görünüyordu, rahatlık değildi bu, geleceğe güvenle bakmak hiç değildi. Kabullenişti.

Annem de dalgın dalgın “genç doktoru pek sevdim, adı da Bahtiyar’mış. İnşallah beni de bahtiyar eder” diye mırıldandı o gün. Bu sözleri bizim için bir açıklama mıydı yoksa kendi için bir nevi telkin mi? Aynı kabullenişin izlerini gördüm yüz ifadesinde, sesinin tonunda. Kabullenişten öte bir teslimiyet vardı belki o tepkide.

Hemşirenin uyarısıyla odadan çıkarıldığımızda son on dakikada görüp duyduklarımızı sindirmeye çalıştık. Eve dönüp bekleyeceğiz. Ümide tutunup bu kara maceradan yol yakınken dönmeyi,  hayatın acilen normale çevrilmesini diliyor yüreklerimiz.  Soğuk terlerimiz, uykusuz gecelerimiz ne anlamsızmış, meğer boşuna telaş etmişiz diye hayıflanmak istiyoruz yarın.

İncecik bir çizgide yürüyoruz. Bir yanımız kurtuluş, ötekisi uçurum. O çizgi üstünde dengede kalmak güç istiyor, inanç istiyor. Dik durmak, kendini sağlam tutmak yoruyor insanı. Düşüncelerim olmadık yere kararırken dünyaya meydan okur gibi haykırıyorum sessiz: “Hayat, geri bas! Yeter üstüme geldiğin…”

Gecenin karanlığı inmeden oturma odasının camından önümüzdeki binaların arka bahçelerine bakıyorum görmeden.  Alnımı pencerenin soğuğuna dayadım, bu camlar buğulandığında ne resimler çizerdim üstlerine parmağımla diye düşünüyorum.  Gülümsememe kalmadan annemin teslimiyet anındaki çehresi beliriyor zihnimde.  Tüylerim diken diken olurken çocukluğumun bu tatlı hayali dahi kayıp gidiyor parmaklarımın arasından.

İşte o an görüyorum arabasını avluda park edip dinamik adımlarla yandaki apartmanın giriş kapısına doğru ilerleyen genç kadını.  İtinalı giyinmiş, saçları yapılı, elinde bir buket çiçek. Heyecanla ilerleyişinden bir hasta ziyaretinden çok keyifli bir ortama, mesela samimi bir dost davetine gittiğini hayal ediyorum.

Özenerek bakıyorum o ana, şimdi o anı yaşayan genç kadının ruh haline, iç huzuruna, yaşamın kazadan beladan uzak herhangi bir noktasındaki zenginliğe. O anın saf mucizesine. Cumartesi öğlen yemeğimiz sırasındaki dertsiz sohbetimize geri dönmek istiyorum. Ya da kalp krizinin yolumuzu kesmediği  alternatif bir evrende o sinema salonuna varabilmeyi diliyorum sağ salim.

Yaşanan an var elimizde sadece. Sadece.

Tekrarı yok.

 

 Brüksel, Mart 2013

 

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s