Haşarı güvercinlerin telaşlı kanat çırpışlarına karışan taze sokak simidi kokusunda sıyrıldım delik deşik uykumdan. Günlerden Pazartesi, saat yediye geliyor, anjiyoya doğru geri sayıma başladık. Bu çetin Rus ruletini kaldırabilecek mi hafta sonunun iniş çıkışlarında dalgalanmaktan bitkin düşmüş yüreklerimiz?
Kapıcımız İlyas simit ve gazeteyi teslim ederken Totoş’tan alıyor haberi. Gönül koydu bize biraz niye daha önce bilgilendirmedik diye kendisini. İlyas deyip geçmemek lazım; sakinlerinin çoğunun orta yaşı geçtiği Fatih Apartmanı’nın eli ayağı, hem muhtarı, hem yılmaz bekçisidir o. Giren çıkanı takiptedir hep, kuş uçamaz ondan habersiz. Güler yüzü, iyi niyeti, hem yardımsever hem de becerikli mizacıyla bir tanedir. Hediye Hanım’ın has dostu, bizim ailenin koruyucu meleğidir.
“Hafta sonu zaten beklemedeydik, seni de telaşlandırmak istemedik boş yere” desek de sakinleştiremiyoruz İlyas’ı. “Ben Ablamı göreceğim!” dediğiyle düşüyor hastanenin yoluna. Biz Yoğun Bakım kapısından döndürüleceğini düşünüp üzülüyoruz Totoş’la ama engel olmak mümkün değil. Deneyecek.
Artık olağanlaşan hastane telefonlarımdan birine daha hazırlanırken içim kasılıyor yine de. Haberler olumlu neyseki, geceyi rahat geçirmiş annem. Saat on gibi de anjiyoya almayı planlıyorlar. Dokuza kalmadan yanına gitmek için hazırlanıyoruz…
Biz kahvaltıdayken geri geliyor İlyas. Annemin yanına girmekle kalmamış, bir de ondan mektup getirmiş bize. Totoş elleri titreyerek açıyor katlanmış kâğıdı, ben bir “sonsöz” mü duyacağım diye gerilirken yazının gerçek bir mektuptan çok bir nevi yararlı bilgiler listesi olduğu ortaya çıkıyor. Hızlıca tarayıp kenara koyuyoruz, hiç gerekmeyecek İnşallah, sağ salim dönecek Hediye Hanım.
Nasıl almışlar peki bizim İlyas’ı annemin yanına? Kapıdaki görevlilerin bazılarını tanıyormuş, bu bir. Üstüne “Hediye Ablamın kızı yurt dışında yaşıyor. Olan bitene çok üzüldü, ağla ağla perişan oldu. Benden annesinin iyi olduğunu kendi gözlerimle görüp ona rapor etmemi istedi” demiş.
“Ama…” dedim “…benim burada olduğumu biliyorlar, kaç kez telefonla konuştum, üstelik annem de anlatıp durdu orada herkese benim izne geldiğimi…” İlyas gülüyor olgunlukla, sen sonuca bak der gibi. Göründüğü gibi değil hayat, aklın da, onun soğukkanlılık ve beceriyle kullanımının da kimde olduğu hiç belli olmuyor yüzeyden bakana.
Hastaneye vardığımızda inanılmaz boyutlardaki bir bilgi kirliliğinin ortasında buluyoruz kendimizi. Nedenini takip edemediğimiz değişiklikler doğrultusunda bir süre bir oraya bir buraya sürüklendikten sonra medeni insan sabrımın sınır kapısına geliyorum. Birkaç kişiyi tersleyip, bir ikisine de fırça çektikten sonra annemi tek kişilik rahat bir odaya aldırmayı başarıyorum. Hep en zalim yüzümüzü mü göstermek gerekiyor lafımız dinlensin diye?
Saat onu geçiyor, annemin niye direkt anjiyoya alınmadığını sorduğumuzda iki gece Yoğun Bakım’da kaldığından biraz sıkıldığını, moralinin yerine gelmesi için canlı bir sosyal ortamın yararlı olacağını söylüyor hemşire. Sabah ekibimize katılmış Engin oda dışı işleri takip ederken teyzemle ben de annemi oyalamaya çalışıyoruz.
O bizden canlı Maşallah. İki günde çevre yapmış inanın hastanede. Hangi doktor nerelidir, hangi hemşire terstir, hangisi güler yüzlüdür, görev dağılımları nasıldır, hepsini biliyor. Odaya alınalı on dakika oldu olmadı, kat hemşirelerini de tavladı. Saçını okşayan mı ararsınız, ojelerine övgüler yağdıran mı, sarılıp iki yanağından öpen mi?
Totoş’la ben yabani kaldığımızı hissediyoruz bu sevgi denizi içerisinde. “Biz ne kaçırdık?” der gibi birbirimize bakarken annem onsekiz yaşında bir genç kız tazeliğiyle gülümseyip “fethettim ben bu hastaneyi de!” diyor göz kırpıp. Özgüveni dördüncü bir şahsiyet gibi odada yanı başımızda oturuyor.
Hafta sonu neler yaptığımızı, kimlerle haberleştiğimizi, hatta eve gelen misafirlere ne ikram ettiğimizi soruyor. Durumuna gösterilen ilgiden memnun, anlattıklarımızı can kulağıyla dinlerken birden anımsayıp “Deniz, beni Fransa’dan da aramışlar. Kim olabilir?” diyor. Sanırsınız Başbakan!
İlyas’ın beyaz yalanını naklediyoruz anneme gülerek. Beni gördüklerinden, İlyas’ı arayan bir kardeşim olduğunu varsaymışlar sanırım. Hayal ürünü de olsa, Fransa’da yaşayan ikinci bir kızının varlığı annemi hoşnut etmişe benziyor. Zaten biliyoruz, uluslararası çevresi oldukça geniş; Brüksel’de kimi Türk, kimi yabancı bir sürü kızı, damadı, hatta torunları var.
Yıllardır bize gelip gidişleri sırasında kurduğu ilişkilerle dil, din, yaş bariyerlerine takılmak şöyle dursun, onların üstünden dörtnala atlıyor. Annem arkadaşlarımın çocuklarına hırka, yelek örüyor, değişik dillerde çeviri eşliğinde fala bakıyor, yabancı damatlarını en az Türkler kadar bağrına basıyor. Hele şu Aslı’nın eşi yok mu, hem çok zeki adam, hem de bulaşık makinesini ne güzel yerleştiriyor!
Bir ara annemi güldürmek adına bize yazdığı mektuptan söz açtım. “Biz senden duygusal açılımlar beklerken, sen kullanım kılavuzu yollamışsın” diye takıldım ona. Yarı acı yarı tatlı bir tonla “ötesini düşünmedim değil, ama sizi üzmek istemedim” dedi.
Odaya yeniden dalan hemşire sözümüzü balla kesti. Tüm takıların alınması gerekiyormuş. Cumartesi günü bileğinden çıkaramadığımız bilezikleri kollarını kremle ovarak çekebildi ancak Totoş. Takıları ona süsü püsü anımsatmış olmalı ki, annem saçını bile tarayamamaktan şikâyet etti o ara.
Başında bir bone var oysaki ve muhtemelen onunla götürülecek anjiyoya. Totoş temkinli, bir tarak atmış çantaya ama meğer doğru tarak değilmiş. Kırıldı bir puanımız. Diğer yandan, evdeki dört beş çift gözlük arasından doğru ikiliyi seçtiğimiz için biraz kurtardık yine de durumu. Olağandışı şartlar altında günlük doğal sohbetimizi akıtmak istiyoruz, ancak hıçkırık tutmuş gibi kesik kesik ilerliyor kelimelerimiz. Boşluklar uzun sürmüyor ama ağır hepsi, tıpkı çabucak delinen ince uykularım gibi.
Saat onbiri geçe gelip yataktan sedyeye kaydırdıkları ana dek de sapına kadar şen ve hayat doluydu annem. Ancak odadan çıkarılırken korku gördüm beyaz-sarı yüzünde. Bir sonraki anın ne getireceğini bilememek ve onu etkileyebilecek güce sahip olamamak değildi sadece bu ifadenin arkasında yatan his. Olasılıkların en karasının zalim haşmeti çökmüştü sanki göğsünün üstüne.
* * * * *
Altı saat kadar sonra Engin’le yan yana anjiyoyu gerçekleştiren doktor hanımın dudaklarından dökülecek sözcüklerin yükünü taşımaya hazırlanırken, bakışlarımı kadının gözlerinden koparıp saçlarına kaydırdım korkaklığımdan. Doktor oldukça zayıf bir tip, çok hızlı bir tempoda seri konuşuyor, dediklerinin dinleyenler üstündeki etkisini umursamaz gibi bir hali var. Uzun saçları kıvır kıvır, kendi gerginliğinin elektriğine tutulmuş gibi.
Bugün iki kez daha karşılaştık kendisiyle. İlki sabah annemi anjiyoya götürmelerinden bir saat kadar sonra. Yoğun Bakım’ın kısa ve ışıksız koridorunda ayaküstü ve sanki doğuştan bu yana birikmiş acelesiyle damarlarda ciddi tıkanıklıklar bulunduğunu, bypass’ in tek çözüm olduğunu, ancak annemin şu anki durumunun böyle bir ameliyata imkân vermeyeceğini sıralayıverdi arka arkaya. Biz ürkek sorularla olayın gerçek boyutlarını anlamaya çalıştığımızda da anjiyo sırasında tansiyonu düşen hastanın şu an makineye bağlı yattığını ve kendinde olmadığını ekledi. Cumartesi günü acil serviste zihnime işkence eden çekiçler var güçleriyle inip kalkmaya başladılar yeniden.
İkinci buluşmamızda zamanın aleyhimize çalıştığını, zira annemin durumunun düzelme göstermek yerine kötüye gittiğini ve müdahale edilmezse hastayı kaybedeceğimizi bildirdi. Aklındaki “son umut” prosedürü uygulamak için biz yakınlarından izin istedi. Verilmez mi? Verdik. Tutunacak umut kalmış mıydı? Zannetmiyorum.
Şimdi bu üçüncü görüşme anında kadının saçlarına dolanmış bakışlarımla son darbeyi indirmesini beklerken yaşamı birkaç dakika olsun ileri sarmak isteğiyle yanıyorum. Yüzüğe düşen kan sahnesinden itibaren içimde bir yerde anlam veremediğim bir kesinlikte bildiğim gerçeği onun ağzından duymak istemiyorum nedense. Yine de söylüyor, bu sefer işime yarıyor acelesi. “Şimdi ne olacak?” sorusu var dudaklarımda, yan ofise yönlendiriyorlar bizi.
Engin de benim gibi; ağlayıp zırlamıyoruz birbirimize sarılıp, dövünmüyoruz. İsyan etmiyoruz. İdari İşler’de başsağlığı diliyorlar bize, oturacak yer gösterip su ikram ediyorlar. Sonra anlıyorum, bu iki perde arasındaki molamız, antrakt. Ben suyumdan iki yudum alırken kapalı perdenin arkasında sahneyi değiştiriyor siyah giyimli çevik adamlar. Perde yeniden aralandığında Deniz’in annesi, Engin’in Hedi Teyzesi gitmiş, yerine bir emanetimiz kalmış hastanenin yan odasında yatan.
Ama Yoğun Bakım’da da tutamazlar artık onu, “aşağı” indirecekler ve sonra “ne zaman gelip almak isteriz?” diye soruyorlar. Yaşamın gerçek renklerini böyle anlarda seçebiliyor insan. Benim gözümün önünden morlar geçti o saniye, kan kırmızılar sonra, parlak sarılar delici güneş ışınları gibi kör etti beni. Sonra bembeyaz oldu ortalık. O ak boşlukta dikilip elinde annemin nüfus kâğıdını sallayan genç kadın “buna artık ihtiyacınız kalmadı, bizde kalacak” diyordu. Diğer bütün “işlemler” için de yardımcı olacaklar, ne mutlu bize.
Karar alabilecek durumda olmadığımızı, şimdi gidip evde bekleşen yakınlarımızı bilgilendirmemiz gerektiğini ve onlara daha sonra geri döneceğimizi söylüyorum. Nasıl kurdum ben bu cümleyi? Onlar da görevlerini yapacak, anlayışla karşılamak lazım elbette. Ne var ki, biz hastanede çalışanlar kadar alışık değiliz canlıdan cansıza geçişi bu hızla sindirmeye.
Hastaneden eve yürüyoruz Engin’le yanyana. Yol iki, bilemediniz üç dakika sürüyor. Konuştuk mu hatırlamıyorum. Aklımdan neler geçti, netlikle anımsamıyorum. Yüzüme vuran havaya şükrettim yalnızca.
Fatih Apartmanı’nın önündeki taksi durağında tanıdık şoför dostlar bekleşiyorlar. Bizi ve eve ziyarete gelenleri yıllarca taşıdıklarından onlar da en az İlyas kadar aileden. Olan bitenden de haberdarlar. Bugün ev-hastane arasında mekik dokurken zaman zaman gözgöze geldik, tek kelimelik cümleler ve bakışlarla konuştuk. Üzüntüleri de şefkatleri de gözlerinden okunuyor.
Şoförlerden en yakından tanıyıp çokça zevkli sohbet ettiğim Levent ve Nevzat aynı arabaya yerleşmiş, bir yandan dertleşip diğer yandan müşteri bekliyorlar. Bizi görünce irkiliyorlar; duruşumuz, ifadelerimiz kötü habere gebe, hissediyorlar. Nevzat ne oldu gibilerinden kapıyı aralayınca başımı iki yana sallıyorum kederle. “Kaybettik!” derken yaşlar süzülüyor yüzümden aşağı.
İlk kez söyledim bunu kendime, yüksek sesle.
Brüksel – Venedik SN3205 seferi, Mart 2013
Ahhhh…