Sessiz adımlarla gelip yanımdaki koltuğa oturdu. Ben o sırada başım eğik vaziyette elimdeki teknoloji harikasıyla oynamakta olduğumdan yüzüne bakmadım bile. Konserin başlamasına artık dakikalar kaldığından salonun beklentisi de, kıpırtısı da artmıştı.
Cep telefonlarının kapatılmasını ya da sessize alınmasını rica eden ve konser boyunca fotoğraf çekmenin ve video kaydı yapmanın yasak olduğunu ilan eden o bildik anons yapılıyordu şu anda. Brüksel’in kültür ve sanat ortamında doyum arayan eklektik ve çok uluslu seyirci kitlesine usulünce hitap etmek gayesiyle Fransızca, Flamanca ve İngilizce olarak tekrar edildi bu mesaj. O tanıdık tekstin bitimine yeni bir ek yaptılar yalnız bu aralar; son bir ricada daha bulunmayı ihmal etmiyorlar iyi seyirler dilemeden evvel: “Lütfen öksürmemeye çalışın!”
Her seferinde bu garip ikazı takiben ölçülü bir itiraz ve saygılı kıkırdamalar yükseliyor salondan. Bu sefer de öyle oldu. Bazı seyirciler doğru mu duyduk dercesine teyit ettirdiler anladıklarını yanlarındakilere. Önümdeki sırada oturan üç yaşlı hanım da birbirlerine bakıp bilmiş bir edayla gülümsediler.
“Altın Kızlar” dizisindeki karakterlerin Avrupai tiplemeleriydiler sanki. İleri yaşlarına rağmen diri ve ince kalmış bedenlerine kaşmir kazaklar, ipek gömlekler ve klasik tayyörler giydirmişlerdi büyük bir özenle. Takıları benim diyordu, o söz sahibi pırlanta yüzüklere, babaanne yadigarı inci kolyelere hayranlıkla bakmamak mümkün değildi.
Saçlar seyrelmiş belki ama dikkatle taranmışlar. Aralarından birinin platin renkli topuzu muazzam bir tokayla tutturulmuş. Sımsıkı. Bırakın akşamın bitimine kadar dayanmayı, yıllar geçse milim çözülmez sanıyorsunuz.
Sahneyi kulise bağlayan kapı aralanıyor o sırada. Dünyanın en tanınmış genç müzisyenlerinden biri ününden beklenmeyecek bir sadelikle geçip o eşikten bizleri selamlıyor. Salon yıllardır bu anı beklemiş gibi fokurduyor hoş geldin alkışları yükselirken.
Resital daha ilk notasıyla esir alan cinsten, müzisyen iddialı. Kimsenin bir itirazı yok gibi, Lang Lang’ı bilenler zaten kendilerini onun büyüsüne kaptırmaya gönüllüler. Sürükleneceğimiz baştan belli de, hangi yöne ve nasıl bir ivmeyle akılacağı sürpriz sadece.
Ne kadar zaman geçti tam olarak bilmiyorum, gözlerim de dikkatim de sahneye kilitlenmiş olduğundan yanımda, yamacımda olan bitenin ayrımında değilim. İlk selama gelmişiz bile. Piyanist yerinden kalktı, hürmetle eğiliyor. Seyirci daha ilk notalarda şekillenen beğenisini göstermeyi bu ana kadar ertelemiş olmaktan mustarip alkışlarını bir volkan misali püskürtüyor.
İşte tam da o an yanımdaki adamı fark ediyorum. O muhtemelen epey bir zaman önce daldığı uykunun derinliklerinden sıçrayarak uyanmakta o sırada. İstemeden yarattığı sarsıntıda kendininkiyle birlikte benim koltuğu da sallıyor.
Bakıyorum da, önce şöyle bir “neredeyim, ne oluyor” kaygısı yaşıyor. İlk şoku atlatır atlatmaz da hiç bozuntuya vermeden alkışlayanlara katılıyor. Ne coşkulu ne de pinti el çırpışı. Salona kulak veriyor, alkış sesi durulmaya başladığı anda o da indiriyor ellerini aşağı.
Adam ellili yaşlarda olmalı. Orta boylu, tıknaz ve gözlüklü. Ona bir beden büyük gelen takım elbisesinin klasik, hatta tutucu kesimi, gözlüklerinin dikdörtgen kalın çerçeveleri, kırmızı yanaklı beyaz tenli yüzündeki hissiz, bomboş ifade itici geliyor bana. Elinde konserin programı var bir de sıkı sıkı tuttuğu.
Onu görünce biraz yumuşuyorum. Program için girişte ayrı bir kuyruğa girip bir de para ödemesi gerekmiştir diye düşünüyorum. Çalınacaklarla ilgilenmeyen insan ne diye böyle bir zahmete katlansın? Bak, iyi kötü giyinmiş süslenmiş de adam, özenmiş az biraz, kotu çekip gelmemiş. Hem kuzum kaç erkek tanıyorum ki Allah aşkına, tek başına klasik müzik konserine gelen? Bu şahsiyet en azından iyi niyetli bir adım atmış.
Ancak yorgun belli ki, gevşeyince de başı düşüverdi. Bundan sonraki kısma kulak verecektir mutlaka. Üstelik baksana sahneye en yakın kategoriden seçmiş yerini, bu bilet için epey para ödemiş. Umurunda olmasa niye yapsın o yatırımı?
Lang Lang yeniden tuşlara dokunurken ben de kafamdaki bu gereksiz tezleri silip müziğe kapılmayı diledim yeniden. Ancak kırmızı yüzlü adamın başı daha onuncu saniyede düşünce güleyim mi ağlayayım mı bilemedim. Horlamıyor neyse ki ama uzak diyarlara gidiverdi şimdiden.
O sırada önümdeki yaşlı hanımlardan biri çantasından çıkardığı deri kılıflı çok şık minik bir kutudan arkadaşlarına ikramda bulunuyor. Ben “bu ne ola ki?” derken bakıyorum hanımlar bilinçle kabul ediyorlar ikramı. Pastiller dağıtılıyor, öksürmemek için!
Tam “bu bilmeceyi çözdüm ama uyuyan adamın sırrı hala kendisinde saklı” derken aklımda bir ampul yanıp sönüyor. Belki diyorum adamcağız bu hanımların şoförü, ya da refakatçisi. Kadınlar belli hem varlıklı hem de kültürlü insanlar, adama da almışlar bir bilet, dışarıda bekleyeceğine o da müzik dinlesin demişler. Ne ince düşünmüşler.
Adam o anda yine zıplayarak uyanıyor. Önce sola benden yana, sonra sağa bakıyor. Sol elinin avuç içi yukarı, sağınki aşağı gelecek şekilde başparmaklar dışındaki sekiz parmağı kavuşturuyor. Bir an masaj yapar gibi çekiyor, sonra bırakıyor. Derken sol elinin bileğini sağ eliyle yakalayıp saate bakıyor.
Dikleştiriyor omuzlarını hemen sonrasında. Nihayet sahneden yana dönüyor olanca kayıtsızlığıyla. Program yeniden elinde, sıkı sıkı tutuyor onu bir can simidiymiş gibi. Bir kez bile içini açıp bakmadı henüz.
Dakika geçiyor geçmiyor, o baş yeniden sol yana düşüyor. Uzun bir süre sessizliğe bürünüyor kırmızı yüzlü adam. Ben bu durumun konsantrasyonumu bozmaması için elimden geleni yapsam da dikkatim dağıldı bir kere, kolay kolay toplanmıyor.
Allah’tan sahnedeki performans açılıştaki iddiasını sürdürüyor. Tam ilk baştaki huşu halime geri dönmek üzereyken adam yeniden sıçrayarak uyanıyor. Önce sola benden yana, sonra sağa bakıyor. Sol elinin avuç içi yukarı, sağınki aşağı gelecek şekilde başparmaklar dışındaki sekiz parmağı kavuşturuyor. Bir an masaj yapar gibi çekiyor, sonra bırakıyor. Derken sol elinin bileğini sağ eliyle yakalayıp saate bakıyor.
Deli olacağım. Bakmayayım diyorum ama görmeden edemiyorum. O uykuya dalıştaki kolaylık, uyanış rutinindeki tutarlılık, parmakların çekilişi, saate hep aynı abartılı jestle göz atış sinirime dokunmaya başlıyor. Taktım ben artık adama.
Ara verildi. Gözlemliyorum, ön sıradaki kadınlarla adam arasında en ufak bir iletişim olmadı. Kültür gönüllüsü cömert şen dullarla ilgili tezim böylece en körpe çağında çürüdü, yitti. Hiçbir bağlantıları yok bu insanların birbirleriyle.
Diğer yandan, bu adamın kimse için kalmak gibi bir zorunluluğu yoksa, çeker gider şimdi belki diye düşündüm hemen. Öyle ya, iki büklüm uyuklayıp bedenine işkence edeceğine gitsin yatağında uyusun mışıl mışıl. Kendini de beni de kurtarsın bu zulümden, değil mi?
Aranın bitimini haber veren melodili anons yapılırken sağ yanımdaki koltuk hala boş. Tam derin bir oh çekecekken aynı sessiz yürüyüşle geliyor dikdörtgen çerçeveli gözlüklü adam. Koltuğuna yerleştiğinde elinde dolaştırıp getirdiği programı görüyorum yeniden.
Lang Lang -sanki daraltım ona malum olmuş gibi -bana uyuyan adamın varlığını unutturabilmek için canını dişine takmış çalıyor ama ben adamı bir türlü algı alanımdan çıkaramıyorum. Hey güzel Allahım, iş midir bu yani? Sen aylar önceden bilet al, heyecanla bekle, gün say, akşamüstü işten çıkıp aç bil aç koşarak konsere gel. Derken elalemin adamı buraya çöküp bütün büyüyü bozuversin.
Deniz diyorum, bu kişi bir detay, bir gölge. Gerçek olan, esas olan Lang Lang. Algına hükmedebilirsin! Dene bir.
Kendim söylüyorum ama kendim dinlemiyorum. Müzik eşliğinde adamı izler oldum artık. O hep delirtici bir tutarlılıkla aynı rutini yaşıyor ve yaşatıyor.
Uykuya dalıyor, başı sol omzuna düşüyor. Olmadık bir anda sıçrayarak uyanıyor. Önce sola benden yana, sonra sağa bakıyor. Sol elinin avuç içi yukarı, sağınki aşağı gelecek şekilde başparmaklar dışındaki sekiz parmağı kavuşturuyor. Bir an masaj yapar gibi çekiyor, sonra bırakıyor. Derken sol elinin bileğini sağ eliyle yakalayıp saate bakıyor.
Ben ona bu denli sardığım için kendime sinirliyim aslında ama hıncımı yine ondan çıkarıyorum düşüncelerimde: Madem uyuyacaktın, ne diye geldin ki kardeşim? Ha, niyetin Lang Lang’ı ninni gibi kullanmaksa, bari arkalardan, kenarlardan bir yer seçseydin de bizim zevkimizi zehirlemeseydin.
Eğer paran çoksa ve nereye harcayacağını bilmiyorsan, üçüncü balkonun arkasındaki ucuz koltuklarda kıvranan konservatuar öğrencilerine bilet alaydın bari. Hatta anlaşırdınız; akşamları evine uğrar ninni de çalarlardı çocuklar cüzi bir ödeme karşılığında. Sen sağ ben selamet!
Sen biliyor musun hem, şimdi kapladığın o alanda olmak için can atan kaç kişi var dünyada? Onlar oraya bir otursalar bırak gözlerini kırpmayı yürek çarpıntıları arasında şükrederler yaradana. Yakışmadın kardeşim sen bence o koltuğa, olmadı hiç, sırıtıyorsun basbayağı.
Üstelik hiç utanma, sıkılma filan da yok bakıyorum sende. Ayıp oldu etrafımdakilere, müzisyene saygısızlık ediyorum demiyorsun hiç. Ya horlarsam bir sonraki seferde, ne kadar uygunsuz bir davranış olur diye geçirmiyorsun içinden. Evindeymiş gibi rahatsın. Pes diyorum sana, pes!
Kafam bu zehirli azimle çalışıp beni delirtmeye devam ederken, tahmin edebileceğiniz gibi kırmızı yüzlü adam yeniden uykuya dalıyor. Başı sol omzuna düşüyor. Olmadık bir anda sıçrayarak uyanıyor. Önce sola benden yana, sonra sağa bakıyor. Sol elinin avuç içi yukarı, sağınki aşağı gelecek şekilde başparmaklar dışındaki sekiz parmağı kavuşturuyor. Bir an masaj yapar gibi çekiyor, sonra bırakıyor. Derken sol elinin bileğini sağ eliyle yakalayıp saate bakıyor.
Konserin sonuna kadar yerinde, yanımda kaldı adam. Hatta ilk bise de bir uyanıklık anında fasulyeden de olsa şahit oldu. Ne zaman ki Lang Lang son bir küçük parça çalmak için piyanosunun başına oturdu, bizimki koltuğuna görülmez bir çivi saplanmış gibi ayağa fırladı. Arkasından kovalayan varmışçasına bir aceleyle terk etti salonu. Elinde artık rulo haline gelmiş programı tutuyordu hala.
* * * *
Lang Lang Meksika doğuşlu olduğunu paylaştığı ama adını kendine sakladığı o içli melodiyi çalarken “nihayet baş başa kaldık Deniz” diye fısıldadı. “Yalnız biraz asabi gördüm seni bu akşam”.
İtiraf ediyorum Lang Lang, pek tahammülsüzüm bu aralar. Toleransım azaldı sanki. Kolay sinirleniyorum. Barut fıçısı gibiyim, alev almaya da bayılıyorum. Bu hal zaman zaman karakterimi bile gölgeleyecek şiddette gösteriyor kendini. Bazen düşündüklerimle kendimi bile şaşırtıyorum.
Yakın zamanlarda okuduklarımı, gördüklerimi, duyduklarımı sindiremedim de ondan oldu aslında. Midemle yüreğim arası bir yerde fena halde şişkinlik yaratıyor gelişmeler. Gelecek nasıl olacak hiç bilemiyorum.
Saygısızı, yüzsüzü, pişkini, derisi kalını, ar damarı çatlamışı kaplamış sanki dört yanı. Dürüstlükten nasibini almamışa, yalan söylemekte uzmanlaşana, emrivakinin kitabını yazmışa öfkeliyim. Suçluların cezalarını bulacağı, düzgün insanların hak ettiklerini alacakları öğretilmişti bize halbuki. Şimdilerde çok şaşkınım, düpedüz afalladım.
Annem “baban iyi ki bugünleri görmedi, çok üzülürdü” derdi ara ara. Şimdi ben her ikisinin ardından aynısını düşünür hale geldim. “Bu da mı oldu?” demeye kalmadan daha inanılmazı gerçekleşiyor memlekette.
Olabilirlikteki olumsuzda sınır tanımadan ve hızla ilerlediğimiz bir noktada, ne yazık ki hala bazı demode ve işlevsiz söylemlerle zaman kaybetmeyi de sürdürüyoruz. Panikle ya da hayal kırıklığıyla atılan talihsiz adımlar, dile getirilen yakışıksız sözler üzüyor ve düşündürüyor derinden.
Güç sahibi olduğunu iddia edenin kendini ifade ediş tarzı ve bilinen seviyesi söylenenin içeriğiyle bir olup damarımıza çok kötü basıyor bazen. Soğukkanlılığın yitirildiği noktaysa çok tehlikeli. Karşıdakinin gayesi belki de. Çünkü oraya gelindiğinde haklı haksıza karışıyor, kurunun yanında yaş da yanıyor. Her yer gri, kirli isli gri bir renge bürünüyor.
Diller pabuç kadar, herkes bağırarak konuşuyor. Gözlerde kin var. Kırmızı suratlar gergin ve çirkin. Tükürükler saçarak ifade ediyoruz kendimizi. Üstelik herkes kendi tribünlerine oynuyor.
Sonuçta el ele verip bir güzel düşüyoruz. Zaten alçaktan başlayanın canı daha az acıyor. Alışık olmayan neye uğradığını şaşırıyor o hengamede. Kuyunun dibine kırık yumurtalar misali dizildiğimizde farklılar artık birbirlerinden daha da uzaktalar.
“Uyuyan adama çıktı desene bütün bunların faturası” diyor Lang Lang gülerek. “Biraz da sana aslında düşünürsen; malum keskin sirke küpüne zarar!”
* * * *
Haklı biliyorum Lang Lang, çok haklı. Ben güzelim konserin kaçırdığım anlarına yanmaya devam ederken, komşu koltuktaki yabancı çoktan evine varmış bile. Pijamalarını giymiş, yatağına yatmak yerine salonundaki kanepeye kurulmuş.
Çok geçmeden yeniden uykuya dalıyor kırmızı suratlı adam.
Başı sağ omzuna düşüyor.
Paris, Nisan 2014