Metronun kapılarının kapanmak üzere olduğunu bildiren siren sesi istasyonun duvarlarını tırmalarken o nefes nefese koşuyordu araca doğru. Kıpkırmızı olmuştu suratı, bakışlarındaki azmi gördüm. Gövdesi şahlanmıştı, kısacık saçları diken diken.
Yakışıklı adamdı, atletlerinkini anımsatan bir bedeni vardı. Tüm iradesini tek bir amaç üstünde yoğunlaştırmış ve gövdesini o yola adamışçasına koşuyordu. Sırt çantası da onunla beraber.
Üç dakikaya kalmaz yenisi gelecek olan bir treni yakalamanın neden onun için bu kadar önemli olduğunu düşünmeden edemedim. İnadı ve kararlılığı şaşırttı beni. Bakakaldım arkasından.
Belki rekabetçi bir ruhun kurbanıydı.
Belki de olay gerçekten hayat memat meselesiydi.
* * * *
Kırmızı süet ayakkabılarına takıldı gözlerim önce. Orta yükseklikte kalın topukları vardı aynı süetle kaplanmış. Gece mavisi kadife ceketinin üstüne taktığı koyu yeşil bir kılıfta niyeyse çello olduğunu hayal ettiğim bir müzik aleti taşıyordu.
Önümde merdivenleri ağır ağır tırmanırken belli belirsiz mırıldandığını duydum. Fısıltısındaki melodinin yumuşaklığı kırmızı süetin dokusuna uydu. Siyah gür saçları her adımda kabardıkça kabarıyordu.
Biraz şiirseldi, biraz artistik. Azıcık vardı, azıcıksa yok. Gerçek dünyanın yer altı koridorlarında gezen bir masal prensesini andırıyordu.
Belki müzik aşkınaydı hepsi, belki ilham meselesiydi.
* * * *
Bıyıklarından alamıyorum gözlerimi. Kıldan bir heykel yaratırcasına budamış, şekillendirmiş onları. Sağ ve sol uç tıpatıp aynı oranda önce inceliyor, sonra yükseliyor. Orta yaşlı tıknaz adam gülmüyor, çevresinde olan bitenle ilgilenmiyor. Sanki sadece bıyıklarını taşımak için yaratılmış, bütün gün onları gezdiriyor.
Racon meselesi mi acaba yoksa bir hikayesi mi var? Bir miras mı bu alışkanlık yıllar önce kaybettiği bir aile büyüğünden yoksa bir farklılık arayışı mı sadece?
Var olma savaşı mı bu çivisi çıkmış evrende?
Yoksa suskun bir saygı duruşu mu artık aramızda olmayana?
* * * *
Aynı sokağın o bildik köşesindeydi yine. Seyyar müzisyenin saksafonundan “My Way” şarkısının notaları dökülüyordu boncuk boncuk. Üstelik sabahın sekiz buçuğunda.
Gelen geçenin gözlerinin içine bakıyordu çalarken. Dertli olmasa da, en derininden tecrübeliydi belli. Önünden akıp giden kalabalığa karışmadan fısıldıyordu: “Bu denli ciddiye alınacak bir durum yok şu günlük koşmacada, hepimiz insanız sonunda”.
Görmüş geçirmiş tınısı inandırıcıydı. Tehditkâr değil, sevecendi dili. Belki bir uyarı, belki bir davetti şarkısı. Yaşamın verdiği dersler üstüne bir çeşitlemeydi.
Kendi olmak mücadelesiydi belki bir bireyin. Sadece ekmek parası için miydi yoksa hepsi?
* * * *
Siyahi ayaklarında payetli sandaletler vardı o kış gününde. Kıpkırmızı ojeler sürülüydü ayak tırnaklarına. Ellerine baktım, manikürsüzdüler. Üstünde kahverengi bir manto ve boynunda sade yün bir fular vardı. Simsiyah saçlarında disiplinli örgüler gördüm, yüzündeyse sıfır makyaj.
Alışkanlık meselesiydi belki, köklerin gölgesiydi ya da.
* * * *
On beş yaşlarında ya var ya yoktular. İlki ince uzundu, arkadaşı da narin ve inadına kısa. Uzun olan kız kıvırcık saçlı ve gözlüklüydü. Yanındaki sarışın ve kendinden emin. Bir ellerinde sandviçleri, öteki ellerinde plastik şişelerdeki içecekleriyle koşarak daldılar metroya. Uzun olan geri indi sonra, sarışın kahkahalar atarak takip etti onu.
Sonra yeniden bindiler ve bakışlarıyla anlaşıp gülüşerek indiler. Siren çalana kadar devam etti oyunları. Sonunda kapılar kapandı, platformda kaldılar. Umurlarında değildi. Hem zıpladılar, hem katıla katıla gülmeye devam ettiler vagondaki yolculara el sallarken.
Belki saçmalıktı, belki adrenalin meselesi. Dertsiz gençliklerinin çığlıkları kulaklarımda yankılandı.
* * * *
Yaşlı çift metroda karşılıklı ama çapraz oturmuş. Kadın koridor tarafında ve geri geri gidiyor, adam pencere kenarı koltuğunda ileri. Her yeni durakta tam da metro soluklanırken adam kadından yana eğiliyor ve kaç durak sonra ineceklerini fısıldıyor.
“Üç durak kaldı!”
Kadın sessiz ve kaybolmuş bakıyor. Belli belirsiz sallıyor kafasını.
Metro hareket ederken soluklarını tutup tembihlenmiş gibi susuyorlar. Sonra adam tekrar dile geliyor:
“İki durak kaldı!”
Kadın haberi ilk kez duyuyormuş kadar şaşkın, gözlerini kırpıştırıyor. Adam eliyle iki işareti yapıyor.
Yine sessizlik.
Adam koltuğunun ucuna doğru kayıyor, heyecanlanmaya başladı, sanki iki canın sorumluluğunu o taşıyor.
“Bir durak sonra ineceğiz, yani bundan sonrakinde ineceğiz!”
Kadının pozunda hiçbir değişiklik yok. Gözlerinde ne ışıltı ne telaş.
Benim azıcık kalbim çarpıyor.
“Haydi, iniyoruz kalk” diyor adam. Kadın bir emrivakiyle karşılaşmış gibi irkiliyor.
Adam kolundan tuttuğuyla kapıya doğru ittiriyor kadını. Otoriter ama ölesiye sevecen dokunuşu. Bu durum daha önce başına gelmiş, hissediyorsunuz.
Kapıların az sonra kapanacağını bildiren siren çalarken atıyorlar kendilerini dışarı. Kadın tökezliyor, adam onu belinden kavrayıp toparlıyor durumu.
Elele tutuşuyorlar yürüyen merdivenle çıkarken. Yine kimse konuşmuyor.
* * * *
Gecenin karanlığında tramvay bekliyorum. Cadde şimdilik canlı, arabalar vızır vızır geçiyor. Yayalar uyumuş ama, duraktaki tek yolcu da benim.
Az önce keyifli bir sergi açılışından çıktım. Mis gibi bahar havası da kanımı kaynattı, epey bir yürümüşüm. Ancak saat ilerliyor, eve de daha epey yol var. Bir taşıt bulup ona sığınacağım.
Brüksel’de yeni bir adet çıkardılar son zamanlarda. Bazı tramvayları allayıp pullayıp gezici lokantaya çeviriyorlar. Önceden yerinizi ayırtıyorsunuz. Sonra da hem şehir turu atarken hem de akşam yemeğinizi tadıyorsunuz.
Demin yürürken bir tanesi salına salıma geçti önümden. Salı akşamı olmasına rağmen epey de doluydu, biraz şaşırdım. Genç çiftler vardı içinde, kızlar süslenmiş, erkekler takım elbise giymiş. Garsonlar koşturuyor. Şaraplar yudumlanmakta. Her ürünün bir alıcısı var sanırım dünyamızda.
Duraktaki banka yerleştim. Bahar havasıyla barışık oturuyorum. Tarifeye bakarsak daha beş altı dakika daha buradayım. Yan sokaktan görünüşünden evsiz barksız olduğunu tahmin ettiğim genç bir adam geliyor benden yana.
Saygılı bir mesafede duruyor, belli ki beni ürkütmemeye çalışarak iyi akşamlar diliyor. Ben de onu selamlıyorum. Sonra herkes kendi sessizliğine gömülüyor. Ben durağın ışığı altında elimdeki kitabı okumaya çalışıyorum.
Yaklaşan aracın sesiyle irkilip ikimiz de başımızı yoldan yana kaldırıyoruz. Az önce gördüğüm yemekli beyaz tramvaylardan biri geçiyor önümüzden, tabii ki durmadan. Bir an göz göze geliyoruz yabancıyla, yüzünde son derece manidar, bir o kadar da samimi olduğunu düşündüğüm bir gülümseme var.
“Ben aslında ona binseydim hiç fena olmazdı!” diyor. Çocuk masumiyetinde tonlaması.
Mizah meselesiydi diyorum belki, belki çok acil ihtiyaç.
Ben o an kendimi nereye koyacağımı bilemedim.
* * * *
Metronun çıkışındaki kaldırımda kenetlenmiş öpüşüyorlar
Hem akşamın karanlığından
Hem birbirine yönelmiş yüzlerinin ketum gölgelerinden
Yaşlarını çözemedim
Gençtiler ama, duruşlarındaki körpeliği hissettim
Onları rahatsız etmeden süzülüp geçmek istedim yanlarından
Kız beni fark etti
Yolu tıkadıklarının ayrımına vardı hemen
Çocuğu kollarından yakaladığıyla kenara çekti bana geçiş vermek için
Genç rüyadan uyanır gibi silkindi o an
Kız adına hayıflandım biraz, laf aramızda
Aşıkken bile nasıl da yüklü bunca farkındalıkla
Belki kadınlık içgüdüsüydü
Temkin meselesiydi ya da
“Çevre ne diyor?” tasasıydı genlerdeki
Keşke aşk olsaydı sadece
ve teslimiyet.
Brüksel, Nisan 2014
Gözlemlerinden çok etkileniyorum, aktarımın ise su gibi akıcı..
Çok teşekkürler Gülcihan Abla. Ben de geridönüş aldıkça yürekleniyorum, daha çok yazmak çekiyor canım…