“Daha önce hiç yapmadığım birşey yaptım” dedin. Dürüstlüğünü sevdim. Kendinle barışıktın. Lafı dönüp dolaştırmadın, bahaneler arkasına saklanmadın. Neyse oydu, allayıp pullamadın. Beğendirmeye, kabul ettirmeye çalışmadın.
Dörtlü gruba son katılanımızdın. En gencimizdin. Uzaklardan gelip bizim yıllarca hafif ateşte pişmiş muhabbetimizin içine işleyivermiştin. Dilini konuşmadığın bir ülkenin başkentinde ilk kez gittiğin bir lokantanın yemeklerini keşfediyordun. Mahalleliler de korkutmadı seni, kıdemliler de. Meraklı gözlerini kocaman açtın.
Önce kulağın, sonra yüreğin dinledi konuşulanı. Samimi sorularında taze ekmeklerin gevrekliğini buldum. Fikirlerin çiçek bahçelerini anımsattı bana; cümbüşle geldiler, burun deliklerimizden içeri işlediler, fethettiler. Çoğalarak, yankılanarak canlandılar; karakalem bir portreydi bir tanesi, mırıldandığım bir şarkıya dönüştü öteki.
Oracıkta sevdim seni. Öyle gerçektin. Güzeldin.
* * * *
Başka bir sofrada buluştuk aylar sonra. Bu sefer sen alışmaya çalıştığın bir evde ev sahibesi olarak çıktın karşımıza. Dilini bilmediğin ülkenin biraz solgun renklerini özünün geleneklerine kattın. Çıkınından çıkanlar vardı sofrada, doğunun doyulmayan tatları, tartışma götürmez zevkleri. Çocukluğun vardı o sofrada, annenin el emeği, babanın aziz hatırası.
Beni unuttuğumu sandığım zamanlara götürdün. Ziyaretime geldi geçmişimin incitirim korkusuyla özlemeye kıyamadığım hassas dokuları. Baştan çıkarıcı kokuların gönüllü esiri oldum. Cıvıltılar kaplayıverdi mekanı.
Sen sundun, ikram ettin. Paylaşmak için doğmuşsun sanki. Karınlarımız sofranda doydu, ruhlarımız çekildi aydınlığına. Hep o gencecik heyecanla konuşuyordun. Hiç susma istedim, dünya seni hep göbek taşında tutsun.
Saçlarının dalgası boşuna değil dedim sonra. Konuşurken dillenen ellerin öylesine gerçekti. Güzeldin.
* * * *
O gün sadece ikimizdik. Neden onca dert anlattım sana bilmem ama sen yadırgamadan dinledin. Acıdan, kederden korkmayan gözlerin belki, onlar cesaret verdi bana. Açıldıkça açıldım derin sularında.
Uzun zaman konuşmadın. Sanırım döküleyim istedin, son damlama kadar boşalayım. Sözcüklerin ses bulduğunda sustum, dinledim. Ahkam kesmedin, mucizevi reçetelerin yoktu, kimsenin bilmediği sırları açık etmedin.
Dosttu ama kelimelerin. Anlayış tomurcuklarından doğdular, aklın yolunu izlediler ve şefkatle dokundular omuzlarıma. Dinlenmek için yüksek sesle konuşmaya ihtiyacın yoktu, yaralarını saklamak değil açık etmekti belki seni güçlü kılan. En sıkıntılı anında bile avcunda sımsıkı tuttuğun o iksiri o anın ışığında gördüm. Hayat hayranlığın bulaşıcı inan. Dahası, insana kim olduğunu hatırlatıyor.
Gözlerindeki gölge boşuna değil dedim, çocukluğunda bir gün çok yanmış canın. Ama yaşamı kucaklamaktan vazgeçmeyen yanın var ya, işte o yanın çok yaman. Çok yaman ve bulaşıcı inan. Ve o rötuşsuz gerçeklikte başka güzelsin.
* * * *
“Uçakta yol boyu ağladım” dedin. Yüreğim yandı senin için, yandı, bildiğin alev alev. O üzüntünün içinde bozulmamış insanlığını gördüm sonra, duru mantığını, eğrilip bükülmeyen değerlerini. Bağrına bastığın insanlar senin, bildiğim şairlerin dizeleri senin ağzından çıktığında başka türlü keskin. Ölesiye dokunaklı.
Seni hak etmeyenler bırak sensiz kalsın. Sen onların yokluğunda eksilmeyeceksin. Biraz hüzün yıkmaz seni, ancak cilalar, parlatır o kutlu kimliğini. Gözyaşı dediğin akar gider, sen gözlerini koru.
En göçmüş anında “sen nasılsın?” diye sormaktan vazgeçmiyorsun ya, korkun olmasın senin dünyadan. Korkun olmasın senin o iç karartan insanlardan ve onların karabasan artçılarından. Dokunamazlar sana, değiştiremezler doğanı.
“Birşeyler iyi olacak biliyorum ama ne” dedin ya az önce, düşündüm ben de.
İyi olacak ciğerim, iyi olacak. Hiç merak etmeyesin. Yola, yoluna kendin gibi devam edeceksin.
Boğazındaki düğüm insanlığından.
Brüksel, Ağustos 2014