Aksi Bay Hein ve Acıklı Kuşkonmazları

Jürgen’la tanışmam on küsur sene öncesine dayanıyor. Patronumun emekliye ayrılmadan önce bana devrettiği dosyalardan biri şirketin Almanya’daki ofisindeki bir projenin mali raporlarının düzenlenmesine ilişkindi. Bu görev proje yöneticisiyle yılda iki kez detaylı bir koordinasyon toplantısını gerektiriyordu. Adet olduğu üzere ilkbahardaki toplantı Karlsruhe şehrindeki şubemizde, sene sonundaki de Brüksel’deki merkezimizde organize ediliyordu.

Jürgen Almanya ofisinin başındaydı. En küçük detayına kadar ezbere biliyordu senelerdir devam eden bu zorlu projeyi. Teknik konulara hakimiyeti kadar hesap kitap işlerine yatkınlığı, kıvrak zekası ve manevra kabiliyeti de hayranlık uyandırıyordu. Ekibini tüm kalbiyle destekler, çalışanlarına arka çıkardı. Bağımsız ruhluydu, şirket üst yönetimine karşı tutumu kararında bir saygı ve sadece gerektiğinde bilgilendirme prensipleriyle belirleniyordu. İnandığının arkasında durur, fikrini dobra dobra söylemekte tereddüt göstermez ve bu yüzden bazen patronlarının eleştirisine hedef olurdu. Yine de burnundan kıl aldırmazdı. Adam gibi adamdı.

Bahar toplantılarına Brüksel’den üç kişilik bir delegasyonla giderdik: Emekli olanın yerine gelen yeni patronum Adriaan, ekibimize birkaç ay önce transfer olmuş elemanımız Elke ve ben. Elke iş hayatına başladığında uzun yıllar Almanya’da Jürgen’ın ekibinde çalışmış zeki, enerjik ve son derece nüktedan bir bayandı. Jürgen onun daha on sekiz yaşındaki mini etekli halini bilirdi. Sekreterlikten başlayıp kısa zamanda kendini gösterip daha önemli görevlere yüklenmesini gururla izlemiş ve onu hep teşvik etmişti. En azından başlarda sırf bu yüzden Adriaan’ı ve beni daha yakından tanımak istediğini düşünüyordum. Elke’nin güvenli ellerde olup olmadığından emin olmak istiyordu…

Elke o sıralarda kırkların ikinci yarısında hem duruşu hem de deneyimiyle kendini kanıtlamış bir şahsiyetti. Onun şefi konumunda olan ben daha otuz beşimden yeni gün almaya başlamıştım. Adriaan ise yaşça Elke’ye daha yakın olmakla birlikte, hem ince fiziği hem de çocuksu, hatta bazen delifişek davranışlarıyla olduğundan daha genç gösteriyordu. İkimiz de ilk bakışta güven telkin etmedik sanırım ama dışa dönük yapımız ve açık sözlülüğümüz sayesinde biraz puan topladık.

Toplantıdan bir gün önce ikindi vakti varıyorduk genelde Karlsruhe’ye. Jürgen akşam dörtlü bir yemek etrafında buluşup ön hazırlık yapmayı önermişti ilk sene. Zamanla bu buluşmalar gelenekleşti ve hepimizin dört gözle beklediği eğlenceli bir merasime dönüştü.

Resmi başlardı yemekler, örnek bir Alman disipliniyle yönlendirirdi Jürgen tartışmalarımızı aperitif saatinde. Tüm belgeleri tek tek incelerdik. Ertesi gün diğer katılımcıların sorabileceği olası sorular masa üzerine yatırılır, risk faktörü yüksek meseleler hakkında konuşulurdu. Hazırlığımızın eksiksiz olduğuna kanaat getirmeden başka konulara sapmamızı engellerdi kibar ama otoriter tutumuyla.

İşi aradan çıkardıktan sonra hak ettikleri tatlının tadını çıkarmaya koyulan çocuklar gibi cıvıldamaya başlardık. Jürgen iyi yemeğe ve kaliteli şaraba meraklıydı. Her yıl değişik bir lokantada organize ettiği bu gurme buluşmaları özenle planladığı belliydi.
Adriaan’a da bana da nereden gelip nereye gitmekte olduğumuz üzerine sorular yöneltti önceleri. Karakterlerimiz ve prensiplerimizle ilgili edindiği ipuçlarından hoşnut kaldığından mı, Elke’nin yüzünün güldüğünü gördüğünden mi bilinmez, bize karşı tavrı zamanla yumuşadı. Artık sorguda gibi hissetmiyordum, hatta ara ara ben de onun düşüncelerini deşme fırsatı bulabiliyordum.

Zor sorularına düpedüz cevap veren insanlara saygısı vardı. Benim de dilimdekinin içimdekinden ayrı düşmediğini anlaması çok zaman almadı. Anlattıklarıma dikkatle kulak kabartırken gözlerinde muzip ışıltıların yanıp söndüğünü gözlemlemeye başladığımda rahatladım ve hemen sonrasında da karşı atağa geçtim. Soru yağmurumda şaşaladı ama ürkmedi. “Bak şu çitlembik kıza” diyordu bakışları “yaman çıktı.”

Eğrisiyle doğrusuyla anlatıyordu iş hayatını. Gerçekçiydi çıkarımları. Bazen haşindi. Mükemmeliyetçi tarafının tatmin olması zordu. O yüzden eleştirmeyi ve ondan bundan şikayet etmeyi tarz haline getirmişti. Bu konudaki görüşlerini dillendirirken de yüzü iyice asılır, sesi kalınlaşır, el kol hareketleri sertleşirdi.

Birgün, Jürgen kendini yine böyle ateşli bir söyleme kaptırmışken kendimi tutamadım ve bariz kıkırdadım. “Niye gülüyorsunuz genç bayan? Nedir komik olan?” diye sorguladı saniyesinde. “Pamuk Prenses’in hikayesindeki Aksi karakterine ne kadar benziyorsun!” dedim, “tabii cüce kısmı hariç!”. Adriaan ve Elke soluklarını tuttular. Volkan gibi patlaması beklenen Jürgen kendine rağmen gülümsedi: “Doğruluk payı var söylediklerinde” dedi.

Aksi zamanla onun lakabı haline geldi. Biz unutsak onun hatırlatmasından bu sıfatı tuhaf bir hoşnutlukla benimsediği sonucunu çıkardık. Bana yazdığı elektronik postaları artık “Aksi Jürgen” ya da sadece “Aksi” diye imzalıyordu. Birbirimize kanımız iyice kaynamaya başlamıştı.

Adriaan Almancayı anadili gibi şakıyordu. Benim üniversite yıllarından kalma bir aşinalığım vardı, söyleneni iyi kötü takip edebiliyordum ama konuşmaya cesaretim yoktu. O üçü bazen kaptırıp Almanca devam ederlerdi sohbete ama benim uzun zaman devre dışı kalmamam için hep kararında tutarlardı bu molaları.

Bir sonbahar Brüksel toplantımızın arifesinde Almanya’daki geleneğimizi koruyup bir akşam yemeği organize edelim dedik. “Bana yer beğendirmek zordur, Deniz… Size iyi şanslar dilerim” diye meydan okudu hemen. Blöfünü gördüm, daha önce hiç gitmediği bir lokantada yer ayırttım. Dördümüz birada hem değişik gastronomik bir deneyim yaşadık, hem de yine çok gülüp çok paylaştık. Karlsruhe’den attığı mesajda “Organizasyon için içtenlikle teşekkür ederim…” diyordu “…bana bilmediğim bir şey öğrettin!”. İmza: Yaşlı Dostun Aksi.

Jürgen zamanla iyice bizden biri haline geliyordu ama özel hayatı hala Elke dışındakiler için bir sırdı. Sanırım yaşamının o boyutundan bahis açabilmesi için daha uzun soluklu bir dostluk ön koşul teşkil ediyordu. Hiç üstüne gitmedim ama onu dertli gördüğüm bir dönemde biraz didikledim Elke’yi. En az Jürgen kadar disiplinli, insanların özel hayatlarına saygılı bir kişiliğe sahip olan dostum zorlandı epey beni yanıtlamadan evvel. Sonra samimi endişeme hürmetinden sanırım, Jürgen’ın eşinin kanser tedavisi gördüğünü ve durumunun ciddi olduğunu söyledi. Yüreğim büzüştü sahnelerde dimdik duran Bay Hein’in kulisindeki trajediyi öğrenince.

Kendi gündeme getirene dek de bilmiyormuş gibi davrandım. Birgün birkaç cümleyle özetledi durumu. Ve bu meseleyle ilgili konuşmanın onun için çok keder verici olduğun altını çizdi. “Bil ve sus” demeye getiriyordu. Saygı duydum kararına, tek kelime etmedik bu konuda, vefat haberini alana kadar.

Eşini toprağa verdikten sonraki günlerde omuzları çökmüştü, yükü ağırdı. Biri erkek diğeri kız iki evladından da o sıralar bahsetmeye başladı. Kızı Amerika’da doktora yapıyordu, onunla gurur duyduğu çok açıktı. Oğlu hala bu kıtadaydı ama aynı şehirde yaşamıyorlardı. Gençler neyseki babalarını sık sık yokluyor, destek oluyorlardı.

* * * *

Bir bahar Karlsruhe toplantısına günler kala Jürgen bizi bu kez evinde ağırlamak istediğini açıkladı. Gurme kişiliğinin ardında hamarat bir aşçının gizlendiğini tahmin etmek zor değildi. Üstelik kuşkonmaz zamanıydı, Karlsruhe’nin biraz dışındaki evinin yakınlarında da yerel üreticiler vardı. Gidip bizzat kendisi oralardan alacaktı kuşkonmazları ve usulüne göre beyaz sosuyla pişirecekti.

Seneler sonra hem de hiç beklemediğimiz bir anda Jürgen’ın evinin kapılarının bizlere açılmasına şaşırdık ama sevindik de. Elke birkaç gün önceden arabayla gitmeyi planlıyordu Almanya’ya, Karlsruhe’de yaşayan annesini ziyaret edecekti. Adriaan’la ben trenle seyahat etmeye karar verdik.

Jürgen bizi istasyonda karşılayacağını bildirdi. Yaptığı ince plan doğrultusunda istasyondan birlikte kuşkonmaz alışverişine gidecek, oradan da evine geçecektik. Elke sonradan kendi arabasıyla gelecekti. Varış saatimizi ve trenle ilgili diğer detayları Bay Hein’e günler önceden bildirdik. Ne var ki aktarma sırasında ufak bir rötarımız oldu. Beklenilen saatten on beş dakika kadar geç vardık gara.

Jürgen’ı haberdar edelim dedik ama cep telefonu sahibi olup da kendi numarasını dahi bilmeyen insanlardandı o. Çoğunluk yanına da almazdı cebini, ya da alsa da kapalı tutardı. “O alet benim ihtiyacım için, bana hizmet etmeli” derdi. İstediğinde açıp kullanacakmış, müsait olmadığı zamanlarda bayılmadığı insanların onu arayıp bulmalarının ona hiç bir yararı yokmuş. Ofisi aradık, sekreterini ama o da eve gitmiş. Gerçi kadıncağızı bulsak da Jürgen’a nasıl haber uçuracağız belli değil. Ne yapalım, on beş dakikadan bir şey çıkmaz, en fazla biraz bekler, iki söylenir, atlatır dedik.

İstasyona vardık. Sağa baktık, sola baktık. Jürgen yok. Her metrekaresini tekrar tekrar taradık mekanın. Yok. O kadar düzenli, o kadar dakik bir insan ki, verdiği sözü tutmaması mümkün değil. Aklımıza felaket senaryoları gelmeye başladı. Ama kimi arayıp soracağız bilmiyoruz. Elke’yi çaldırdık telaşla. Durumu anlattık. Benim o sırada aklım sürekli en kötüye çalışıyor, gözümün önünde dramatik sahneler: Kalp krizi geçirmiş Jürgen, yok trafik kazası belki de, acilen ambulansla hastaneye kaldırılmış… Adriaan çaktırmıyor ama sararmaya başladı hafiften.

Elke kontrollü, sakin. “Çıldırdınız mı?” diyor. “Yoktur bir şey…”

“Eee, nerede kaldı o zaman? Niye gelmedi?” diye ısrar ediyoruz. Elke kaç dakika rötar yaptığımızı soruyor, sonra da “geç kalırsa kuşkonmazlar satılır biter diye korkmuş olabilir” diyor. Adriaan ile “nasıl yani?” der gibi birbirimize bakıyoruz. “Yok artık!”

Elke devam ediyor: “Evin adresi var mı sizde?”

“Tamam, o zaman ya banliyö trenine atlayın, ya da bir zahmet bir taksi çevirin ve gidin. Size garanti ediyorum, siz oraya varana kadar o da eve dönmüş olacak…”

Uzun bir tereddütten sonra başa gelen çekilir edasıyla yola çıkıyoruz yeniden. İkimizde de yeni bir tren macerasını çekecek güç kalmamış, ilk bulduğumuz taksiye atlıyoruz. Parası neyse vereceğiz.

Yol uzun. Şoku da atlatamadık. Ara ara sinirlenip, insaf, insan nasıl on beş dakika beklemez ki? diye delleniyoruz. Sonra Elke’nin soğukkanlı açıklamalarına rağmen ya gerçekten acil bir durum varsa diye endişeleniyoruz. Derken gömülüyoruz sessizliğe.

Jürgen’ın evinin olduğu bölgeye geldiğimizde küçük yollara sapıyor taksi. Yavaşlıyor. Biz de, fırsat bu fırsat, camı aralıyoruz ve o an ilk kez fark ediyoruz masmavi gökyüzünü ve yazın müjdeleyicisi bu baştan çıkarıcı bahar havasını. Sağlı sollu tarlalar içinden geçiyoruz, tabelalar dikkatimizi çekiyor sonra; kuşkonmaz üreticilerinin reklam panoları! Birikmiş bütün stresimiz vahşice patlıyor kahkahalarımızda, “umalım ki en tazelerini bulmuş almış olsun!” diye gürlüyor Adriaan, ses tonu hem nüktedan hem tehditkar.

Cep telefonum çalıyor, açıyorum: Elke. Merak etmeyin demek için aramış, Jürgen’la konuşmuş. Aynen tahmin ettiği gibi kuşkonmazların peşine gitmişmiş, şimdi de eve dönmüş. Güzel bir şişe şampanyası varmış, soğutmaya başlamış. İçince serinleyip sakinleşecekmişiz, sinir filan kalmazmış…

Jürgen’ın evinin önüne vardığımızda hala içimizde karışık duygular kaynaşıyor. Hain hain sırıtarak açıyor kapıyı… “Pişkinliğin de bir sınırı var, insan ektiği için bir özür diler hiç olmazsa” diyor Adriaan sitem dolu sesiyle… Bay Hein’in kahkahaları sokağı çınlatıyor.

“Deniz, Adriaan, sizi sonunda evimde ağırlayabilmek ne müthiş zevk! Yalnız şu anda yüzlerinizdeki acılı ifadeyi görebilseydiniz, siz de en az benim kadar gülerdiniz!” diyor.

Bu nasıl iş der gibi bakışıyoruz Adriaan’la ve ikimiz bir ağızdan sesleniyoruz: “Nerede kuzum şu şampanya şişesi?”

Akşamın kalan kısmı o saate kadar çektiğimiz azapları unutturacak kadar güzel. Elke de aramızda katıldıktan sonra iyice gevşeyip kendimizi akışa bırakıyoruz. Jürgen hem harika bir ev sahibi, hem de maharetli bir aşçı. Yalnız şu meşhur kuşkonmazlar değil, yemeklerine koyduğu her malzeme itinayla seçilmiş. Belli ki son bir kaç günü bölgenin pazarlarını ve dükkanlarını taramak ve en tazesini, en lezzetlisini bulmak için geçirmiş. Bir senfoni gibi bestelemiş sanki o sofrayı, her yemeğin ilginç bir macerası var masaya gelmeden önce yaşadığı, herbiri özel bir çeşit şarapla eşleştirilmiş.

Başlangıçla ana yemek arasındaki molada “benimle bahçeye çıkmak ister misin?” diye soruyor. Az sonra servis edeceği et yemeğinin üstünü taze otlarla süslemek istiyormuş. Maydanoz, kekik, nane, fesleğen, ne isterseniz var küçük bitki bahçesinde. İhtiyacı olanlardan toplarken “eşim de severdi toprakla haşır neşir olmayı” diyor ansızın. Gözlerinin içine bakıyorum. Dilimin ucuna gelenleri söyleyemeden. “Onsuz yaşamak zor, ama merak etme alışacağım er geç” diye devam ediyor. Sevgi gösterilerini sevmediğini biliyorum, onun için sessizliğimde sabrediyorum. Gözlerimde şefkatim. Kısa bir iç çekişin ardından mırıltıya yakın bir sesle ekliyor: “Çok acı çekti çok.”

* * * *

Kuşkonmaz ziyafetinden bir sene kadar sonra aynı ekip bu kez Jürgen’ın veda resepsiyonuna katılmak için gidiyoruz Almanya’ya. Ofisin kafeteryasında organize edilen davette çalışma arkadaşları, emekli dostları ve kızı Elisabeth var. Konukların çoğu Alman, kalan kısmı da akıcı Almanca konuşuyor. Ben hariç.

Veda konuşmasından hemen önce yanıma geliyor. “Hitabımı ana dilimde yapmak istiyorum, ama heyecanlanıp hızlı konuşabilirim. O yüzden belki tam takip edemezsin diye senin için İngilizce çevirisini hazırladım” diyor ve elime iki sayfa A4 kağıdı tutuşturuyor. Bakıyorum her sayfa iki kolona bölünmüş, ilkine Almanca, ikincisine İngilizce metin yerleştirilmiş, akışı kaçırmamam için. Bu özel ilgi içime dokunuyor. Tek söz etmeme izin vermeden kayboluyor ortalıktan, bakıyorum kürsüde nutkuna başlamış bile…

jhspeech

Elisabeth ile konuşuyoruz sonra. “Bana sizden çok bahsetti” diyor “hep tanıştırmak istiyordu, bugüne kısmetmiş…” Şaşırıyorum biraz, ev ortamında iş insanlarından söz açtığını hayal etmemişim herhalde. “Biliyor musunuz” diye devam ediyor Elisabeth “bugün salona girdiğiniz anda tanıdım sizi, çok güzel betimlemiş babam, aynı hayalimde canlandırdığım gibi çıktınız…”

* * * *

Jürgen’ın emeklilik döneminde de ara ara haberleşmeye devam ettik. Bir mesajında şöyle yazmıştı:

“Zaman nasıl geçiyor. Bir baktım altı ay olmuş emekli olalı. Düşünüyorum da, şanımıza yaraşır bir veda partisi yaptık, öyle değil mi? Sana da geldiğin için tekrar teşekkür etmek istedim.

İnsanlar işi özlüyor muyum diye soruyorlar, hayır deyince de şaşırıyorlar. Oysa hayatta herşeyin bir zamanı var. Geriye dönüp bakmamak lazım.

Ama itiraf ediyorum, unutamadığım tablolar geçiyor bazen gözümün önünden. Evimin eşiğinde durduğunuz o gün senin ve Adriaan’ın yüz ifadeleriniz mesela. Kızma ama hala katıla katıla gülüyorum anımsadıkça…”

Sonraki bir mesajında bazı sağlık problemleri olduğundan bahsetmişti kısaca, yürüme zorluğu çektiğini yazmıştı. Biraz endişelendim. Onu yüreklendirmek için “Brüksel’e yolun düşerse sana yeni bir lokanta daha öğreteyim” çağrısında bulundum ama sesi çıkmadı.

Sessizlik uzayınca evham yaptım. Elke’yi sıkıştırdım yine. Önce renk vermedi ama sonra Jürgen’ın kemoterapi tedavisi gördüğünü ama bunun bilinmesini istemediğini anlattı. Kor düştü yüreğime.

Uzun süre başımı duvarlara vurduktan sonra elimden gelen tek şeyi yapıp ona uzunca bir mesaj döşendim. Elisabeth’in elektronik posta adresini almıştım neyseki tanıştığımızda. Ona da kopyaladım yazdıklarımı.

Haftalar sonra kendi elinden çıkmış bir mesajla geri döndü bana eski dostum.

“Deniz, dokunaklı sözlerin için çok teşekkür ederim. Canıma okuyan sarsıcı bir süreçten geçtim. Bana “Aksi” lakabımı bile unutturan acılar yaşadım. Ama şimdi daha iyiyim. Lütfen üzülme, toparladım sayılır.”

İçim hiç rahat değildi. Yazmaya devam ettim ona, aramızdaki dostluk bağı canlı kaldığı sürece hastalığa da beraber meydan okuyabiliriz inancıyla.

Günün birinde daha uzun bir mesaj aldım Bay Hein’dan:

“Günler geçiyor, birlikte bir kuşkonmaz yeme şansımızın bile olmaması ne kötü… Hastaneden çıktıktan hemen sonra sana yazdığımda daha iyimserdim. Biran önce ayaklanıp Brüksel’e ziyaretinize gelmeyi ümit ediyordum.

Ne var ki hastalık boş durmamış, ilerlemiş. Sonrası ben diyeyim radyasyon, sen de kemoterapi… Ağrılarım dinmiyor, yan etkiler de cabası. Bir hafta iyi geçiyor, ertesi iki hafta yerlerde sürünüyorum. Tedaviye devam edip etmemek konusunda ciddi şüphelerim var.

İyi haber şu ki, Elisabeth kendine Paris’teki bir üniversite de gönlüne göre bir iş ayarladı. Bu benim açımdan bakıldığında hafta sonları görüşebilmemiz anlamına geliyor. Oğlum Peter da Münih’e yerleşti, Japon bir kız arkadaşı varmış. Tanışmak için can atıyorum…

Ya sen? Sen nasılsın Deniz?

Biliyor musun, bazı geceler rüyalarımda sen, Elke ve Adriaan’la yeniden buluştuğumuzu görüyorum.

Yaşlı dostundan en içten sevgilerle…”

Ekrana bakakaldım. Gözyaşlarımı kendi hallerine bıraktım, şimdi ağlamazsam ne için ağlayacağım? Kendinden bahsetmeyi sevmeyen Jürgen mı bu duygu yüklü satırları yazan? Çok derinlerde bir yerlerde belliki. Kör bir karanlığın içinde.

* * * *

Aradan geçen yıllarda Adriaan, Elke ve ben aynı iş yerinde farklı görevler üstlenmiştik. Artık resmi anlamda bir ekip değildik ama Bay Hein için yeniden birlikte harekete geçtik. Dostumuzu acilen ziyarete etme kararı aldık.

Jürgen’a rüyalarını gerçek yapacağız diyen bir mesaj daha attım. Hafif ve esprili bir dille yazmak istiyordum ama içim öylesine ağırdı ki kalemin çarpılıyordu ister istemez. Plan bir öğleden sonra yola çıkmak, akşam yemek vaktinde orada olmak, ertesi gün de geri dönmek üstüne kuruldu. Lokanta seçimini her zamanki gibi ev sahibimize bıraktık.

Bize yemek rezervasyonunu yaptığını, bizim için de kendi evinin yakınlarındaki küçük bir butik otelde üç oda ayırttığını müjdeledi.

Soğuk bir kış öğleden sonrasında Adriaan’ın arabasıyla yola çıktık. Senelerce eteklerimiz zil çalarak kat etmeyi alıştığımız bu mesafeyi bir işkence gibi yaşadık. Ağzımızı bıçak açmıyordu. Şansımıza sağanak yağmurdan yol çalışmasına kadar her türlü terslik de bizi buldu. Sabrımız ve cesaretimiz deneniyordu sanki.

Hesapladığımız saatten epeyce geç vardık otele. Elke ile Bay Hein’a moral olsun diye şık giyinmeye karar vermiştik. Ancak rötardan dolayı üstümüzü değiştirmek için sadece birkaç dakikamız vardı, elimizden geleni yaptık. Hediyelerimizi yüklendik ve Jürgen’ın kapısına dayandık.

Yüreğim deli gibi çarpıyordu. Elke ara ara onu görmüştü geçen zamanda, beni de hazırlamaya çalışıyordu: “Kilo verdi, saçları kesik, eskiye göre çok daha yaşlı görünüyor, ağır hareket ediyor. Şaşırmamalısın… Bakakalmamaya çalış lütfen…” Sözleri aklımda dönüp duruyor, düşündükçe geriliyorum, hatta korkarım paniğe kapılıyorum. Allahım, buraya kadar geldik, nolur saçmalamayayım. Ortalık yerde hıçkırıklara filan boğulmayayım.

Zili çalmamızla kapının açılması arasındaki o süreç çıldırasıya uzun, azap dolu. Soğuk rüzgarda titriyor içim. Yıllar önceki o pırıltılı bahar akşamını anımsıyorum. Aynı eşikte bambaşka duygularla dolu olarak durduğumu. Kuşkonmazlara tercih edildiğimizi düşünüp hiddetlenmiştim o zaman, ne saçma, ne anlamsız geliyor şimdi o tepkim.

“Nerede kaldınız? Bu kadar da gecikilmez ki?” tiradıyla karşılıyor bizi kapıyı açtığında. Sesine azar tınısı yerleştirmek istiyor ama devinimlerindeki uçarı heyecan ele veriyor gerçek hislerini. Evet, çok başkalaşmış, hayli yıpranmış görünüyor yüzü, gövdesi. Derinlerimden bir haykırış yükseliyor, usulca kavrayıp geri koyuyorum yuvasına.

“Aperitifi burada alırız diye düşünmüştüm ama biran önce gitmezsek rezervasyonumuzu kaybedebiliriz. Onun için hemen çıkmayı öneriyorum” diyor. Tepkilerimizi inceliyor, belki neye uğradığını şaşırmış halimizden “ama hızlıca içeriz derseniz, birer kadeh ikram edeyim” diye değiştiriyor önerisini. Üçümüz de kafa sallıyoruz, boğazımız kuru, yüreklerimiz kıskaçta.

Güzelim şampanyasını neredeyse fondip yaptığımızı görünce biraz endişeyle bakıyor bize. Havayı dağıtmak için hediye merasimine geçmeyi öneriyorum. Kısa bir süre sonra da yola çıkmak için hazırız.

Adriaan rahat içki içebilsin diye restorana gidiş ve dönüş için taksi ayarladığını bildiriyor. İtiraz kabul etmiyor. Bedeli bile ödendi, hesap kapandı diyor. Üstelik araba kapıda bekliyor. Jürgen şoförün yanına oturuyor, biz arkaya diziliyoruz. Gecenin karanlığına gömüyorum yüzümü.

Biz yakınlarda bir lokantaya gitmeyi beklerken bakıyoruz karayoluna sapıyor şoförümüz. Şaşkınlığımızı sezip açıklıyor: “Eskiden beri yemeği içmeyi severim bilirsiniz. Bu hastalıktan sonra da dedim ki kendime madem paran var, çok şükür, damak tadın da yerinde, yakın çevredeki en iyi lokantaların bir taramasını yap, sonra da tek tek git dene, keyfini sür.” Bizi de daha önce gidip beğendiği bir yere götürüyor anladık.

Kırk dakikalık bir yolculuktan sonra harika bir mekana varıyoruz. İçeri adım attığınız andan itibaren sizi büyüleyen, masa düzeninden servisine, yemek seçeneklerinden ambiyansına kadar her detayında emek ve itina saklı bir mabet burası. Bay Hein da tanınıyor belli ki, masamız salonun prestijli bir köşesinde, özel ihtimam görüyoruz personelden. Hiçbir eksiğimiz yok. Baştan da kuralları belirliyor: “Davetlimsiniz, lütfen hesap anında gereksizce takışmayalım…”

Jürgen bizimleyken kendine kısıtlamalar getirmemek adına bütün hafta hem yediğine hem içtiğine son derece dikkat ettiğini anlatıyor. Bu gece yasak yok. Bu gece sınır tanımıyor. Kederi unutacağız. Sadece biz olacağız.

Kendi deyimiyle “aradan çıkarmak için” sağlık durumuna ilişkin son haberleri paylaşıyor. Sonu belli bu hikayenin demeye getiriyor, “tedaviyle bu süreci daha az acılı hale getirmeye uğraşıyorlar, hepsi bu”. Ve parantezi kapatıyor. “İş yerindeki gidişattan bahsedin hadi biraz” diyor, son dedikoduları soruyor. Zor, hatta imkansız gibi geliyor ama dörtlü ritmimizi buluyoruz ilerleyen saatlerde. Hepimiz içten emek verdik o akşamı yoktan var etmek için, andımız var, tadına varacağız.

Gece yarısına doğru taksiye sinyal vermek için iznimizi rica ediyor. Bu saate kadar dayanması mucize gibi geliyor bana. Çok yoruldu ama mesut.

Son umuda tutunmak gibi dönüş yolumuz. Birbirimize yaslanıp sohbetimizi canlı tutmayı başarıyoruz. Ortak geçmişimizin “en iyilerini” yadediyoruz. Şerefimizle tamamlayacağız bu macerayı.

Bay Hein’in kapısına geldiğimizde ürperiyorum. Çok çetin bir an. Kaskatı kesildim ve gariptir her an parçalara bölünüp un ufak olacakmışım gibi hissediyorum. Elke ve Adriaan arka arkaya veda ediyorlar. Sıra bana geldiğinde ona doğru bir adım atıyorum.

Bunun dostuma son sarılışım olduğunu biliyorum. Korkarım o da biliyor.

* * * *

Jürgen’ı bu ziyaretimizden çok kısa bir süre sonra kaybettik.

Hala kuşkonmaz yerken dolar bazen gözlerim.

Dün beni kızdırmak için yolladığı eski bir mesaj geçti elime:

“Az önce kuşkonmaz pişirdim, içine de gözyaşlarımın tuzunu akıttım…………………………………………………………………………………………………………………….

Not: Olur da anlamadıysan yukarıdaki noktalar gözyaşlarımı sembolize ediyor 🙂

Yaşlı Dostun Aksi”

Brüksel, Ocak 2013

Not: Yukarıdaki hikayede adı geçen kurum ve kişiler tamamen hayal ürünüdür, gerçek hayatla olası benzerlikler yürek yakıcı bir tesadüften ibarettir.

5 thoughts on “Aksi Bay Hein ve Acıklı Kuşkonmazları

  1. yazdıklarını okuyunca kendimi hikayenin içinde buluyorum..çok iyi yazıyorsun.bu hikayeden dostluğun diğer adı insanlık tır ı çıkarıyorum denizciğim

  2. Dostum eline, gönlüne sağlık…boğazımda bir düğüm oldu okurken…
    hergün herkesin sıradanmış gibi yaşadığı ilişikiler, olaylar senin kaleminden
    müthiş bir hal alıyor….canı gönülden kutluyorum.

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s