Tatil beldelerine sezon dışı zamanlarda gitmeyi sever oldum bir zamandır. İster sabırsızlık deyin, ister yaşlılık alameti. Yazdan önce bir deniz kentine varıp oranın turist mevsimine hazırlanışını yaşamak hoşuma gidiyor. O yüzeydeki sakinliğin ve bekleyişin derinliklerinde saklı umutlu telaşı seviyorum. Badana boyalar yapılıyor, irili ufaklı tamiratlar, belki teraslar genişletiliyor, iskeleler onarılıyor, binaların cepheleri cilalanıyor. Görücüye çıkmaya hazırlanan bir genç kız gibi kent.
Nice’de serin bir sabaha uyandığımız bu Şubat gününde bardaktan boşanırcasına yağan yağmuru da görünce uysal turist havasına büründük ve gezi planlarımızı revize ettik hemen. Sokaklarda uğunup ıslanmak yerine, odamızın perdelerini ardına kadar açıp bu konforlu ortamda denize uzaktan bakmayı tercih ettik. Saat öğleye yaklaşırken yağış hafifledi ama gökyüzü hala aşırı umuda geçit vermeyecek tonlarda.
Önceki gün sahilde gezelerken önünden geçtiğimiz balık lokantasına gitmek var aklımızda ama ikimizin de gözü kesmiyor uzun soluklu bir yürüyüşü, hele de aç karnına. Bir de iki günlük deneyimle sabit ki bazı yerler henüz sezonu açmamış, gidip kapıdan dönme riskini de almak istemiyoruz. Resepsiyondan aratıyoruz lokantayı, açıklar ama “çok da geç kalmasınlar” diye tembih etmişler, acele edeceğiz artık biraz.
Azimle hazırlandık, on dakika sonra da otelin önünden taksiye binip Melekler Koyu’na doğru yola çıktık. Nice’in bilinen eski balık restoranlarından biri bu gittiğimiz, sanırım kuruluş günlerinden bu yana da bir aile işletmesi olma özelliğini korumuş bir mekan. Koyun şiirsel ismine yakışacak güzellikte konumlanmış üstelik.
Palmiye ve zeytin ağaçlarına yaslanmış, karşısına deniz fenerini ve yat limanının nefes kesici manzarasını, iki yanına da başına buyruk sarp falezleri almış. Şehrin tam da o gün başlayan karnaval gürültüsünden oldukça uzakta, hemen aşağısındaki kayalara çarpıp kırılan dalgaların seslerine, hem de başında uçuşan martılara kucak açmış huzurlu bir sığınak.
Güleryüzle karşılıyorlar bizi, az önce arayan otelin misafirleri olduğumuzu biliyorlar. İçerisi birbirine geçmeli iki küçük salondan oluşuyor, sağdaki kısım biraz dar ve hafif karanlık. Bizi daha çarpıcı ve davetkar görünen sol tarafa yönlendiriyorlar hemen.
Bu salon denize doğru bir geminin burnu misali gittikçe daralan bir çıkıntı yapacak şekilde düzenlenmiş. Tam uca denk gelen sivri kısımda büyük oval bir masa var ama boş duruyor. Onun hemen gerisinde soldaki iki kişilik masada yaşlı bir çift ızgara balıklarına gömülmüşler, sessizce yiyorlar.
Bize hemen onların bitişiğindeki muazzam manzaralı masayı teklif ediyor garson. Aslında beş kişi kapasiteli, ama ölü sezon avantajı işte, herkese küçük bir torpil geçmek mümkün, yayılmak da serbest. İkimiz de üstünde konuşmaya bile gerek duymadan denize karşı yanyana oturmayı seçiyoruz. Sanki gemi birazdan hareket edecek ve denize açılacağız izlenimi veren bu üç yanı camekan salonu anında benimsedik, içimizde o “aman iyi ki geldik” duygusu.
Manzaranın keyfini çıkarmaya başlamıştık ki yeni müşteriler geldiğini hissettik arkamızdaki hareketlenmeden. “Aman inşallah kalabalık bir grup önümüzdeki masaya yerleşmez” diye geçiriyorum aklımdan. Kafamı usulca kapıdan yana döndürünce rahatlıyorum ama, iki kişiler sadece; otuzlu yaşlarda bir kadın ve bir erkek.
Kendilerine yaşlı çiftin hemen arkasındaki yer öneriliyor. Adam önce genç kadına manzaralı sandalyeyi ikram edip kendisi de denize sırtını verip onun karşısına oturmaya yelteniyor. “Gençlik işte” diye düşünürken biraz sinsice, bakıyorum kızın da içine sinmiyor, adamı yanına oturmaya davet ediyor. O da çok nazlanmıyor. İkisi bizim gibi bitişik ve denize karşı konumlanıyorlar.
O ara yaşlı çifte kayıyor bakışlarım. Amca sırtı denize dönük oturmuş diye gözlemliyorum, ama doğrusu karşısındaki hanımdan yana da bakmıyor pek. İkisi de önlerindeki tabaklara konsantre olmuşlar, ortadaki pilavı da sessiz bir uyumla paylaşarak yavaş yavaş ama iştahla yiyorlar.
Yaşlı adam kumaş peçetesini önlük gibi boynuna bağlamış, belki geçmişte biriki talihsiz dökme/damlatma vakası yaşanmış, bu sefer baştan temkinli davranmak ihtiyacını hissetmiş. Gülkurusu renkteki peçete maskülen giyimi ve sert yüz ifadesiyle taban tabana zıt kaçmış ama onun umrunda bile değil belli.
O an kendimize dışarıdan bakıp, Melekler Koyu’ndaki bu mütevazı lokantadaki bu üç dolu masada üç ayrı yaş grubunu temsil eden çiftler oturuyor diye düşünüyorum. Hani denize açılıversek şu halimizle gemi havası verilmiş bu yapay evrende, Nuh’un numunelerine benzeyeceğiz ister istemez. Belgesel yapmak isteyenler inceleyebilir bizleri.
Genç çift bıcır bıcır, hem lokantanın, hem yörenin geçmişiyle ilgili sorular soruyorlar konuşkan garsona. O da kah elini kol işaretleriyle, kah duvarda asılı eski fotoğraflara göndermeler yaparak anlatıyor heyecanla. Kız mönüyü de ince eleyip sık dokuyor, sanırsınız çok yıldızlı gurme bir restoranda. Bütün seçenekleri etraflıca taramadan karar vermeyi reddediyor. Yanındaki adam onun bu huyuna alışmış gibi, halinden şikayetçi de görünmüyor. Garson da muhabbete susamış herhalde, o masadan pek ayrılmıyor.
Eşimle ben buraya ızgara levrek ve yeşil salata hayaliyle gelmiştik, mönüye lütfen bir bakış atıp yine aklımızdakini tereddütsüz sipariş ettik. Şimdi de taze balığın tadını çıkarıyoruz huşuyla. Yaşlı çiftin bölüştüğü pilavda da gözümüz kalmıştı söylemesi ayıp. Neyseki balık ısmarlayınca otomatikman geliyormuş yanında, pek sevindik, ne ala… İkimizin de yüzü denize dönük, İbrahim hatta karşı kıyının da gerisindeki karlı dağlara takılıp düşüncelere dalmış. Birlikteyiz birbirimize bakmadan.
Anın tadını çıkarıyoruz farkındalıkla. Ertesi gün bitiyor tatil malum ve biliyoruz ki gelecek Cumartesi öğlen böyle denize karşı oturamayacağız, yağmurun ardından böyle gururla çıkmayacak güneş, dalga seslerini duymayacağız. İkimiz de denizi bu kadar severken niye senelerdir ondan uzakta yaşadığımızı soruyoruz kendimize ayrı ayrı. Cevap beğeniyoruz cevaplardan, ölçüp biçiyoruz, tartıyoruz, yeniden değerlendiriyoruz seçimlerimizi.
Yaşlı çift yemek üstüne mönüye bile bakmadan tek bir porsiyon elmalı tart ısmarlıyor o sırada. Garson da bilir gibi getirip adamın önüne koyuyor tabağı, tek çatalla birlikte. Adam üçgen dilimin tepesinden cömert bir parça kesip karısına uzatıyor. O da hiç itiraz etmeden atıyor ağzına.
Adam “bir lokma daha ister misin?” diye sormuyor, kadın da “ay çok güzelmiş, biraz daha alayım” demiyor. Aralarındaki eski ama hala geçerli bir anlaşmayı uygular gibiler daha çok. Amca pastasını yine ağır ağır, sindire sindire yemeğe koyuldu şimdi. Teyzecik de onun omuzları üstünden denize daldı gitti.
Tabağındaki son kırıntı da yenip yutulunca pembe önlüğünü sabırsızlıkla çıkarıp yerinden kalktı adam. Karısı şaşırmış gibi değil, “nereye gidiyorsun?” diye sormadı. Garson tam da o sırada yanlarına sokulup “iki sert kahve değil mi?” dedi işaret diliyle. İkisi bir ağızdan onayladılar. Yaşlı adam masadan ayrılıp koridorun sonunda gözden kayboldu.
Arkadaki gençler bizden daha geç gelip daha çok sayıda tabak söylemelerine rağmen bize tur bindirip tatlı seçeneklerini saymasını istediler garsondan. Nasıl hem o kadar hızlı öğütüp hem de detaylı bir gezi rehberi yazacak kadar bilgi topladılar bölge ve lokantanın tarihçesi hakkında bilemiyorum.
Topu topu dört klasik tatlı var mönüde, kız yine uzun uzun anlattırıyor garsona her birini. “Ne enerji, Maşallah!” diyorum içimden. Adam kalender yine, listede ilk sıradaki elmalı turtaya yazıldı anında ve köşesine çekilip kızın kararını vermeden önceki çok sesli analizlerini dinledi ilgiyle. Bir sanat eserine bakıyormuşçasına hayran hayran süzüyor kızı, onun gözüyle görmeyi istiyorum bu kadını ben de.
Teyzeyle amcanın masasına kahveler servis edildi ama adamcağız henüz yerine dönemedi. Yaşlı bayan bir süre sabretti, sonra dayanamadı içti kahvesini tek başına. Eşi döner dönmez yerine oturup kahve fincanını götürdü hevesle dudaklarına.
“Buz gibi bu!” dedi sonra kuru ve asabi bir sesle.
“Evet, bekledi epey” dedi kadın ve ekledi “hiç bana bakma, kalkarken kendin sipariş ettin!”
Adam bir kelime daha edecekken sustu, tuttu kendini. Onun savaşı kadınla değil, çok belli.
Kısa bir sessizliği takiben yeniden dillendi amca ve “küçük bir çikolata bile getirmemişler yanında” diye şikayet etti. “Haklısın” dedi teyze var gücüyle. Yeniden yanyanaydılar işte dünyaya karşı, ikisinde de bir rahatlama hali hissettim. Yine de garsonu çağırıp bu eleştirilerini dile dökmediler. Belki o kadar da can sıkıcı bulmadıklarından durumu, belki kabullenmişlikten, ya da sadece halsizlikten. Yoruyor hayat, uzun yaşayanlar bunu daha iyi biliyor.
“Çok daldın sen yan masaya, yine ilham peşindesin galiba?” diye takıldı eşim bana.
Başımı ondan yana çevirince biraz nemli olduğunu gördü gözlerimin. Nedenini yazar bir gün nasılsa bir hikayeye diye düşündü ki sormadı.
“Söz ver bana İbrahim, biz de bu yaşlara gelirsek bana sık sık çiçek alacaksın” dedim aniden.
Şaşkın baktı biraz yüzüme ama ciddiyetimi görünce “tamam” dedi, güven bana der gibi.
“Söz mü İbrahim?” diye dayattım inatla.
“Söz!” dedi en yumuşak sesiyle gözlerimin içine bakarak.
O sırada garson yanımızdan geçip elinde gösterişsiz beyaz plastik bir bidon ve iki likör kadehiyle bizim tontonların masaya yanaştı. Bidonu tanıyan yaşlı çiftin çehreleri aynı anda aydınlandı, dudaklarında körpe ve utangaç bir gülümseme belirdi.
Konuşmadan servisini yaptı garson. Bizimkiler frambuaz likörüne benzeyen bu sıvıya büyülüymüşçesine baktılar. Bir geçmişi, bir anısı olsa gerek bu albenisiz ama anlamlı törenin. Belki de yaşamın gidişatından karamsarlığa kapıldıkları noktada karşılarına çıkan maziye ait dost bir koku, hoş bir tat bu sadece. Duygu yüklü bir kavuşma, umuda susamış kuru dudakları nemlendiren.
Teyzeyle amca daha likörü tatmadan gençlik aşısı vurulmuş gibi canlanıverdiler. “Biz de çikolata bile gelmeyince biraz kederlenmiştik” diye takıldı hatta garsona yaşlı adam. Sesi ilk kez böyle gür ve nüktedan.
Başları dik ve gözleri birbirinde kenetli durdular sonra öylece çok kısa bir an. Bir martı çığlığında kadehlerini tokuşturdular. İkisinin de biraz pembeleşmiş buruşuk yanakları…
Nice – Brüksel SN 3622 seferi, Şubat 2013
Birlikteliğin tadını çıkaarabilmek ne güzel.. Yine güzel betimlemişsin. Ben bu yazarı seviyorum
“HÜZÜNÜ/HAZALI” sevmek yaşlılık olmasa da orta yaşın verdiği/getirdiği bir güzel ayrıcalıktır..Yaşamın her yaşının ayrı bir güzelliği var tadı var elbet..Bazı ormanların Sonbaharı neden İlk Bahardan güzel?Neden Torun çocuktan daha tatlı gelir insana da Torunda cennet Kokusu” var denir..Neden gençlere bakmak geride kalırda yaşlılara bakmak önce gelir.Geriye dönüş olamayacağın göre ileri bakmak zorunlu da ondan mı?Mesele ortadaki tek tabaktan Pilav yemek-yiyebilmek olsa gerek.