Aynalar

Siz de etrafınız aynalarla çevriliymiş gibi hissediyor musunuz bazen? Hayatta karşı karşıya ya da yanyana geldiğiniz insanlar, yaşamı paylaştıklarınız ya da onun herhangi bir noktasında yollarınızın kesiştiği kişiler bir ayna işlevi yüklenmiyorlar mı zaman zaman? Onların gözbebeklerinde gördüğünüz aksiniz size bir hikaye anlatmıyor mu? O bakışlarda konuçlanmış sizinle ilgili düşünceleri, hisleri, hatta önyargıları – bazen ne kadar saklanmaya çalışılırsa çalışılsın- fark etmiyor musunuz? Ve dahası, ne yapıyorsunuz bu gördüklerinizle?

Dış dünyanın zihnindeki imajınızı seviyor musunuz? Onu gerçekçi ve kayda değer buluyor musunuz? O aynalardaki aksine göre kendine çeki düzen verenlerden misiniz? Ya da herkeslerin içinizdeki asıl sizi anlamaktan çok uzak olduğuna mı kanaat getirdiniz yılların deneyimini süzdükten sonra? Aynalara küs müsünüz yoksa tümden? Yaktınız mı gemileri, attınız mı dünya ile aranızdaki köprüleri?

* * * *

İlkokul öğretmenim Buket Hanım aynı zamanda apartman komşumuzdu, annemin çok yakın arkadaşıydı. Henüz okul değmemiş masum çocukluğumun Buket Teyzesi’ydi. Öğretim yılı başlamadan önce beni kenara çekti ve ilk öğretmenim olacağı için duyduğu mutluluktan bahsetti. Benim de içim içime sığmıyordu ama diğer yandan da bu gelişmenin aramızdaki ilişkiyi resmiyete dökeceğini hissediyordum. Öğretmenimi hayal kırıklığına uğratmama sorumluluğunu da daha ilk günden kendi kendime aldığım bir kararla küçük omuzlarıma bizzat yüklemiştim.

Azmin elinden ne kurtulur? Ben de ilk günden itibaren gösterdiğim çabayla ilkokul semasında parlayan bir yıldız olmaya aday olduğumu kanıtladım. Buket Hocamın annemle paylaştığı benimle ilgili olumlu geri dönüşleri dinlemiyor gibi yapar ama aslında her kelimesini kafama not düşerdim. Gururlanıyordum da için için, ta ki Müdire Hanım’ı tanıyana kadar.

Müdire Hanım’ın bendeki hatırası o kadar acı ki, adını bile silmişim hafızamdan… Orta boylu, biraz etine dolgun, şık giyimli ve kabarık sarı saçlı olduğunu anımsıyorum hayal meyal. Sempatik değildi, hoş sohbetin yakınından geçmemişti, hem biz hem de öğretmenler onun gölgesinden bile korkardık, ya da bana öyle geliyordu. Benden ne kadar uzak olsa o kadar kardır felsefesiyle yaşıyordum.

Bir gün Buket Hocam deri kaplı büyük sınıf defterini Müdire Hanım’a götürüp imzalatmamı istedi benden. Bu görevi çok korkutucu bulduğumu itiraf etmeliyim hemen. Yine de Buket Öğretmene hayır demek söz konusu olamayacağından sorgulamadan üstlendim bu vazifeyi.

Müdire Hanım’ı koridorda buldum. Onu aradığımı, çekinerek ona doğru seyirttiğimi hissetti ama benden yana dönüp işimi kolaylaştırmak yerine durumu fark etmemiş gibi yapmayı tercih etti. Bu hareketiyle de yüreğimdeki kötü kalpli cadı imajını pekiştirdi haliyle. Usulca ama kararlı adımlarla yanaştım, kendisini saygıyla selamladım ve nasılsa gözlerinin içine bakmayı göze alarak beni Buket Hoca’nın yolladığını ve bir imza rica ettiğimizi belirttim.

Hiddetle kaptı defteri elimden bana küçümseyici bir bakış fırlattıktan sonra. Vahşete komşu bir hırs ve aceleyle imzaladı defteri ve onu elime geri tutuştururken üstüme doğru eğilip “benimle konuşurken efendim diyeceksin!” diye gürledi. Ben daha neye uğradığımı anlamadan da “Söyle o Buket Öğretmenine, bir daha seni yollamasın imzaya!” dedi payladı beni aynı tehditkar tonla.

Defteri kapıp uzaklaştım, gözlerim yaşlı. Gerçekten bu sözleri haketmek için ne yaptım diye düşünüyorum, bulamıyorum. Biriki derin nefes alıp verdim, yeniden değerlendirdim durumu. Müdire Hanım’ın aynasındaki aksim ne olursa olsun kendi cetvelimle ölçünce davranışımda bir çarpıklık bulamadım. Karar aldım sadece kendime danışıp; Buket Hoca’ya bir şey söylemedim. Duyarsa Müdire Hanım’dan duysun, onu gereksiz yere üzen ben olmayacağım…

Şansım yaver gitmiş ki yollarımızın bir daha kesişmesi gerekmedi o kabarık saçlı cadıyla. Buket Hocam’ın kulağına bu konuda bir şey çalındıysa da onu benimle paylaşmadı. Bu durum da kendi davranışımla ilgili analizlerimin doğruluğuna olan inancımı güçlendirdi. Ama herşeye rağmen biraz gurur meselesi yapmış olmalıyım ki, kimselere bahsedemedim bu tatsız hikayeden.

Bugünkü yetişkin aklımla dönüp baktığımda aynı olaya, zavallı Müdire Hanım diyorum, çok mutsuz bir kadındı herhalde; hem eğitim sektöründe çalışıp hem de yedi sekiz yaşındaki bir çocuğa -belki de bilerek- hasar verebilecek yapıda olduğu için. Ve şükrediyorum, neyseki soğukkanlı bir çocuktum ve bütün bu çalkantıya rağmen yapabildiğim durum değerlendirmesinin sonucunda çok büyük zarar almadan sıyrılabildim bu talihsiz deneyimden. Etrafımda sevgi ve güven yansıtan bir sürü başka aynanın varlığı sayesinde o yerden bitme halimle sımsıkı durdum gaddar çehresine karşı bu dünyanın.

* * * *

Geçen sene Mart ayı başlarken tüm özlem ve davetimize rağmen gelmemekte direniyordu bahar. Gri gökyüzünden eksik olmayan bulutlardan, sonu gelmeyen sağanak yağmurlardan ve sürekli üşümekten yorulmuştum. Bitkindim, hoşnutsuzluk halini kuşanmıştım bir silah gibi, yüzüm sirke satarak dolanıyordum ortalıkta.

Yunanlı arkadaşım Anna imdadıma yetişti neyseki. Devamlı müşterisi olduğu ünlü bir hazır giyim mağazasından gelen iki kişilik davetiyeyi sallıyor baktım elinde zaferle. O cuma akşamüstü kısa bir defilenin taçlandıracağı görkemli bir kokteyle çağrılıyoruz.

Tamam dedik, güneş bize gelmezse biz ona gideriz. İtalya menşeyli bu güzide markanın Akdeniz ve güneş müjdeleyen ilkbahar yaz koleksiyonunun çağrışımlarına teslim edeceğiz önce ruhlarımızı, sonra da cüzdanlarımızı…

Saat beş gibi mekana vardık. Köşeye disjokey konumlanmış, yumuşak melodilerle ortamı ısıtmaya başlamış. Şık giyimli incecik bayan garsonlar ellerinde şampanya şişeleriyle zarif kelebekler gibi etrafımızda uçuşuyor, ikram da kusur etmiyorlar. O semtin gözde lokantalarından birinden gelen genç ve dinamik bir ekip de atıştırmalıkları gözümüzün önünde taze taze hazırlayıp servis ediyorlar. Anlayacağınız cennete düşmüş gibiyiz.

Arada da reyonlar arasında gezeleyip kendimizi yeme içmeye kaptırmadan önce deneyeceğimiz kıyafetleri seçiyoruz. Bir süre sonra elimde askılarla salonun arka tarafındaki kabinlere doğru uzanıyorum. Bu kısım mutfak olarak kullanılan bölmeye komşu geldiğinden yiyecek servisiyle ilgilenen elemanların yolunun üstü oluyor aynı zamanda.

Biz müşteriler üstümüzde denediğimiz kıyafetlerle aynadaki aksimizi seyrederken ister istemez servis elemanlarının da ilgisini çekiyoruz. Hepsi ateş gibi çocuklar, organize çalışıyorlar, kaliteli iş çıkarıyorlar. Aralarından biri özellikle göze çarpıyor. Evet, olağanüstü yakışıklı bir genç adam ama iş orada bitmiyor. Bakışlarından taşan, deviniminlerine yansıyan kıvılcım yüklü bir enerjisi var. Son derece kendiyle barışık, dünyaya gülümsüyor.

İki pastel rengi elbise deniyorum. Bana gittiğini bildiğim tanıdık kalıplar, ağırbaşlı renkler. Aynadaki görüntümü beğeniyorum ama yüreğim “birşeyler eksik” kanaatinde. Çocuk arkamdan geçerken ayna üstünden gözgöze geldik az önce, başıyla onayladı her iki kıyafeti de. Ben de belli belirsiz gülümsedim teşekkür niyetine.

Kabine geri dönüp son askıdaki seçimime tereddütle bakıyorum. Bu yavruağzı elbise hem renginin çarpıcılığıyla hem de orijinal kesimiyle öncekilerden çok farklı. Hem çekici hem de riskli bir seçim. İç sesimin sorguları dinmedi ama canım çekti, bir bakacağım nasıl duracak üstümde.

Perdeyi açıp kabinden çıkıyorum. Büyük aynada kendimi bulduğumda önce biraz şaşalıyorum, alışık olduğum bir tarz değil bu. Ardımda bıraktıgım Akdeniz iklimiyle birlikte mazimde kalmış sanki böyle canlı rekler, iddialı modeller. Fakat biliyorum ki öteki kıyafetleri taşırkenki eksiklik duygusu silindi şimdi. Aradığım ışık, tutunacağım umut bulundu. Yine de ürküyorum biraz, onca zaman sonra yapabilir miyim?

Tam da o sırada aynı çoçuk yine arka planda beliriyor. Elbiseye bir bakış attığıyla “aradığını bulmuşsun” diyen bir ifade doğuyor yüzüne, sol elinin baş parmağını havaya kaldırıp “tamamdır bu iş” mesajını veriyor keyifle. Kafamdaki o son soru işareti de o anda kayboluyor: Alacağım ben bu elbiseyi.

İç ve dış tüm aynaların aynı aksi gösterdiği o ender mutlak uyum dakikalarının tadına doyum olmuyor. Benim için de bahar o gün o elbiseyi almaya karar verdiğim an geldi. Onu her giyişimde de aynı ferah esintiyi hissederim vazgeçmemeye ve umuda dair.

* * * *

Yakın bir arkadaşımızın hem pek sevdiğimiz hem de saygıyla önünde eğildiğimiz babası Erhan Amca yıllarca hem pozitif bilim alanında akademisyenliğin, hem eleştirmen vasfıyla güzel sanatların hemen her dalının, hem de kasıntılıktan uzak entellektüel, güzel kişi olarak insanlığın dibine vurmuş ilham verici bir şahsiyet. Yurt dışı tecrübesi, geniş uluslararası çevresi, üstüne gerçek hayat bilgisi olan biri.

Üstü kapalı öğütlerinden birini kibarca paketlerken, kendi deneyimlerinden örnekle “yıllarca yurt dışı bağlantılarımla, yabancı dostlarla ilişkilerimde hep düşündüm ki, benim davranışlarımın onlarda yaratacağı izlenim, onların zihnindeki Türk imajını etkileyecek, bende buldukları olumlu işaretler Türkler üstündeki genel yargıyı revize edecek, bir anlamda yumuşatacak” demişti.

Biz de yirmili yaşlardayız o zaman, çoğumuzun yurt dışında yaşama hayali ya da planı var, müridleri gibi toplanmışız Erhan Amca’nın etrafında. Aklından, erdeminden kırıntılar peşindeyiz. Dinliyoruz can kulağıyla.

“Tüm çabama rağmen ne yazık ki fark ettiğim yabancıların aklındaki tipik Türk portresini etkileyemediğim, onu değiştiremediğim” diye devam ediyor. “Çünkü ne yazık ki onlar benimle ilgili görüşleriyle bu resim arasında bir bağ kurmadılar. Bilakis, o sabit referansa kıyasla benim “ne kadar nadir bir Türk” olduğum üstüne konuşup durdular, bana iltifatlar yağdırdılar. Ayrıca, gariptir ki, benim bu söylemlerden nasıl olup da keyif almadığıma da akıl sır erdiremediler. ”

Erhan Amca’nın çıkarımları erken yaşımda bana çok karanlık, hatta kabul edilemez gelmişti. Şimdi durum farklı, zira onun o zaman kendi geçmişiyle bağlantılı olarak anlattıkları günlük hayatımın gerçeği bir anlamda. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesinden ciddi anlamda korkan, diğer yandan da benim bağımsız, güçlü, bir çok dilde kendini ifade edebilen ve aynı zamanda bir “Parisienne” gibi giyinmesini bilen Batılı kadın imajımı ayakta alkışlayan Avrupalılar var bugünkü çevremde.

Konu Türk’ün Batı’nın gözündeki aksine gelince, dünya pek de ilerleme kaydedememiş diye hayıflanıyor insan biraz. Daha fazla “nadir” Türk tanımaları gerekecek belki, bu da daha çok ve daha sık görüşmemizle olabilir ancak. Asırların birikimiyle zihinlere kazınmış genellemelerin önüne geçmek, yüreklerin derinliklerine yerleşmiş önyargıları sarsmak belli ki nesillerce sürecek uzun soluklu yılmaz bir inanç ve çaba gerektirecek…

* * * *

Genelleme ve önyargılardan bahis açılınca taksi şoförlerini anmamak mümkün değil bence. Özellikle de İstanbul’dakileri. Adları çıkmış bir kere; “taksimetreyi açmayı unutmuş gibi yapar, sonra istediği ücreti talep eder, içerlersen de üste çıkar… Seni baştan toy görürse dolaştırır, gözünün yaşına bakmadan kazıklar…”

Yapanı yok değil, vardır aralarında, biliriz duman çıkmaz ateş olmadıkça. Ama kurunun yanında yaşı yakmak ne kadar mubahtır, malum bu asırlardır tartışılır…

Bilenler bilir, işte itiraf da ediyorum, ben bayılıyorum taksicilerine İstanbul’un. Belki kendim yıllardır yurt dışında yaşayan bir Türk olarak zaman zaman önyargının kurbanı olduğumdan, hangi klana ait olursa olsun herkese öncelikle adil bir şans vermekten yanayım.

“Abla nereden gidelim?” sorusuna bütün samimiyetimle ” Beyefendi, siz bütün gün yollardasınız, elbette ki benden çok daha iyi bilirsiniz, siz nereden uygun görürseniz oradan gidelim” diye cevap veriyorum her seferinde.

Bu bir taktik değil, içimden gelerek sarfediyorum bu sözleri. Cidden yani, İstanbul nere Brüksel nere? Ben kim olurum bu iki kıtayı buluşturan alemde? Haddini aşmamak lazım. Oysa şoförler öyle mi, ciğerini biliyorlar şehrin, günün akışında değişen yüzünün her hattını ezberlemişler. Onu kendilerine maletmişler.

Yukarıdaki sözleri söylerken tuttuğum bu aynadaki deneyimli, efendi ve saygıdeğer aksini görüp de beni dolaştıran, oyuna getirmeye çalışan tek şoför çıkmadı şu ana kadar karşıma. Bilakis bu ilk engeli aştıktan sonra bir rahatlık geldi ortama çoğu kez. Sohbetler başladı olmadık şekilde.

Anılarını paylaşanlar oldu benimle, politik görüşlerinden bahsedenler, çocuklarının eğitimi üstüne akıl yürütenler. Yüreklerini açanlar oldu sonra. Ne değişik maceralar dinledim, ne çok düşündürdüler beni kader üstüne.

Amatör yazar olup ilham peşinde şoförlük yapanlar tanıyorum İstanbul’da bu sayede, çocuklarını doğuda adı konulmayan savaşlarda kaybedenler… Anadolu’dan göçüp yıllar önce bu şehre yerleşmiş ve bu metropolde çocuk büyütürken kendileri de yeni ve zorlu bir eğitim sürecinden geçenler. Memleketi kıyasıya eleştirirken onun uzağında bir gün bile geçiremeyecek kadar ona sevdalı insanlar.

Karanlığı da şiddeti de acıyı da tatmış, görmüş bilge kişiler taksiciler. Arabanın arka koltuğunu tıpkı bir tiyatro sahnesi gibi izleyip ondan nice hayat dersi çıkarmışlar yıllarca. Keskin gözlemciler onlar, yaman insan sarrafları, günümüzün tecrübeli evliyaları…

Bir tanesi bir gün uzun da bir sohbetin üstüne Atatürk Havalimanı’na bırakırken beni “Abla” dedi ” acelen var biliyorum ama demeden edemeyeceğim: Çok insan geçti bu taksiden, sen insanlıkla ilk beşe girersin…”

Çok sevdim onun aynasındaki bu aksimi, hani o yavruağzı elbiseyi aldığım dükkandakinden bile daha çok…

Sevgi ve hoşgörüyle taşıyalım aynalarımızı ve akılla tecrübenin süzgecinden geçirelim kaderimiz gibi kabullenmeden önce onlarda gördüğümüz yansımaları…

Brüksel, Mart 2013

20130303-184447.jpg

3 thoughts on “Aynalar

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Twitter picture

You are commenting using your Twitter account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s