Bir Pazar sabahı hala Ortaçağ’ın izlerini taşıyan bu kanallar şehrinde yeni güne uyandığımda, bir yandan kilise çanlarına karışmış nal tıkırtılarına kulak kabartırken, diğer yandan da gözlerimi tepemde asılı ihtişamlı avizeye dikmiş, yüksek tavanlı tarihi binaların ihtişamını ne denli çekici bulduğumu düşünüyordum. Eskinin ruhuna saygıyla onarılan yapılarda nefes almayı seviyorum. Çıplak ayakla ahşap döşemeye basmayı, onun yorgun gıcırdamasını işitmeyi, oymaların kıvrımlarında, antika kapı kolları, o yıllanmış şöminenin derinliklerinde bir zamanlar varolan insanlara ait anıların izlerini aramayı seviyorum. Bugün öğlen saatlerinde ben de bu otel odasından ayrıldığımda, benden de bir kaç satır eklenecek biliyorum bu görmüş geçirmiş dört duvarın emektar hatıra defterine.
Yeniden nal sesleri işitince kalkıp pencereye doğru seğirtiyorum. Faytonlara kurulmuş Japon turistler geçiyor önümden. Eskiyle yeninin, geçmişle günümüzün umulmadık bir uyumla devam eden dansı bu.
At arabalarının kenarından köşesinden akan bisikletler sonra, binbir renk ve modelde. Arada onların zillerini de duyuyorsunuz; dikkatli, ölçülü. Şehrin tarihi malikanelerine, kanallarına, çikolata ve dantel satan meşhur dükkanlarının vitrinlerine daldıkları için hafif şaşkın dolaşan yayaların arasından maharetle kıvrılıp geçiyorlar. Acar ve gamsız geliyorlar bana, bu şehirle doğmuş ve onunla büyümüş kadar yakınlar ona.
Gözlerim sokağın dinamik tablosuna kitlenmiş halde pencerenin kıyısındaki koltuğa yerleşiyorum. Mart cidden kazma kürek yaktırıyor. Yine de azimli turistler sarıp sarmalanıp yollara dökülmüşler. Al al olmuş yanaklar, kızarmış kulaklar ve aceleci devinimlerden okunan o ki, hem soğuk hava, hem de sert esen rüzgardan paylarını alıyorlar. Yolun hemen ardındaki kanalın karanlık suları da çırpınıyor aynı yaman yele kapılıp. Daha geri plandaki binaların, kulelerin yüzleri asık ve geçit vermez halde. Gökyüzü grinin en koyu tonuna bürünmüş, yağmur şimdilik çiseliyor ama uzun soluklu olacak belli.
“Bayıldım ben artık bu Belçika’nın havasından” diye isyan edecekken birkaç gün önce Brüksel’de buluştuğum çocukluk arkadaşım Ayşegül’ün sözleri geliyor aklıma. Senelerce bu şehirde yasadıktan sonra memlekete dönmüş ama o da buraları özlüyor işte.
Yirmi yılı aşkın bir zamandır kopmuştuk birbirimizden, bir tesadüf sonucu yeniden bir araya geldik sanal ortamda. Yazışırken anlaşıldı ki on küsur sene Brüksel’de komşu mahallelerde yaşamış, aynı marketlere, tiyatrolara, lokantalara gitmişiz. Aynı sokakları arşınlamış adımlarımız ama öyle ya da böyle hiç kesişmemiş yollarımız.
Ayşegül geçen hafta kısa bir ziyaret için Brüksel’e gelince biz de yüzyüze gelme fırsatını yakaladık böylece. Bu tür kavuşmalardan önce hep bir huzursuzluk oluyor malum insanın içinde, ya geçen seneler bizi ayrı noktalara sürüklediyse, ya birbirimize söyleyecek söz bulamazsak diye ürküyorsunuz. Ben de gerilmedim değil ama buluşma anının daha ilk dakikasında eriyip gitti o kuşku ve coşkuyla akan bir nehir gibi kapıp götürdü bizi içten ve içerikli sohbetimiz.
O gün de bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Kapalı park yerinden akşam yemeğimizi yiyeceğimiz lokantaya yürürken ben kestirmeden gitmeyi önerdim. O ana caddeyi seçti. Berbat hava şartlarına rağmen eksilmeyen neşesiyle buralardan uzaktayken özlediği binaları seyretti, onlarla ilgili yorumlar yaptı, sanat galerilerin vitrinlerine alıcı gözüyle baktı. En ısrarlı sağanakların bile gölgelemeyeceği şehir güzelliklerini anımsattı bana o en yumuşak sesiyle.
Brüksel’in sevimli meydanlarından birindeki lokantanın önüne geldiğimizde daha etrafa doyamadığını hissettim. “Şurayı bir tavaf edelim önce istersen” dedim, geri çevirmedi bu teklifi. Kafeler, çikolatacılar, lokantalar ve antikacılar arasından geçerek ilerledik. O her adımda kentin benim belki de artık kanıksadığım cazip özelliklerinin altını çizerken lunaparka gelmiş bir çocuk kadar şendi. Benim de günlük gerçeğime başka gözle bakmamı sağladı, elimizde olanın – belki de sırf cepte sayıldığından – değerini bilemediğimizi yeniden hatırlattı.
Lokantadaki konuşmamız da geçen yıllarda kazanılanlar ve kaybedilenler üstüneydi. İkimizin yaşamı da değişik ülkelerde yeni kültürlerle tanışmak, bazen onlarla didişmek ama sonunda harmanlanmakla geçmiş. Gurbette almışız sevdiklerimizin ölüm haberlerini. Ya da bu tür kara haberler bizden bir süre saklandığından gidenlerin yasını anlamsız bir rötarla ve yalnız başımıza tutmayı öğrenmişiz. Aile ve iş konularında can alıcı (bazen de can yakıcı) seçimler yapmışız, öncelikler üstüne çok kafa yormuşuz. Büyük şehirlerin karmaşasına, enerjisine çekilmişiz ama ara ara sakin kumsallarda soluklanmayı düşlemişiz. Belki yetiştiriliş tarzımızdan, fena halde didinip yorulmadan mola almayı aklımıza bile getirmemişiz.
Eskilerden bir dostun çıkıp gelip bugünkü kişiliğine ve yaşamına ışık tutması ne şahane bir deneyim. İnsan onunla birlikte kendine de dışarıdan bakıyor bir an. Tıpkı yıllardır yaşadığı şehrin bazen hakkını veremediğini hissetmesi gibi, bazen kendisine de –aynı alışmışlıktan olsa gerek- bir “Aferin!” i çok gördüğünü fark ediyor. İşte belki sırf bu yüzden o Pazar sabahında pencereden artık iyice kuvvetlenen damlacıklara bakarken her zamanki gibi efkarlanacağıma “Ayşegül’ün kızının adı Yağmur’muş. Ne güzel isim…” diye düşünüyorum yüzümde belli belirsiz bir gülümsemeyle…
Saat ilerledikçe sokaktaki yaya trafiği de artıyor. Ayrı yönlerden gelip çok kısa bir anın parantezinde yolları kesişen, onun hemen ertesinde de birbirlerinden yeniden uzaklaşan insanların hikayelerini düşleyerek oyalanıyorum. Teğet geçen hayatlarda neler gizli acaba?
O sırada kanalda gezeleyen bota tıka basa doluşmuş yetişkinlerdeki okul gezisine çıkmış neşeli öğrenci havası komiğime gidiyor nedense. Kıyıdaki yayalara el sallıyorlar yerli mi yersiz mi olduğuna karar veremediğim hafif aksak bir coşkuyla. Karadakiler de biraz benim gibi düşünüyorlar belki; kimi karşılık veriyor bu selama, kimi kayıtsız kalıyor.
Cep telefonum mesaj sinyali verip beni yamacına çağırıyor tam da bu noktada. Teknoloji tutsaklığı bazen bulaşıcı bir hastalık gibi, telefona değen elim usuldenmiş gibi oradan yandaki bilgisayara konuyor. Sosyal paylaşım sitelerinden birine dalıyorum neredeyse refleksle. Birkaç aydır birlikte olan ve dıştan bakınca hayatlarından pek de memnun görünen bir çift arkadaşımızın yazdıklarına gidiyor gözüm. Sayfalarına ayrı ayrı düştükleri notlardan önceki akşam ipleri kopardıkları sonucuna varıyorum.
Bir zamandır ülkelerarası bir ilişkiyi emek ve özenle yürüten bu iki kişi iki kıtanın bir araya geldiği o büyülü kentte ayrılmışlar belli ki. Kızın sözleri yüreğime çok yakın eski bir şiire taşıyor beni. Erkekse kafasında uzaklara doğru yola çıkmış belki ama ruhu daha o şehirden kopmadan yazmış o satırları. Belki olanların ağırlığını sırtına yükleyip binmek zor geldiğinden o uçağa. Ve ben ikisinden de kilometrelerce uzaktaki bu Ortaçağ kentinde yüksek tavanlı, ahşap döşemeli bu yüzyıla bile ait olmayan bu odada, kanalın karanlık sularına bakıp susmak bilmeyen kilise çanlarını dinlerken yüksek sesle onları düşünüyorum şimdi. Aşkın infazının ilanının bile ürkütücü bir hız kazandığı bu dünyanın nereye gittiğini soruyorum kendime.
Teknoloji çocuğu aletleri biraz sinsi bir hoyratlıkla yerlerine bırakıp pencere kenarındaki koltuğuma geri dönüyorum. Zihnimin resmi geçidinde o çiftle iki hafta kadar önce geçirdiğimiz keyifli akşam yemeğinden kalma sesler, tatlar ve kokular…
Deniz kıyılarının, üzüm bağlarının, tadına doyum olmayan egzotik kent maceralarının neşeyle yanıp söndüğü o ortamda ben ahenk ve umut algılamıştım. Geleceğe yönelik planların hevesle betimlendiği o uzun saatlerin duygu yükü donuk bir bilgisayar ekranında beliren bu birkaç cümleyle birlikte tarih olan bir ilişkinin peşinden yokoluverdiler sanki.
Kanalın girinti yapmış gizemli köşesinde beliren bembeyaz nokta düşüncelerimden koparıyor beni. Ne olduğunu seçemiyorum önce ama bu efkar dolu koyu renk tabloya o kadar tezat oluşturuyor ki o kusursuz aklık, merakım iyice kabarıyor ister istemez. Bana doğru gelmeye başlıyor sonra, gittikçe büyüyor, belirginleşiyor. Bembeyaz bir kuğu bu, tüm asaleti ve zarafetiyle süzülen. Mevsime rağmen açık renklerini çekmiş, kara bulutlara inat pırıltısını söndürmemiş. Dünyayı yok saymadan ona usul usul meydan okuyan bir havası var. Kayar gibi zahmetsizce ilerliyor suyun üstünde. Kaybolmuşsa, biraz ürküyorsa da belli etmiyor. Benimkisi gibi inatla arayan ruhlar için bir işaret ve kimi hikayeler için de bir son olduğunu biliyor.
Brugge-Brüksel, Mart 2013