Bize Biraz Aşk Lazım

Ben Sezen’i dinleyerek büyüdüm… İlk tanıştığımda  “Serçe” diyorlardı ona.  Aynı isimli bir uzunçaları vardı, döner dururdu bizim evde.  “Kaybolan Yıllar” dan bahsederdi Sezen o albümde.  Bu konu bana çok uzaktı o zaman, hiç üstünde durmadım. Aslına bakarsanız Sezen’in o genç yaşına da biraz ağır geliyordu sanki bu sözler.

Bir sonraki albümün dilime takılan şarkısı “Hata”ydı. Albümün çıkış tarihi benim oniki yaşıma denk geliyor ve düşünün ki ben “hatalar yalan duygularda başlıyor” sözüne kapılmış gidiyorum.  Birilerini düşünüp “sen en güzel duyguların katilisin” diye haykırabiliyorum.  Yaşadıklarımı özümseme yeteneğime mi hayal gücüme mi şapka çıkaracağını bilemiyor tabii insan!

Sonraki yıl “Ağlamak Güzeldir”le dokundu Sezen yüreklerimize.  Başkalarının zayıflık saydığı bu eylemin aslında “…öfke, delice nefret, doruklarda aşk, doyumsuz sevinç, kahreden keder, kısaca hayat ve nefes…” anlamına geldiğini fısıldıyordu kulaklarımıza ve eksisiyle de artısıyla da kara dünyada varolmaktan vazgeçmemekten ve duygularımızdan utanmamaktan söz ediyordu.

1982’de “İkinci Bahar” ile tanıştı Türkiye.  Sözlerinin sırrını çözemiyordum ama anlamadığım bir şekilde sarıp sarmalıyor ve teslim alıyordu bu şarkı beni.  Böylesine içten ve cesaretli bir aşk çağrısı, daha duygularını ilan etme aşamasının çok öncesindeki kabulleniş döneminde tökezlemiş ruhuma bir devrim çağrısı gibi geliyordu.  Kalbimi daha hızlı arttırıyor,  arkasına takıp sürüklüyordu beni.

“Sen Ağlama” diyordu Sezen iki yıl sonra.  Ben o zaman başka birini onun yerine ağlamayı seçecek kadar sevebilmenin ne demek olduğunu anlayacak olgunlukta değildim tabii.  Birine “gözbebeğim” dediğinde, “kıyamam” dediğinde insanın içinin nasıl eriyebileceğini hayal bile edemezdim.

Kimsenin yerine ağlayacak göz yoktu bende o sırada, birileri benim için ağlıyorsa da onların problemiydi bu.  Toy, bencil ve dikbaşlıydım.  Kırılan yürek nasıl içten içten acır bilmiyordum.

Yirmi yaş fırtınama az kala  “Git” şarkısı muazzam bir çıkış yaptı, malum bedeni deler geçer o şarkı.  Sezen nedenleri sıralar, durumu açıklar, sonra da işte onca yaşanılandan sonra Git derdi sevgiliye, gölge etme ve git… Çünkü kaldıkça paralayacaksın beni,  kanırtıp duracaksın bıçağı sapladığın yerde. Daha çok acıtacaksın canımı. Git.

Şarkıyı kulağınız kadar yüreğinizle de dinlerken siz de Sezen’le beraber değerlendirirdiniz durumu, listenin üstünden şöyle bir geçerdiniz. Hasar belli, yürümeyecek belli, daha fazla kırılmasın artık bu kalp, haklı kadıncağız. Yol yakınken dönülmeli, çekip gitsin artık bu kişi…

Ama Sezen sürprizlerle doludur, sağ gösterip sol vurabilir bazen.  Nitekim, o şarkıda da Gitleri inatla arka arkaya sıralar, sizi kararlılığına ve davasına iyice inandırır ama son anda Gitme diye inlerdi. Hem de öyle bir Gitme derdi ki yola çıkan siz olsaydınız geri dönerdiniz.

Sezen o çıkışın ardından da neden sevdiğinin kalmasını istediğini anlatırdı bize.  Yarım kalmışı kabullenemiyordu, ayrılığa hiç hazır değildi, daha şimdiden özlemişti işte.  Böyle hissettiği için de utanıyor gibi bir hali yoktu.  Hislerine de aşkına da sahip çıkıyordu.

Ben o yaşlarda Git diyenlerdendim. Gururum hep ağır basardı. Beynim çoğu kez sustururdu yüreğimi.  Sezen’in “Gitme” deyişini acınılası bulurdum demiyorum ama -nasıl desem- bana göre değildi. Sezen’e istediğinin peşini bırakmadığından dolayı saygı duyarken, kendimi de başımı eğmediğim için tebrik ederdim.

Seksenlerin sonlarında biraz biraz büyümeye yüz tutmuş, insanların kurşun askerlerden daha kırılgan olduğunu ve hataların bedelleri de beraberinde getirdiğini öğrenmeye başlamışken tanıştım “El Gibi”yle.  Dolu dizgin koşmaktan ibaret değildi hayat, kaybetmek acıtıyordu işte.  Düşünme, tartma ve özeleştiri zamanıydı artık.

Doksanlı yıllara yaklaşırken bu kez Sezen “Gidiyorum” diyordu.  Ve alıp başını gidiyordu.  Geçmişi inkar etmiyordu, yaşanılmış güzelliklerin hatırasını sarıp sarmalamış, cebine koymuştu özenle.  Korkuyordu biraz elbet ama umutsuz değildi.  Ardında bıraktığına bela okuyarak değil, “yeni başlangıçlar” dileyerek ve üstünde hala onun kokusuyla çıkıyordu yola.

Muazzam mert bir cesaret vardı bu güftede.  Benim de çok gidesim vardı o zamanlar…  “Bir kendim, bir ben…” çıkacaktım yola aynen onun dediği gibi. Nitekim gittim de.

Gitmeyi seçmek hayallerinin peşinde koşarken bazı kayıpları göze almayı da gerektirir.  Belki bu yüzden Sezen “Vazgeçtim gözlerinden…” diye her başladığında içimde her daim toz bulutu misali uçuşan bir sürü duygu birbirine kavuşur, kenetlenir, bir garip aşık yumağına dönüşür.

Dünyanın dizginlerini elimizde tutmadığımızın kabullenişini bulurum o şarkının sözlerinde ve yanık bestesinde.  Mükemmele, dörtdörtlüğe veda dönemindeyizdir artık.  Yine de asi duygular, başınabuyruk istekler durulmazlar.  Bilakis bir başka türlü coşarlar bu yeni olgunlukta.  “Yok olmak anıdır şimdi”.

1993’te “Küçüğüm”le özeleştiriye davet ediyordu Sezen.  Kendini dev aynasında görenlere tatlı uyarılar vardı şarkının sözlerinde.  Çok yol aldım sanırken aslında yolun başında olmaktan, bu yüzden duyduğumuz endişelerden, güvensizlikten yine açıklıkla bahsediyordu.  Nerede olduğumuzu görüp kabullenince telaşa gerek kalmıyordu aslında.  “Oyuncak zaferlerimizin” sarhoşluğundan kurtulup büyümek için biraz daha çaba sarf etmemiz gerekiyordu sadece.

Doksanlı yılların sonunda Turgut Uyar’ın sözlerine döşenmiş güzelim Gürel-Aksu bestesini mırıldanmaya başladım: “Sizin alınız al, inandım. Sizin morunuz mor, inandım…”  Ben de dünyaya dönüp “benim dengemi bozmayınız” dediğim döneme yaklaşıyordum.

Kendi doğrularımı, gerçeklerimi buluyor ve onları sahipleniyordum.  “Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı” durup “iyi niyetle gülümserken” içtenlikle ” hiçbirinizle dövüşemem” diyordum. Şiirdeki gibi gizli bir bildiğim olduğuna inanıyor ve deniz hala dalgalı olduğu için kendimi şanslı sayıyordum.

“Rumeli Havası” beni daha  ilk dinleyişimde tutsak etti, kendine bağladı.  Eskinin insanlarının yalınlığı, saygıdeğer saflığı ve emsalsiz zarafeti vardı o şarkıda.  “Sevdanın en karası” nasıl bir asaletle taşınıyordu o notalarda… Ve onca yoğunlukta yaşanan duygulara kıyasla son derece mütevazı kalan bir talebi dile getiriyordu “ihtimal ya fikrinize düşersem…” sözleriyle.

Şarkının piyasaya çıkışından iki sene sonra Selanik doğumlu babamı kaybettiğimden beri bu parça başka türlü dokunur oldu yüreğime.  Babamı özlemle andım onu her dinleyişimde, babam aklıma düştükçe dinledim o şarkıyı.  Ve gerçekten anladım ne kadar hazinmiş kalakalmak “yüreğin vurgun yediği o terk edilişte”…

Sezen “İstanbul İstanbul olalı…”  diye isyan ettiğinde artık ben de kederi tanıdığım yaşa gelmiştim.  Umutlu başlangıçların bile hayat sigortası olmadığını görmüş, ilişkilerin de insanlarla beraber değiştiğine şahit olmuştum.  İlk gün samimiyetle edilen aşk yeminlerinin içi boşalıveriyordu bazen zamanla.  Birbirinin gözbebeklerinde kaybolan iki insanın yolları ayrılıveriyordu zamanı geldiğinde.

Sezen anlarım diyordu üstelik, gönül başkasına kayabilir. Bilirim diyordu, “yeni bir ten, yeni bir heyecan” aklı baştan alabilir.  O yüzden artık Gitme diye seslenmiyordu terk etmeyi seçenin ardından ama acısını haykırmayı en doğal hakkı sayıyordu.  Üstelik o acıyı azımsamadan,  küçümsemeden, cilalamadan olduğu gibi yansıtıyordu bize: Geberiyordu işte aşkından, sövüyordu acısından.  Anlayan anlardı zaten.  Hem kimin umurundaydı artık herkesten kabul görmek, herkes tarafından sevilmek?

Aşk acısı kadar onu şehre anlatma hali de etkiyordu beni. Bir “omuz” değil bir “lodos” arıyordu Sezen, bir kürek ve kayık, kayıkçı değil. Şarap deseniz “birkaç şişe”… Belli ki kendi yaralarımızı kendimiz sarmaya alışmıştık artık. Belki anlatmaktan yorulmuştuk, belki işitilmemekten.

2003’te “Şu Saniye” şarkısında yine aşk vardı.  “Belki bu da gelir geçer” bilinci işlemişti ama artık içimize.  Masallardaki gibi değildi aşk belki, o da bazen düşe kalka ilerliyor, günün birinde azalabiliyor, hatta tükeniyordu.  İşte tam bu yüzden de şu an, şimdi yaşanılan ve hissedilen esastı.

Aşkı eksiği ve gediğiyle tanıyıp kabul ederken, onun en hırpalanmış, en yorgun halinin bile yaşamdaki bir sürü anlamsızlıktan daha kıymetli olduğunun da ayrımına varıyorduk artık. Hayat ancak aşkın süzgecinden geçirildiğinde yumuşuyor, yenilir yutulur hale geliyordu.  Aşkın dokunmadığı karanlık köşelerde hoşgörü yoktu, şiddet ve zulüm hüküm sürüyordu.

İki yıl sonra gelen “Eskidendi” şarkısı beni elimden tutup çocukluğumun masumiyetine taşıdı.  İhaneti, aldatılmışlığı tanımadığımız, “arkadaş” etiketini en kapsamlı ve lekesiz haliyle taşıdığımız, sevdiklerimizi sonsuza dek kaybetmenin ne demek olduğunu henüz bilmediğimiz günlere.  Anısı bile sarsıyordu insanı.  Filmi başa alamazdık, geçen geçmişti. Kalbimizin gücü yetecek miydi peki “geceyi söndürmeye”?

2008’e geldiğimizde “Yol Arkadaşım” parçasında içine sindiremediği dünya halini paylaşıyordu Sezen artık yanında olmayan “son İstanbul beyi”yle.  Gördüklerini sevmiyordu,  korkularla dolu bir ortamda yalnızlıkları içine gömülüp yaşayan beklentisiz insanları anlatıyordu kederle.  Bu uğursuz değişimle başa çıkmak zaten başlı başına zordu. Bir de kaybettiklerimizin acısı ekleniyordu üstüne.  İnsanın isyan edesi geliyordu bazen.

Benim de “babam iyi ki görmedi, çok üzülürdü” dediğim olaylara tanıklık ettiğim bir dönemdi.  Bir yanım bu düşünceyle teselli bulmaya çabalarken, öteki yanım sallanan zemin üstünde ayakta kalmaya çalışıyordu.  En büyük desteğimi kaybetmiş olmaktan dolayı hem kırgın, hem öfkeliydim. “Nazım senden başka kime geçer?” söylemini çok yakından tanıyor, her gün yaşıyordum.

Sezen’in “Sayım”la Cemal Süreya’yı dillendirişini ilk işittiğimde Bozcaada’daydım.  “Hayat aşkla ve şiirle ve mümkünse deniz kenarında yaşanmalı” diye düşündüm o anda.  Bugün de Sezen’in birbirinden farklı “öptüm” lerini dinlerken olgunluk hiç değilse nüansta saklı gücü ortaya çıkardığı için teşekkürü hak ediyor kanısındayım.

Görüyorum ki, arabesk yanım ağır bastığından, ya da oldum olası aşkın hayalini kendisinden daha esaslı bulduğumdan, kavuşamayanların şarkılarını coşkulu aşk sarhoşluğu yaşayanlarınkine kıyasla daha çok sevmişim hep. Yüreğimin telini onlar başka türlü titretmiş diyelim. Boğazım düğümlenir hala onlar çalındığında, buğu basar gözlerimi.

Ancak geçen hafta İstanbul’dan döndüğümden bu yana farklı  bir şarkı mırıldanır oldum gençlerimizden aldığım ilhamla:

“Bende zincirlere sığmayan o deli sevdalardan

Kızgın çöllerde rastlanmayan büyülü rüyalardan

Kolay kolay taşınmayan dolu dizgin duygulardan

Yalanlardan dolanlardan daha güçlü bir yürek var.”

  maskelidans

Brüksel, Haziran 2013

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s