Yaz hep kaçar Brüksel’den. İki gün güneş açar, umutlanırsınız. Tişörtünüzü giyer, çorabınızı atarsınız. Güneş gözlüğünüzü -biraz tereddütle de olsa- takarsınız. Mavi gökyüzü çeker sizi, ışık özleminiz sınıra dayanmıştır. Sevgiliye sarılır gibi sarılmak istersiniz havaya, ruhunuz sarhoştur biraz, hafiflemiş hissedersiniz bu buluşmada.
Ortamın tadına varmaya henüz başlamışken basıverir bulutlar, yumuşaktan başlayan esinti şiddetini arttırdıkça içiniz üşür derinden. Yağmur geliyorum der. Kemikleriniz sızlar nemden. Hırkanıza gider eliniz, fularınızı dolarsınız boynunuza. Erkenden pes edesiniz yok, iliğini emer gibi yaşayacaksınız yazı, yazın sizin payınıza düşen ürkek yansımasını.
Ne zaman ki yağmur boşalır, ne zaman ki rüzgar artık kırbaç misali işler derinize, toparlanır gidersiniz eve. Kaynar bir çorba içersiniz yaz günü, sıcak bir duş alırsınız kendinize gelmek için. İki hapşuruktan sonra kalın çoraplarınızı da çekersiniz sabahki temkinsizliğinize söverek. “Yaz günü yatağa düşmem inşallah” diye geçirirsiniz içinizden.
Çocukken okulda öğretirlerdi; güzel memleketimizin üç yanının denizlerle çevrili olduğunu ve bulunduğu coğrafyadan dolayı dört mevsimi ayrı ayrı yaşamamıza izin verdiğini. “Amma da abartıyor bu öğretmenler” diye düşünürdüm, dört mevsim kafamda dünyanın her yerinde hürce hüküm süren bir kavramdı.
Mevsimlerin akıl sır ermez oyununu Brüksel’e gelince anladım. Senenin herhangi bir günü bazen bir, bazen birden fazla mevsimin kontrolünde olabiliyormuş gördüm. Sabah bahara uyanıyorsunuz mesela, mavi gökyüzü, güneş şefkatle parlıyor başınızın üstünde, ışınlarıyla okşuyor saçlarınızı, omuzlarınızı. Sırtınız ısındı diye seviniyorsunuz, ayaklarınız da. Düşünceleriniz bile etkileniyor havadan, canlanıyorsunuz anında. Kan başka türlü akıyor damarlarınızda.
Sonra değişiveriyor hava. Bazen aniden, kimi zaman da siz fark etmeden yavaş yavaş, sinsice. Neye uğradığınızı anlamadan bir bakıyorsunuz ki mevsim sonbahar. İçiniz yeniden ürperiyor. Gökyüzü tehditkar bulutlarla dolmaya başlıyor. “Yine yağmur yağacak” diyorsunuz iç çekerek. Şemsiyenizi yanınıza alıp almadığınızı kontrol ediyorsunuz. Yeniden ıslanma ve üşüme zamanı şimdi…
Diğer yandan, kapkara başlayan bir günde pırasa misali kat kat da giyinmişken aşık ve korkusuz bir güneşe denk geliyorsunuz kimi zaman. Hangi memleketin, hangi iklim kuşağının göğüne yükseldiğini umursamadan deli bir ateşle ısıtıyor yeryüzünü. Az kaldı inanacaksınız yazın gerçekten geldiğine.
Önce pardösünüzü çıkarıyorsunuz, yağmur ihtimali ortadan kalkmış gibi. Ardından diğer katlar teker teker vücudunuzu terk edip kolunuzda, çantanızda birikmeye başlıyor. Şikayet etmiyorsunuz önce, ama zamanla yükleriniz daha ağır geliyor, sıcak bastıkça basıyor. Terliyorsunuz, yapış yapış terliyorsunuz.
Taşıdıklarınız durdukları yerde ağırlaşmaya başlıyor. Pardösünüzün kuşağı yere sürünüyor o sırada. Yün kazağınız dalıyor kolunuzu. Adımlarınız yavaşlıyor, ayaklarınızı sürerek ilerliyorsunuz. Bunaltıcı oldu şimdi de bu sıcak.
Böyle git-gellerle geçiyor günler. Yaz geldi diye kalacak değil, kış bitti diye yarın dönmeyecek sanmayın. Takvim ayrı hava ayrı çalıyor bu memlekette. Rahat yüzü yok size, her an tetikte olmalısınız, her daim temkinli. Siz siz olun hava durumunu dinlemeden evden çıkmayın, hatta gün içinde bir kaç kez ve mümkünse değişik kaynaklardan öğrenin son durumu, en taze tahminleri.
İlk bakışta önemsiz bir ayrıntı gibi görünse de, uzun dönemde insanın ruh halini tamamen etkileyen bir fenomen bu. Bir an bile rahat nefes alamamak, her an her türlü değişikliğe hazır şekilde yaşamaya şartlanmak, yaz günü açık hava konserine giderken yanına şemsiye, hatta battaniye almak, koca temmuz ayını bahçede bir mangal yakamadan geçirmek, bir yaz boyu güneşin yüzüne hasret yaşayıp ekim ayında ansızın bahara uyanmak…
Bakıyorum çevremdeki insanların bu durumla başa çıkma stratejileri de farklı. Havayı tamamen boş verip takvime göre giyinenler var mesela. Nisan geldi mi keten takımlar çıkıyor ortaya, hanımlar allı güllü ince elbiselere bürünüyorlar, sandaletlerini takıyorlar ayaklarına. Kafalarında bahar, hatta yaza hazırlanıyorlar. Dışarısı bir gün on üç, ertesi gün yirmi üç derece ama onlar hep aynı tarzda giyiniyorlar.
Haliyle çok üşüten, hastalanan oluyor. Onu da olağan kabul ediyorlar. Aksıra tıksıra dolaşan ve bu tür soğuk algınlıklarını ayakta atlatmaya alışmış bir sürü insan var ortalıkta. Derken, bir şekilde temmuz ayı geliyor, okullar kapanıyor, çocuğunu alan koşuyor sıcak memleketlere. Dönüşlerinde de orada topladıkları enerji ve yanık tenlerinin cazibesiyle bir miktar daha idare ediyorlar.
Sonrası zaten sonbahar, sonrası zaten kış. Gelsin kısa günler, gelsin yağmurlar, karanlık ve basık gökyüzü. Normal ama bunların hepsi. Ne de olsa yaz bitti.
Azla da yetinmeye alışmışlar herhalde diyorum, çocukluktan gelen alışkanlıklar bazen belirlemiyor mu yetişkin tepkilerimizi? “Her yaz temmuz ayında bir hafta İspanya’ya giderdik” diye anlatıyor Belçikalı arkadaşım. “Sıcak olurdu oralar, plajda geçerdi günlerimiz, sonra da döner gelirdik. Benim için yaz oracıkta biterdi. İspanya’da da yaz sadece bir hafta sanırdım kendimce. O zamanlar bilincinde olmadığım gerçek o güneş ülkesinin benim ziyaretimin öncesinde de sonrasında da yazı yaşamaya devam ettiğiydi. Aylarca!”
Noel Baba’nın gerçekte varolmadığını anlamış bir çocuğun buruk şaşkınlığı var gözlerinde senelerce uzun yazlı memleketlerin varlığından bile habersiz yaşadığını anlatırken. Bizim Akdeniz’in, Ege’nin sıcağında bunalmış, suyunda yıkanmış, ılık gecelerinde yakamoza karşı hayale dalmış çocukluklarımızın kıymeti daha da artıyor gözümde böyle hikayeleri dinlerken. İçim burkuluyor o çocukları gri gökyüzü altında yağmurlukları ve lastik çizmeleriyle düşlerken bir Ağustos sabahı.
Diğer yandan, bir kıymetini bilme hali oluyor bu insanlarda ki hayran olmamak mümkün değil. Havanın ısındığı o ilk gün daha ilk andan kendilerini sokağa atıyorlar. Bahçede parti yapılacaksa hemen şimdi, parklara yaygı serilecekse derhal, hatta bronzlaşmak istiyorsanız şu dakika harekete geçeceksiniz. Geciken yanıyor, tereddüt eden kaybediyor. Tüm bildiğiniz bugün havanın yüzünüze güldüğü, ötesi bir bilinmeyen. Yazın ilk ve tek gününü kaçırmak istemezsiniz değil mi?
Halbuki biz Akdenizliler öyle bir günden ötekine değişemeyiz, hemen açılıp saçılamayız. Önce bir havayı koklarız, emin olmadan harekete geçmeyiz. Yazın geldiğine tam olarak kanaat getirdiğimizde ancak gardırobumuzu değiştirir, balkon masalarımızın örtülerini serer, hafta sonu için açık havada planlar yapmaya başlarız usul usul. An an değil, aylar süren kesintisiz bir dönem olarak yaşarız yazı. Sabah kalkarız ki gökyüzü bulutsuz, güneş hükümran. Uyuruz uyanırız, gök yine masmavi, güneş bıraktığımız gibi, havamız sıcacık.
Bu süreklilik hali garip bir güven duygusu aşılar bizlere. Gevşeriz, kendimizi akışa bırakırız. Bir tişört kirlenir, ötekini giyeriz. Kot/gömlek hafifliğinde günü geçiririz. Ne bedenlerimiz yüklenir ne beyinlerimiz. Arada çok sıcak diye şikayet ederiz, rüzgarın tüm hallerine sıfatlar döşeriz boş zamanlarımızda, denizin dalgasından gündem yaratırız.
Sırf o gün hava güzel diye mutlu olmayı Belçika öğretti bana. Güneş randevuya geldi mi başka her işimi bırakıp onunla olma aciliyetini kazıdı sistemime. Bir kafenin terasında burun deliklerimde çiçek kokularıyla oturabildiğim için keyifliyim şu an. Etrafımda ne giyeceğini kestiremediğinden herşeyden giyinmiş bir grup şaşkın insan.
Az sonra fularıma uzanacak belki elim, ısıtıcıları yakacak işletmenin sahibi. Ama o an daha gelmedi. Şimdi, şimdi mutluluk…
Brüksel, Haziran 2013