Kaybetmek

kaybetmek

Dün günlük yaşamımın akışı içinde yakaladığım bütün boşlukları değerlendirerek yeni bir yazı yazmaya koyuldum.  Sabah işe giderken metroda, öğlen yemek molamda tablet bilgisayarımla başbaşa gittiğim lokantanın kuytu masasında, iş çıkışı eve dönerken yolda çiziktirdim zevkle.  Duygularda doğan içsel söylemi önce sözcüklerde ses bulmaya iten, ekrana döküldüğü anda da dünyayla paylaşılabilen bir kimliğe büründürebilen bu süreci seviyorum.

Gelişigüzel atılmıyor ama bu yoldaki hiç bir adım.  Önem vermediğim bir konuda yazmam mümkün değil mesela, düşünceler de kelimeler de kaçıyor o zaman benden.  Tıkanıyorum.  Diğer yandan, benim için dünyaya bedel bir konuda da henüz hazır değilsem, iyice pişmediysem, yine yazamıyorum.  Önce hislerimle tanışmam, sonra onları derinlemesine ölçüp biçmem şart tek laf etmeden evvel.  Üstelik bu sadece bir başlangıç.

Zira insan bakışlarını kendi içine çevirdiğinde kimi zaman gördüklerinden endişe duyuyor, ürküyor hatta.  Onlara baktığıyla kalıyor, onlardan söz edemiyor.  Başını öteki yöne çeviriyor, oyalanıyor, sindirmeye çabalıyor.

Ayrıca, aslında amacın görüneni birebir anlatmak değil, varolandan alınan ilhamla harekete geçmek olduğuna inanıyor.  Rüzgarı ardına aldığıyla yeni ufuklara doğru keşfe çıkmak istiyor, hem kendiyle hem onun anlattıklarına kulak verenlerle beraber.

Dün işte ben de kendi rüzgarımı bulmuş, yelkenimi şişirmiş ve açılmıştım denize.  Metro ne zaman ineceğim istasyona vardı anlamadım bile.  Öğlen ne yemek ısmarladığımı biliyorum ama yediğimin tadını anımsamıyorum.  Öyle bir kaptırmışım yazmaya.

Anlattıklarım beni on dokuz sene öncesine, Brüksel’e ilk taşındığımız yıllara ve dolayısıyla da yirmi altı yaşıma taşıdı.  O günlerde tanıştığım ve gönülden bağlandığım bir arkadaşımdan bahsetmekti niyetim.  Hayatın önce masum bir tesadüfle karşıma çıkardığı, tam bağrıma basmışken de ellerimden kapıp başka bir kıtanın en uç noktasına yolladığı bir dostumu anacaktım satırlarımda.

On iki senedir görmediğim yüzünü nasıl özlediğimi anlatacaktım sessizce.  Belki size zaman ve mesafeyle sınanan dostlukların geleceğinden korktuğumu itiraf edecektim.  Bir yanım “gitmesem de görmesem de o benim çok yakınım, gözümün içine baktığı anda okur ruhumu” diyecekti.  Öteki yanım “bu kadar önemliyse dostluğumuz, nasıl oldu da yıllardır buluşamadık” diye veryansın edecekti.

Ama hepsinin başı Brüksel’di, 94 yılının ekim ayında burada başlayan hikayemizdi.  Ben de oradan girdim konuya ve yazdıkça o günlere döndüm, unuttum sandığım detayları anımsadım düşündükçe.  O yıllardaki saflığımıza güldüm bıyık altından,  deli cesaretimize imrendim,  korkusuz hayallerimizi gıptayla yâdettim.

Yazdıkça benim için hiç de kolay geçmemiş bir döneme şimdiki aklımla yeniden baktım. Bugün elimde tuttuklarımı kolay elde etmediğimi daha iyi anladım.  Biraz gururlandım kendimle evet, ama onca yaşanılanı gözden geçirince biraz yaşlı ve yorgun da hissettim.  Yaşamın bir kırmızı halı gibi önümüze serildiği ve bize kışkırtıcı bir gülümsemeyle “hadi gel” dediği zamanları şiddetle özledim.

O zamanlar kendime güvenim delik deşikti oysaki.  Başardıklarımdan çok yapmam gerekenlerle doluydu kafamın içi. Cebim delikti,  vitrinlerdeki pahalı ayakkabılara yalanarak bakar, bunları alabilenlerin dünyanın en şanslı insanları olduğunu sanardım.  Yüreğim daraldıkça atıştırdığım için de kilo almıştım.

Hayat arkadaşımı tam da o sıralarda karşıma çıkarmış ve tek başıma olsam çıldıracağım zor bir donemi az yara ve çok kahkaha ile geçirmemi sağlamıştı böylece.  Samimi paylaşımlarımızla destek olmuştuk birbirimize, kimi zaman ağlanacak halimize gülerek başarmıştık ayakta kalmayı.  Hayallere tutunmuştuk beraber ve dört elle.

Dünkü yazma deneyimim zaman tünelinde bir gezintiyi andırıyordu. Sabah metrodan inip iş yerime vardığımda şimdiki yaşamıma dönmüş, öğlen yeniden geçmişe taşınmıştım.  Yemekten sonra dosyalarıma ve koşturmaya dalmış, akşam ev yolunda yeniden yaklaşık yirmi sene geriye fırlatılmıştım.

Eve düştüğümde bu yolculuktan bitkin ama bir anlamda da mutluydum.  Anlatmak istediklerimin tek bir yazıya sığmayacağına kanaat getirmiştim.  Bu ilk bölüm olacaktı Arkadaşıma Açık Mektup’ta ve bu birinci kısım tam da o anda fısıldayıverdi kendi seçtiği adını kulağıma: “Üzüm üzüme baka baka kararır”.

İçim kıpır kıpırdı bunları planlarken.  Çok yakında tamamlayacaktım ilk bölümü ve onu sayfamda paylaştığım anda arkadaşıma dokunmuş gibi olacaktım okyanusun üstünden. O yazdığım satırları orada anlatılanı benimle yaşamış kişi olarak daha bir farklı algılayacaktı elbet.

Belki benimkine benzer bir deneyimle uzanacaktı geçmişe aynı satırlardan aşağı akarken bakışları. Mekanlar belirecekti gözlerinin önünde, havada asılı kalmış sözleri işitecekti yeniden.  Paylaştığımız sırlar onda saklıydı zaten, ama onlara dair üstü kapalı göndermeler bulacaktı özenle seçip sıraladığım sözcüklerimde. Unuttum sandığı tanıdık kokular burun deliklerini işgal edecekti o sırada.

Bunların hepsi bir yana aklımda olduğunu bilecekti arkadaşım.  Yüreğimdeki yerini koruduğunu hissedecekti, rahatlayacaktı içi.  Ben de yazdıkça kendimi inandıracaktım ki biz hala varız.  Bu parantezi birlikte açtık ve günün birinde yine gözgöze kapatacağız.  Biz hayata yenilmedik, birbirimizi hiç kaybetmedik.

Akşam evde kanepede oturuyorum televizyona karşı ama aklım yazdıklarımda. Görüyorum ki tükenmişim bugünlük, tek kelime daha çıkmaz bu kafadan. Bari unutmadan şu başlığı ekleyeyim dediğim anda ya yorgunluktan ya dalgınlıktan bir sakarlık yapıyorum. Tabletimin ekranından sonsuza dek siliniyor o ana kadar yazdıklarım. Tek bir saniye yetiyor yaşanılanın bütün izlerini yok etmeye.

Haksızlık diye isyan ediyor insan önce, her yitirişte olduğu üzere. Ekranı tırmalıyorum, geri dönüşü olmayan adımlar oldum olası korkutmuştur beni.  Şimdi de hazmedemiyorum işte, bütün bir günün emeği değil derdim, aynı duyguları hissetsem de aynı ifade gücüyle kelimelere dökemeyeceğimi düşünüyorum.  Asıl olan, otantik dediğimiz kayıp artık, gitti.  Tekrar denemek kurtarma operasyonundan ibaret olacak.

Birkaç saat midemde güçlü bir yanma hissiyle dolaşıyorum kapana kısılmış vahşi bir kaplan gibi evin duvarlarına toslayarak.  “Değiştiremeyeceğin şeyler için üzülmekten vazgeç” diyor artık hayatta olmayan babamın sesi uzaklardan. “Yarın olmaz ama belki başka bir zaman yeniden denerim” diye teselli etmeye çalışıyorum kendimi.  “Kaybedileni geri getirmek için değil, yeniden dile dökmek için yürektekini…”

Gece zor geçiyor, rüyalar birbirinin içinden geçip sarmallara dönüşüyor. Bu sabah metroda dürtüklüyorum kendimi : “Pes etme Deniz…” diyorum “…şu  an içini yakan bir konu mutlaka olmalı ve o gerçekten yüreğine yerleşmişse kendiliğinden dökülecektir tuşlara, bırak kendini, kasma…”

İşte tam da o sırada olgun bir elma misali düşüyor bu yazının ilk kelimesi ekrana: Kaybetmek.

Brüksel, Haziran 2013

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Twitter picture

You are commenting using your Twitter account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s