Ben TED Ankara Koleji’nde öğrenciyken okul Kurtuluş Parkı’na komşu olan eski mekanındaydı hala. Kızılay yönünden Cebeci tarafına giderken Lise kısmı sağınızda kalırdı, İlk ve Orta öğretime ayrılan binalar da solda. Özellikle öğrencilerin güvenliği gözönüne alınarak yapılmış bir altgeçidimiz vardı, çok sevimli bulmasak da kullanırdık öğretmenlerin hemen hergün tekrarlanan uyarılarına kulak vererek.
Bu altgeçitte yaşlı bir amca kurşun kalem satardı hemen hergün. Bazen tünelin içinde, bazen merdivenlerinde konuşlanmış olurdu. Portatif bir minik sandalyesi vardı doğru anımsıyorsam. Önünde bir dizi kalem. Gözleri yarı kapalıydı, kör değilse de çok az görüyordu sanırım.
Küçüklere yetişkinler hep olduklarından yaşlı görünür malum. O yüzden ben çocuk hafızama güvenirsem, size adam yetmişlikti diyeceğim ama aslında belki de sadece ellilerindeydi. Ağarmış bir sakalı vardı, çehresi güleçti.
Bağırmaz, ilgi çekmeye çalışmaz, öylece otururdu sadece. Çok merak ederdim hikayesini ama o zamanlar yabancılarla konuşmak konusunda şimdiki cesaretime sahip değildim. Önünden gelip geçerken kaçamak bir bakış fırlatırdım ondan yana, durumunda bir değişiklik var mı diye kontrol ederdim. Geçen günlerde görüntüsü pek değişmedi, ne tezgahı büyüdü, ne de kalem çeşitlerinde bir çoğalma oldu.
Zamanla onu evde bizimle yaşayan dedemle özdeştirdiğimi fark ettim. Babamın yüz yaşını devirmiş dinç babası bir süredir Meşrutiyet Caddesi’ndeki dairemizde bizimle yaşıyordu. Arada halalarıma gider, bir süre kızlarında kalırdı ama benim için asıl oyunculardandı; çekirdek ailemizin önemli bir ferdiydi.
Muhtemelen de bu yüzden kafamda tonton dedelerin yeri torunlarının yanıydı. Aynı nedenden dolayı da kalem satan amcanın yaşına ve görmeyen gözlerine rağmen neden tüm günü bir sokak tezgahının başında geçirdiğini, neden kimselerin ona sahip çıkmadığını çok merak ediyordum.
Sonra nasıl gelip gidiyordu acaba “işe”? Torunları elinden tutup getiriyorlar, sonra birlikte uygun bir yer seçip yerleştiriyorlar mıydı onu? Akşam saatlerinde gelip alıyorlar mıydı? Sahi, kaç saat çalışıyordu günde? Acıkınca ne yiyordu, sıkışınca ne yapıyordu, nereye gidiyordu tek başına?
Etrafta onca cicili bicili seçenek sunan kırtasiye varken Kolej çocuklarına gösterişsiz kurşun kalem satmak gerçekten mümkün müydü bu arada? Ama satmasa niye gelsin ki hergün buralara? O durumda başka bir mahalleye taşımayı düşünmez mi insan seyyar dükkanını?
Kafamda bu sorularla okula gittim geldim aylarca, amcaya tek söz de edemedim utangaçlığımdan. İşin garibi aynı çekingenlikten çok istediğim halde kalem bile satın alamadım ondan. Öyle içleniyordum ki haline, konuşmaya başlasam hıçkırıklara boğulacağımı düşünüyordum. Sustum ben de senelerce.
Geceleri uyumadan önce onun için dua ederdim. Çok uykum olduğu için sızdığım akşamların sabahında büyük bir vicdan azabıyla uyanır – dedemin kaza namazlarını anımsayıp- akşam ihmal ettiğim görevimi yerine getirirdim aceleyle. Yaşlı amcanın rahat bir yaşama kavuşması için dilekler tutardım.
Zamanla sokaklarda başka insanlar da gözüme çarpmaya başladı. Çocukları kucaklarında dilenenler vardı, kağıt mendil satanlar, sakatlar vardı aralarında, kopuk bacaklar gördüm, birbaşına kalmış kollar. Devinimleri ağırlaşmış gençler gözüme çarptı, hepten yorgun yaşlılar, gözyaşları yüzlerinde kurumuş bebekler.
Bu insanlar üstüne de düşünmeye başladım. Nereden gelip nereye gidiyorlardı, nasıldı acaba hikayeleri? Daha birkaç ay öncesine kadar bizimki gibi bir hayat sürerken biranda sokağa sürüklenenler var mıydı aralarında? Veya aslında varlıklı olup da duygu sömürüsü ya da eksantrik takılmak adına bu yola başkoyanlanlar? Araştırma yapan gazeteciler, deneysel edebiyat meraklıları, sivil polisler?
“Diğerleri”nin de tepkilerini inceledim aynı zamanda. Sokak insanına çöp gözüyle bakan ve tiksintisini ifade etmekten çekinmeyenleri gördüm. Onlara ahlak ve hayat dersi vermek adına “çok şükür gençsin, elin ayağın tutuyor, utanmıyor musun sokak ortasında dilenmeye?” diye nutuk çekenleri işittim. Bu insanlar sanki göze görünmez ve kelamları kulakla işitilmezmiş gibi davrananları, onların varlığını yok sayanları inceledim hep merakla.
Çocuk halim akşam dualarıma eklenecekler listesine ekledi de ekledi bu insanları. Tanrı kimden bahsettiğimi iyice anlasın diye de detaylı tarif ederdim herbirini; adlarını bilmediğim için onları gördüğüm noktalar ve görünüşleriyle ilgili gözlemlerimi katardım iyi niyetli dileklerime:
“Tanrım, bizim okulun algeçitinde kalem satan kör amcaya, Sakarya Caddesi’nde iki çocuğuyla gördüğüm ağlamaklı teyzeye, Kuğulu Pasaj’ın önünde dilenen tek kollu gence lütfen acilen yarım et, onları sokaklardan kurtar, karşılarına güzel insanlar çıkar, onları yeniden sevdikleriyle buluştur…”
Aylar ayları kovalarken listem uzadıkça uzadı, dolayısıyla gece yatmadan önce ettiğim dualar da. Ne çok insan vardı sokaklarda yardıma, bakıma, ilgiye muhtaç. Nasıl başa çıkacaktım ben hepsinin durumuyla?
Elimdeki dosya bu derece kalınlaşınca, arada birini unutacağıma dair korkum da şiddetlenmeye başladı adamakıllı. Yine o dönemde farkına vardım ki, ailem ve yakın çevremde de fena halde desteğe ihtiyacı olanlar var. Tabiiki tamamen başka bir kategoriydi bu, ama bu insanların da halleri hal değildi. Sokaktakileri tek tek sayarken evdekileri topyekun geçiştiremezdim.
Onlu yaşlarımı ortalamaya hazırlanırken, sokak ve hayat bilgimin belli bir aymışlığa ulaştığı noktada yakarışlarımda özlü ve şifreli bir anlatım kullanmakta karar kıldım: “Tanrım, sen yardıma ihtiyacı olanlara destek çık lütfen! Kimlerden bahsettiğimi biliyorsun… Senin tanıyıp benim görmediklerim de var aralarında. Ben de artık bunu biliyorum.”
* * * *
Dün metroyla işe giderken yolculardan biri önce dikkat çekmek adına genzini gürültüyle temizleyip hemen ardından da şimdiye kadar defalarca işittiğim bir nutku kim bilir kaçıncı kez çekmeye koyuldu. Şu kadar zamandır evsiz ve işsiz yaşadığını, sokaklarda yatıp kalktığını, dinleyenlere verdiği huzursuzluktan dolayı özür dilerken küçük bir yardımda bulunmak isteyen olursa seve seve kabul edeceğini duyurdu hepimize.
Bakışları sabit bir noktaya dikilmişti. Sesinde ne iniş çıkış, ne de bir duygu yansıması vardı. Son cümleye noktayı koyduğu anda da koridorda ilerleyip birkaç kuruş yardım yapanların uzattığı bozuk paraları aceleyle topladı.
Zamanlaması öylesine mükemmeldi ki, bu vagonun hesabını kestiği sırada metro sert bir frenle ilk durağına erişti. Kapılar açıldığı anda platforma attı kendini. Sonraki vagona geçecekti şimdi, buradan binen yeni yolcu potansiyeliyle birlikte.
Günde kaç metro değiştirdiğini, kaç istasyondan geçtiğini düşünüyor insan ister istemez. Kaç saat bu tiradı sürdürür acaba? Her gün bu işle mi meşguldür? Belki “yeter bu kadar cep harçlığı şimdilik bana” dediği noktada durur, stoklar suyunu çekince yeniden dalar yeraltı dünyasına.
Metro bileti satın alır mı ki? Almaz değil mi? Kaçak bindiğini bilir ve anlayış mı gösterirler sizce güvenlik görevlileri? Orada bilmediğimiz bir sistem var mıdır, adı konulmamış kurallar? Belki de sadece o kaçar, diğerleri kovalar.
Hepsinin ötesinde, neler hisseder bir insan ta içinde, günde birçok kez evsiz barksız olduğu gerçeğini (ya da masalını) yüksek sesle tekrarladığında çevresindekilere?
* * * *
Brüksel’in iki ana arterinin kesiştiği işlek bir dört yol ağzında kırmızı ışıkta durduk. Öndeki yolcu koltuğundayım. Mehmet Erdem’in CDsinden arabanın içine yayılan ritimle hareket ediyor sağ elimin parmakları. En az onun kadar inançlı bir tonda ben de “olmalı olmalı” diye mırıldanıyorum. “Yaşamın bir anlamı olmalı…”
Dilimde şarkının çok sezdiğim sözleri, aklımda birbiriyle alakalı alakasız bir alay düşünce, pencereden dışarı bakıyorum öylece. Görüp görmemeye sonra karar vereceğim. Hodri meydan dünya, çek bakalım dikkatimi çekebilirsen.
Sol tarafta bir hareketlenme olunca bakışlarımı gayrı ihtiyari o yöne çeviriyorum. Kot, tişört, lastik ayakkabı üçlemesinde giyinmiş genç bir kız ve yanında yine o yaşlarda bir genç adam çevik adımlarla atıyorlar kendilerini yolun ortasına. Arkalarından akan trafikle biz bekleşen arabalar arasındaki boşlukta hiç yoktan bir sahne var edip akrobatik bir gösteriye girişiyorlar hemen oracıkta.
Bocalıyorum önce. Malum Türkiye’de trafik tıkandığı anda peydahlanan ve pet şişede soğuk su, taze çıtır simit, hatta kırmızı gül satanlara alışkınız. Oysa Brüksel’de olsa olsa arabanızın camını silip üç beş kuruş kazanmayı amaçlayanlar çıkar karşınıza. Bezleri, fırçaları da çok temiz görünmez gözünüze, yeni de yıkattıysanız arabanızı pek dokunsunlar istemezsiniz.
Ancak genelde öyle de agresif ısrarcı olurlar ki bu insanlar hizmet istemediğinizi edebinizle anlatmanız neredeyse imkansızlaşır. Ya arabanızı hareket ettirmeniz ya da sileceklerinizi çalıştırmanız gerekir mesajınızı duyulabilir hale getirmek için. Her seferinde aman yok yere bir kaza çıkmasın diye endişe edersiniz.
Şimdiki olay çok farklı oysaki. Gençliğin çapkın hayat enerjisi ve esir edici iyimserliğiyle dolu bu çift zevk ve içtenlikle sergiliyorlar gösterilerini. Defalarca prova edilmiş kusursuz dönüşler, yaman taklalar birbirini kovalıyor. Kah ellerinin üstünde dünyaya tersten bakıyorlar, kah yeniden ayaktalar.
On beş yirmi saniye kadar sonra final anında çift elele selamlıyor biz izleyenleri. Gözlerinin içi gülüyor göğüsleri heyecanla inip kalkarken, nefes nefese ve çok güzeller, dipdiri. Derken iki koldan koşar adım ve aynı ışıl ışıl çehrelerle arabalara yanaşıp niyetlilerden bahşiş topluyorlar.
Israr yok, stres yok, tek kuruş vermeyenlere bile “dert değil” tarzı bir bakışla karşılık veriyorlar. Hünerlerini sergilemek nasıl onların seçimiyse, paranızı cebinizde tutmak da sizin elinizde. Bırakalım herkes özgürlüğünün tadını çıkarsın.
Ve ışık kırmızıdan yeşile dönerken sırtlarında gözleri varmış gibi hissedip değişimi, uçuşan iki tüy hafifliğinde terk ediyorlar sahneyi…
Biz yolumuzda ilerlerken onların bir sonraki kırmızı ışıktaki performansını düşlüyorum. Şartlar iki ışık arasındaki kısacık zamanı çok akıllıca kullanmalarını gerektiriyor. Epey çalışmış olmalılar zamanlama üzerinde.
İnsan merak ediyor, kaç sefer tekrarlıyorlar acaba ardı ardına bu gösteriyi? Ne zaman mola almaya karar veriyorlar? Nasıl karar verdiler günün birinde böyle bir girişimde bulunmaya? Sahnelerinin konumunu nasıl seçtiler?
Yerlerini zaman zaman değiştiriyorlar mı, yoksa hep aynı kavşakta mı takılıyorlar? Yakın arkadaşlar mı? Sevgililer mi? Kardeşler mi yoksa?
Nasıl hazırlanıyorlar acaba gösteriye? Koreografileri değişiyor mu zaman zaman? Doğaçlama bir şeyler yapıyorlar mı arada estiğinde? İş kazası yaşadılar mı hiç? Adrenalin peşinde olduklarından mı kalkıştılar bu işe, yoksa sadece harçlıkları mıydı az gelen?
Ne kadar kazanıyorlar? Okul harcının bir kısmını mı ödemekte mi kullanıyorlar bu parayı yoksa pahalı bir müzik aleti almak için zulaya mı atıyorlar? Sanat ya da bilim için mi yoksa herşey? Üniversitede bir projeden mi ibaret acaba bu deney?
* * * *
Sokak renkli, sokak coşkulu. Hem ilham perisi, hem trajedinin beşiği. Sokak sarsan ve düşündüren. Çocuklarımızı yetiştiren etkileşimli bir okul o, yetişkinleri yeniden sorgulamaya iten amansız bir güç. Sokak halimize şükrettiren, başka renkleri keşfettiren, kaybolan umudu yeniden yüreğe yerleştiren.
Sokak karmaşa, sokak huzur. Elimizin kiri, altınımız teri. Kavgamızın, protestolarımızın podyumu. Aşkımızı ıslıklara döktüğümüz mekan, karanlık inerken bir tomurcuk gibi açan o ilk öpücüğümüzün şahidi. Sokak aynı anda hem yitmiş hem yaşanmamış olan. Hıçkırığımız, yaşımız ve rüyalarımız. Kimliklerimizin buluşma noktası, kaderimizin çizildiği yer.
“… Bir anlamı olmalı…” diyor Mehmet Erdem “… senden başka, benden başka…”
Ona eşlik etmeye devam ediyorum.
Brüksel, Temmuz 2013
o amcayi ben de hatirliyorum
o zaman cocuklukta benim de dikkatimi cekmisti
okula giderken kac para diye sormustum bir kez kendisine pahali gelmemisti almamistim
sonra aylar sonra ablam universiteyi bitirip ise girince o amcayi sormustu duruyor mu diye
evet diyince al bu parayi git ondan kalem al demisti
abla pahali satiyor demistim olsun dedi bana sen git al
dedigini yaptim ama gunler sonra yasim ilerleyince neden cimri davrandigim konusunda kendime kizdim gerci cok harcligim da yoktu babam zor gonderiyordu bizleri koleje
simdi herhalde yasamiyordur ama halini bir bileni merak ettigimden bir arama yaptim bu yazi cikti
herhalde bulundugu yerden hatirlanmak istedi
Saygilarimla
İyi ki yazdınız. Ve çok güzel dediniz – anılmak istemiş belki o amca. Dünyanın bunca karışıklığına rağmen ortak bir anda buluşmak ne keyif…