Şehirlerle (Aşk) Yaşamak

camdansehir

Romantik komedilerin birinde otuzlu yaşlardaki bakımlı ve başarılı kadın karakter bir şehirle “çıkabileceğini” söylüyordu. Hani sevgiliyle randevuya gidecekmiş gibi özenle hazırlanıyordunuz şehirle buluşmanıza ve diyelim tüm bir günü onunla baş başa geçiriyordunuz mesela.

Şehir size sokaklarını ve sırlarını açıyordu, siz kendinizi onun akışına bırakıyordunuz. Onun hikayesini dinlerken biran kendinizden kopuyor ama bilincinizle yeniden buluştuğunuzda edindiğiniz deneyimle olayları bambaşka türlü değerlendirebiliyordunuz. Şehri tutkuyla sevmek lazımdı bunun için. Kendinizle olmaktan da korkmamak.

Şehir size kendini anlatırken bir ayna da tutardı aslında. Kendimden çok uzaktayım sandığınız o keyifli noktada, ufuk çizgisinden de ötedeyim yanılsamasını yaşarken kendinize yaklaşırdınız aslında. Şehrin kapıları gibi açılırdı bilinçaltınızın dehlizlerine inen yollar. Ürkmeden ilerlerseniz görür ve ayardınız.

Şehrin keşmekeşi yalnız olmadığınızı fısıldardı kulağınıza. Ne en vahim durumda olandınız, ne en şanssız, ne en zavallı. Onun kokularını içinize çeker, renklerini seyrederken arka planda kendi yaşam gerçeğinizi koyardınız aklınızın bir köşesine.

Sonra küçük bir mucize olurdu ortalık yerde, sadece sizin gözünüze göründü sanırdınız. “Ayrıcalıklıyım” diye düşünür gizlice gülümserdiniz. O anın büyüsü çılgın bir enerji pompalardı bedeninizden içeri, güçlenirdiniz. Ayaklanırdınız.

Şehirle randevunuz zaman zaman kontrolü elden bırakmayı, illa oldurmak için didişmemeyi, bazen en kısa yoldan değil de en manzaralı yoldan geçmenin keyfini hatırlatırdı size. Boş oturup gibi yapıp en önemli olanı düşünmeye zaman ayırmanın niyeyse zor gibi gelen olağanlığını sererdi gözlerinizin önüne.

Diğerlerinden başka bir gün yaşardınız. Kendinizle ve şehirle takılırken üçüncü şahıslarla da beklenmedik bağlar kurardınız. Bazen kendini şehre bırakmış başka bir yabancıya denk gelir, onunla üç cümlede hayatı tartışırdınız. Bazen gözleriniz buluşurdu bir başkasıyla, sadece gülümserdiniz birbirinize. Anlardınız.

Tarihi bina çehrelerinde birikmiş anılar, ondan bundan çiçek kokularındaki kışkırtıcı davet, her biri farklı kıvrılan ağaç gövdelerinin sessiz bir çığlığı andıran şiir dili, sokaktaki çocukların samimi gülücükleri, eylemsiz heykellerin iç yakıcı söylemleri sarardı sizi sımsıkı. Akşam saatine kaldıysanız, gökyüzünün ve suyun ışıkla başkalaşan renkleri, gölge oyunlarındaki sanatsal heyecan, şehrin gün içinde sürekli değişen ritmi, tik takları… Hepsini daha bir uyanıklıkla fark ederdiniz o bir başınalığınızla.

Ve dış dünyaya bu kadar dönük ve bu denli açıkken aynı anda nasıl olup da kendi bilinçaltınızın derinliklerinde emin adımlarla ilerlediğinizi merak ederdiniz. Halkanın tamamlanması dedikleri buydu belki. Uzaklara doğru uzandıkça yakınlaşmak, daha iyi görebilmek için geri adım atmak.

Baştan söyleyeyim, her şehirle tutmuyor ama bu büyü. Biraz gönül işine benziyor durum. Şehirle kimyanızın uyuşması lazım, karşılıklı ve tempolu atmalı kalpleriniz. O size kucak açmalı, siz ona koşmalısınız tereddütsüz ve ardınıza bakmadan. Beraberken eksiksiz hissetmelisiniz; bilmelisiniz ki yaşamaya değer her şey orada, ikinizin arasında, o anda.

Oysa bilirsiniz ki öyle kolay bırakamazsınız kendinizi, her şehir de açmaz size durduk yerde kapılarını. Kiminin tek şehri olur bir ömür boyu, şanslıysa bağrında yaşadığı. Kimi yıllarla yol alır, keşfedilmeyi bekleyen şehirlerdeki serüvenlere doğru uzanır. Aynı aşkın iki kez yaşanmadığını bilir bilmesine ama her yeni aşkın doğuş anında gerçekleşen mucizenin peşindedir biraz da.

Bazısı hiç bir şehre açmaz içini, yüreğini kaptırmaz,

*           *           *           *

Benim ilk aşkım, aptal aşkımdı New York. Düpedüz çarpıldığım, aniden ve derinden vurulduğum, neye uğradığımı anlamadan peşinden sürüklendiğim şehir… Ne başlayışında ne de bitişinde söz sahibi olamadığım ilişkim, koşulsuz teslimiyetim.

Yirmili yaşların başında tanıştık, ben Yeni Dünya’da bebek adımlarıyla ilerliyordum. Şaşkındım, toydum, korumasız ortamlarda nasıl yaşanır bilmiyordum. Tuttu kolumdan uçurdu beni. Varlığından habersiz olduğum bir evrenin kapılarını açtı.

Hız, devinim, heyecan üçlemesinde yaşandı her şey. Işıklar gördüm, asabi arabalar ve sürekli acelesi olan insanlar. Daha güçlü, daha yetkin, daha cazibeli olmak içindi yarış. Altında harlı bir ateş yanıyormuşçasına kaynıyordu şehir, bir çığlık aşağı, bir kahkaha yukarı. Her şey o anda olup bitmeliydi. Şimdi. Hemen.

Şehrin enerjisi bulaşıcıydı. Harareti her yanınızı sarıyordu. Anlamaya çalışmaktan vazgeçip kendini bırakma zamanıydı. Direnmedim, savaşmadım. Şehir beni köklerimden salladı, hafifletti, sersemletti.

Savruldum peşinden. Var olduğumu hiç bu kadar net hissetmemiştim. Kanım başka türlü akıyordu sanki, duyularım keskinleşmişti. Yorulmam, durmam mümkün değildi.

Sonra aniden kesildi akış. Dönme dolabı durdurdular. İndim.

*           *           *           *

İlk gerçek yetişkin aşkımsa Prag’dı.

Çocukluk rüyalarımda sıcak ve tanıdık bir şehrin sokaklarında gezerdim hep. Kendimi güvende ve mutlu hissettiğim, yuva hissi veren bir şehir. Uyanmaya yakın adını fısıldardı bir ses kulağıma: Prag.

Neden bilmiyorum hala. Hiç bir bağlantımız yoktu oysa o şehirle, orada yaşayan kimseyi tanımıyordum. O konuda hiçbir kitap okumamış, belgesel izlememiştim. Prag gerçekte nasıldır, neye benzer, onu bile bilmiyordum.

Yirmili yaşlarımın sonunda ilk kez gittim bu şehre. Biraz tedirgindim ilk buluşmamız öncesinde, hayal kırıklığından korktum. Rüyalarımdaki şehirle alakası yoktu hiç, çok daha bilgeydi, çok daha görmüş geçirmiş. Olgunluk ve şefkatle yaklaştı bana, azmi ve sabrı anlattı uzun uzun.

Hayalde başlayıp gerçeğe ışınlanan bir masal tadında yaşadım onunla aşkımı. Kendimi bildim bileli vardı sanki, o denli tanıdık ve bana benden yakındı. Çocukluğumun izleri var hala onda, hep özlenen ve geride kalsa da hiç unutulmayan masumiyetin hatıraları.

Prag. Adı geçince tüylerimin ürperdiği, yüreğimi sızlatan kahraman. Umudum, sığınağım. Kalbimin derinliklerinde hep özenle saklanan.

*           *           *           *

Paris’i otuzlu yaşlarımda keşfettim. Düpedüz ve fena halde aşktı Paris. Hep mümkün, hep hakim, hep ezberbozan aşk. Hem de en artistik haliyle. Kıskıvrak yakaladı beni. Mecnun etti.

Zamanla her mevsimini doya doya yaşamak, açık hava müzesini anımsatan sokaklarında saatlerce dolaşmak, kafelerinin teraslarında oturup gelen geçenin hayali hikayelerine dalmak mümkün oldu. Defalarca gittim bu şehre, her seferinde koşarak, hatta kanatlanıp uçarak.

Trenden Kuzey Garı’nın platformuna her inişimde ilk günkü heyecanla çarptı yüreğim. Paris hiç eskimedi, gözden düşmedi, olağana dönüşmedi. O her gidişimde kendini yenilemiş oluyordu, bir yanda bambaşka heyecanlar sunarken, diğer yanda klasiğin vazgeçilemeyen tadını hep saklıyordu.

Her gün yeniden doğmaktı Paris. Onu kendim, benliğimi de aşk yapmak. Eşitlemek, tamamlamak ve gerisini rüzgara bırakmak. Sanata ve geçmişin hazinelerine saygı duruşu, yaratıcılığın ve değişimin koynunda yeşerirken.

* * * *

İstanbul’u tanıyordum tabii çocukluğumdan beri, ama dokunmamıştık birbirimize. Ben ona çok korkak görünmüştüm, o bana çok muazzam, pek karışık. Defalarca buluştuk ama hiç yakınlaşmadık. Ben yolcuydum, o hancı.

Kırklı yaşlarımda nihayet gözünün içine baktım İstanbul’un. Cesaretim yerine gelmişti artık, kendime güvenim de. O saate kadar bana hep başkalarının bana tanıttığı bu şehri kendi hızımda ve kendi adımlarımla keşfe karar verdim.

Acelem de yoktu hiç, bir seferde köşe bucak taramak değildi derdim şehri. Hız değildi artık önemli olan, yudum yudum içmek, tadına varmak arayışındaydım. Yine gelirdim hem mümkün oldukça, kaldığım yerden devam ederdim macerama. Çağıracaksa tabii beni İstanbul.

Yavaşça aralanan ağır kapılardan içeri süzüldüm sonra. İlk kez ciddiye alır gibi alıcı gözüyle baktı şehir bana. Yürek yaralarımı kuşanmış yürüyordum başım dik, cebimde bulutlarla. Hayattan dersler almıştım, gördü. Burnum sürtülmüştü yaşamın gerçeklerine vura vura.

İstanbul. Geçmişin sırrı, geleceğin anahtarı. Kendini evrenin merkezi, dünyayı da hayaller alemi sanmaktan vazgeçmiş gururdan arınmış hüzünlü aşk. Kaybetmeyi tatmış ama yenilmeyi kader kabul etmemiş, hayatın iliğini emmeye yeminli aşk.

Yavaş yavaş ilerledi ilişkimiz. Kimi zaman coşkuluyduk, bazense karşılıklı sustuk. O sorgulamadı, ben onu dinlemeyi sevdim. O sormadıkça da ben anlattım. Gösterdiklerinin, paylaştıklarının değerini bildim.

Zamanı unuturduk beraberken. Renkler öykülere dönüşürdü göz açıp kapayıncaya kadar, martı çığlıklarından dizeler dökülürdü. Arnavut kaldırımların tozu, Boğaz’ın mavisi, vapur dumanı harmanlanır, soyut bir resim çizerlerdi imgemizin duvarına. Burnumuzda ızgara balık kokusuyla akşamın inişini seyrederdik iki kıta arasında bir noktada.

Kalamayacağımı bilirdi. Ona geri geleceğimden emindim. Ben yokken ne yapacağını hiç sormadım. “Gitme” diye yalvarmadı, “çabuk gelsen, özlüyorum” diye sızlanmadı. Birbirimizin seçimlerine ve önceliklerine hiç karışmadık.

İstanbul. Özgür ve saygı dolu aşk. Sev ve sal mantığıyla yaşanan.

Brüksel, Ağustos 2013

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Twitter picture

You are commenting using your Twitter account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s