Kıvırcık Saçlı Cömert Yürek

Birkaç ay önce tüm yara berelerimi sırtlanıp gittiğim o mütevazı Ege kasabasında etraftaki aceleci inşaatların çalışkan tozuna batmış yokuş toprak yoldan denize doğru ilerledim. Bana tarif edilen levhayı gördüğümde doğru iz sürdüğümü anlayıp rahatladım. Bir numaralı hanenin kapısından taş evi çevreleyen çiçekli bahçeye süzüldüm.

birnumara

Aylardan Mayıstı. Ege sıcak günler ve ılık akşamlar serisine çoktan başlamıştı. Ben ıslak, serin ve çoğunluk ışık fakiri bir şehirden geliyordum. Kendime itiraf edemediğim sırlarımın ve son olayların ürünü üçüncü derece yanıklarımın ateşini taşıyordum.

O akşamüstü o bahçede bir sürü gülen yüzle aynı anda tanıştım. Hiçbirinize tek tek bakamadım, grup olarak tanımladım sizi; genç, dinamik, sevecen bir grup. O akşamın anıları biraz bulutlu hafızamda. Yüzler flu, kelimeler havada uçuşuyor. Ben kah o bahçede sizinleyim, kah ardımda kalan Brüksel’de o gün ayrıldığım işimin son gününde, kah iki ay önce Ankara’da annemin cenazesinde.

Ne kadar konuştum, ne dedim, ne paylaştım hiç anımsamıyorum. Karanlık indiğinde bile hala üşümeden açık havada oturabildiğim için mutlu hissediyordum kendimi sadece. Ne beklentim vardı ne de büyük bir umudum. Mola alabildiğim için şükrediyordum.

Biri bir kadeh şarap verdi elime, eğlenceli hikayeler anlattınız. Aynı ailedendiniz zaten, aydınlık yüzlü insanlardınız. Gençliğiniz yansıyordu cümlelerinizin içeriğine, kadifemsiydi tonlamanız. Hiçbirinizin acelesi yoktu, hırs çamurlarında yuvarlanmamıştınız.

Saygı ve içtenlik vardı ortamınızda. Tek tek konuşuldu, yürekten dinlenildi. Detaya özen gösteren insanlardınız. Ben aranızda öylece kimseye dokunmadan otururken sarıp sarmalanmış gibi hissettim kendimi niyeyse. Gevşedim, tatlı bir uyku bastı inceden. Göz kapaklarım emre çabuk uydular o gece.

* * * *

Sonraki günlerde grubunuzu ayrıştırmaya başladı yorgun ve hüzünlü kafam. Bireyler gözüme görünür oldu, aranızdaki bağlar da. Taş evin bahçesine yaydım sanki haritayı, sizi de tek tek konumlandırmaya başladım üstünde.

Dinlendikçe açıldım hafiften. Miskinliğimin tozunu almaya koyuldum ince ince. Sen oralardaydın hep, bir şekilde etrafımdaydın. Can alıcı sorular sordun, sessiz gözlemler yaptın. Merhametini elimle tutabilirdim.

Bir gün -nasıl oldu bilmem- başbaşa konuşur bulduk kendimizi. O kadar kendiliğinden oldu ki herşey, uyumumuza şaştım. Laf lafı açtı sonra ve yürekler döküldü ortaya. Seninki gökkuşağı kadar güzeldi, o genç yaşında bunca nüansı nasıl bu kadar ustalıkla kavradığına şaşırdım.

Senin yolunun tanımını dinledim. O ana kadarki macerana kulak verdim. Tek kişilik yaman bir ordu gibiydin. O narin bedende bunca güç nerede saklı diye ciddi ciddi düşündüm. İnsan bu yaşta nasıl bunca netlikle görebilirdi ki önceliklerini ve nasıl bir azimle Don Kişot misali soyunurdu hayallerini gerçekleştirmeye.

Kendimi unutmak istediğim bir dönemde senden konuşmak güzeldi. Hele sen bu denli renkli, böylesine dolu ve sapına kadar özgün felsefeyken. Seni dinlerken canlandım, keskin gözlemlerinin, yerinde değerlendirmelerinin ve taşı gediğine koyan sonuç cümlelerinin hayranı oldum. Senden öğrendim.

Bir umut tohumu ektin sanki içime. Ve her gün özenle suladın onu.

* * * *

Tane tane anlattın. Ses tonun yumuşacıktı, acelesiz ama vurgulu konuşuyordun. Çıkarımların akılcıydı. Uzun zamandır görmediğim eski bir dosta kavuşmanın katıksız keyfiyle dinledim seni.

Arada ben oraya bir virgül, buraya bir tırnak ekledim ama hikayeyi yazan sendin. Hiç üstüme gelmedin, “derdini anlatmayan derman bulamaz” söylevi çekmedi bakışların bana. Önce anlatabilsem anlayacağına inandırdın beni. Nihayet bulup buluşturduğum kelimeleri seslendirdiğimde yüreğinle dinledin yine tane tane.

Ektiğin tohum acar bir filize dönüşmüştü, titrek bedeninden beklenmeyecek bir kararlılıkta başkaldırıyordu. Uzun zamandır ilk kez gülümsedim. Unutmak zor; o gün bir de zeytinyağlı enginar pişirmiştin. “Geçen gün sevdiğini söylemiştin” diye mırıldandın belli belirsiz tabağı masaya koyarken. O enginarlara sarılmak istedim.

Günübirlik bir geziye gitmiştin bir gün, baktım gözlerim arıyor seni. Hevesle beklenen ana dönüşmüş kendiliğinden akıp giden sohbetlerimiz. Elinde sürpriz bir paketle çıkageldin ertesi gün. Uzun zamandır hediye almamıştım, daha açarken çocuk gibi heyecanlandım.

Çok zevkli, çok ruhuma yakın bir seçim yapmışsın. Bilemiyorum beni hangi arada bu kadar iyi tanıdın. Yeterince teşekkür edemedim belki sana. Diyorum ya, o ara sözcüklerle çok barışık değildi yıldızlarım.

Önceliklerimizden konuştuk, etkileyebileceğimiz ve değiştirebileceklerimizden. Bir de kabullenip kendi kaderine terk etmemiz gerekenlerden. İkincisini yapmak problem çözmeye programlı beyinlerimize zor geliyor, “yapabileceğim bir şey var mıydı?” sorusu uzun zaman zihinlerimizi meşgul etmeye devam ediyordu.

Farklı taktikler, yaratıcı yöntemler deneyip duruyorduk bir zaman. Ta ki biz ağzımızla kuş tutsak da durumun değişmeyeceğini kabullenene kadar. Sorunun tamamen bizim dışımızda ve eylemlerimizden bağımsız olduğunu anlayana dek.

Senin – ne mutlu ki çok erken yaştan itibaren- ne istediğini bildiğini hissettim verdiğin kararlardan, attığın cesaretli adımlardan bahsederken. En yakınırındakileri kuşatan samimi sevgine şahit oldum, yabancılara duyduğun merhamete. Yaşlıdan, yalnızdan, yaralıdan kaçmayan cömert yüreğini alkışladı yüreğim.

Günlük hayatın çoğuna lüzumsuz gelen ayrıntılarına değdirdiğin sihirli değneğin işleyişini gözlemledim. Salatalarından tatlılarına, masa örtülerinden saksılarına, bulmacalarına sızıyordu çarpıcı büyün. Pazardaki satıcıya, yaşlı komşu teyzeye, eczacıya, hatta mahallenin topal köpeğine uzanıyor ve şefkatle dokunuyordun.

Bir büyüğüm “bu kadar duyarlı olan çok kırılır yaşamda” demişti, seni tanısa ne düşünürdü acaba diye geçirdim içimden. Ben sana “boşver, takma, bu kadar düşünme herkesi” diyemedim, bunun basit bir seçim olduğuna inananlardan değilim. Duyarlılığı çok sesli müzik bestelercesine yaşamak diye yorumluyorum kendimce. Belki daha karmaşık bir bilmeceye kaptırıyor insan kendini ama maceranın tadı da daha bir yoğun oluyor, zevki tam katmerli.

Veda ettiğimiz akşam aylarca denizi göremeyeceğim için benim adıma kederlenmiştin. Serin Brüksel yazına denk gelirsem açık havada yemek yiyemeyeceğim için, pazar günü dükkanları kapalı bir şehre ve boş bir buzdolabına doğru yolculuğa çıktığımız için. Mümkün olsa güneş, deniz tuzu ve çiçek kokusu dolu bir çıkın verecektin elime yolluk diye.

Ne güzel insansın sen.

Şu sıkıntılı günlerinde yanında olmak, elini tutmak ve “emin ol geçecek” diye tekrarlamak isterdim her gün defalarca. Başka konulardan konuşmak, dikkatini dağıtmak, yürüyorsan yürümek, susmak istersen yanında susmak isterdim.

Ben senin gibi hünerli değilim mutfakta. Elişinden de hiç anlamam malum. Ancak sayende yeniden kavuştuğum sözcüklerimi dizdim işte kendimce arka arkaya.

Çabuk iyileş Kıvırcık Saçlı Cömert Yürek. Karanlık günler geride kalsın.

Brüksel, Ağustos 2013

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s