Cumartesi:
Zodyak tatil beldesine doğru yaklaşırken saç tellerim arasında gezinen ılık rüzgar “göğe bak!” diye fısıldadı kulağıma. Başımı kaldırdım yıldızların şölenine şahit olmak için. Gökyüzünde biri büyük biri küçük iki ayın parladığı değişik bir dünyadan bahseden bir kitap okuyordum o sıralarda, isteristemez o geldi aklıma.
“Samanyolunu gördünüz mü?” diye sordu yakınımdaki ses, parmağıyla da yerini işaret ediyordu. “Günlük hayatımda samanyolu kelimesini işitmeyeli ne kadar uzun zaman olmuş” diye geçirdim içimden. Kulaklarım yabancılamış, aklım yadırgamıştı yakın dönem arşivinde bulamadıkları bu sözcüğü.
Yakın dönem arşivi tıka basa doluydu aslında: Heyet, rapor, bilgisayar, çıktı, kopya, saat alarmı, toplantı, telefon, elektronik posta, fatura, organizasyon, rezervasyon, son teslim tarihi, sosyal medya, plan, program, güncelleme, son dakika haberi, yorum, yargı ve daha neler neler. Kan testi, tahlil, böbrek taşı, tedavi, olasılık, sabır, zaman. Her derdin ilacı zaman.
Tatilin resmi başlangıcı ilan ettiğim o an Bozburun arkamızda küçülmeye devam ediyordu zodyak otele doğru yol aldıkça. Dünyanın kalan kısmı da öylece küçülsün ve ardımda kalsın istedim o sıcacık Ağustos akşamında. Samanyolu belirgin ve alımlıydı. Büyülenmişçesine baktım ona, gözkamaştırıcı varlığını selamladım saygıyla.
Gökte iki ay görmüşçesine heyecanlanmıştı işte yorgun şehirli yüreğim. Şahlandı olanca keyfiyle. Attı da attı. Aşkolsun durdurabilene.
Pazar:
Beyaz badanalı yüksek tavanlı aydınlık odada ruhumun ve bedenimin anlaştığı bir saatte güneşe uyandım. Karşı duvarı kuşatmış servi boylu pencerelerle çift kanatlı cam kapıdan ve yatağın solunda kalan geniş camdan içeri yayılmıştı günün aydınlığı. Gözüm cam kapının üstünde asılı nar figürüne takıldı.
Nar isminin odanın ölçülü lüksüne ve yalın zenginliğine çok yakıştığını düşündüm. Bu ferah mekanın bembeyaz tül perdeleri, sade bir dantelle süslenmiş ak pak yatak takımları, yine beyaz tülden cibinliği biraz eskiyi biraz da özleneni yakına getirdi. “Cibinlik” kelimesini “samanyolu”nun hemen yanıbaşına yerleştirirdim zihnimde.
Kapıyı açıp terasa çıktığımda deniz vurdu gözüme. Islak çim kokusu sarmıştı ortalığı. “Günaydın!” dedi neşeyle terasa gölge yapan incir ağacı. Çim alanın ötesindeki ahşap güneşlenme platformunu aracılığıyla denizle kavuşuyordu misafirler. Tekne şenliği vardı mavilikte, bayram ve cümbüş sözcükleri yanıp söndüler beynimde.
Gün yaşanılmayı bekliyordu. Deniz davetkardı. Kıramadım ikisini de.
Pazartesi:
Gün boyu deniz tuzunda gezmiş derim kaybettiği gizli kimyasına kavuşmanın sarhoş mutluluğunda sessizce gülümsüyor. Az önce battı güneş. Rüzgar dindi, deniz kaynaşmaktan vazgeçti. Hesabı varsa kesilecek ya da alınması gereken ateşi, hepsi yarına kaldı.
Kendime verdiğim sözü tuttum. Belçika numaralı telefonlarımı kapattım, tablet bilgisayarla birlikte kasaya kilitledim zayıf bir anımda kolay ulaşıp açmayayım diye. Elektronik posta okumuyorum, kısa ya da uzun mesaj yollamıyorum, kararlıyım; ekranlardan uzak duracağım.
Televizyona dokunmadım. Hatta gazeteleri de protesto ediyorum tatil boyunca. Dünya pekala iki hafta bensiz kalabilir. Görünen o ki ben de onu özleyecek gibi değilim.
İncir ağacının süslediği terasın sağ yanına yerleştirilmiş salıncakta oturuyorum. Önümdeki çim alanın bitimindeki ahşap platforma yerleştirilmiş şezlonglar toplanıyor, günden kalma yorgun şemsiyeler kapatılıyor, alanı yıkayıp parlatıyorlar otelin görevlileri. Deniz sessizce göz kırpıyor onlara, eski dostların tanışıklığının sıcaklığı var bakışmalarında.
Yaklaşan gecenin umutlu beklentisi damgasını vuruyor personelin beden diline. Aceleci ya da baştansavma değil hazırlıkları. Konsantrasyon ve özenle çalışıyorlar. Az ötede platformun daha genişlediği kısımda beyaz örtülü masalar dizilmeye başlanmış denizin kenarına. Üstlerindeki gaz lambaları saygılı olgun bir sabırla parlayacakları anı bekliyorlar.
Teras keyfi katmerleniyor her geçen dakika. Ayak parmaklarımdan aldığım güçle hafifçe hareketlendiriyorum salıncağımı. Her ileri gidişim denizi kucaklayış, her geri gelişim biraz mesafe alıp bu büyülü evrene uzaktan ve kapsayıcı bir bakış.
Otel çalışanı Zafer Bey elinde çakmağı ve inanılmaz dakikliğiyle gelip büyük cam fanusların içinde terası süsleyen mumları yakıyor o ara. Geldiği tüy gibi sessizlik içinde uzaklaşıyor hemen ardından. Hani az biraz dalgın olsanız mumlar kendiliğinden alevlendi sanacaksınız.
Karanlık inerken beyaz örtülü masalarının etrafındaki alan canlanmaya başlıyor. Müziğin sesi bir çentik açılıyor. Cazın yaz akşamlarına ne kadar yakıştığını düşünüyorum Norah Jones’u dinlerken. İpek gibi bir dokunuş ve duygu yüklü bir sadeliğin içinizi titreten çağrısı bütünleyiveriyor anı.
Gaz lambaları birer ikişer hayat buluyorlar. Havada melisa kokusu var.
Salı:
Akşamüstü beş gibi terasın sol köşesinde muz ağacının dallarını kendime siper edip içinde iki ay olan romanımı okumaya devam ediyorum şezlongta. Japon yazar Haruki Murakami’nin nicedir keşfetmek istediğim bir yapıtı bu kitap. Ancak dokuz yüz sayfalık bir söylem olduğundan fazla alımlı kadınların kaderini paylaşıyor eser; ona yaklaşmak yürek gerektiriyor.
Benim cesaretimse hep vardı ama sorunum zamandı. İçine dalıp gitmek istediğim bir kitabı “her gece uyumadan önce on beş dakika” çerçevesine sokmak kıyım gibi geldi bana. Gelmeden birkaç gün önce dayanamayıp başladım okumaya, tatilde derinlemesine devam etmek umuduyla.
Şimdilerde hergün düzenli olarak Murakami ile saatler geçirebilme lüksünü yaşayabildiğim için mutluyum haliyle. Aynı anda birkaç işi paralel götürmeye programlı mühendis beynime laf dinletmek zor tabii ama kararlıyım. İnatla ve sık sık hatırlatacağım ona bir seferde tek aktiviteye odaklanma zevkini. Aşık olduğunuz an gibi, gözünüz başkasını görmeden, aklınız başka yöne kaymadan.
Ben öylece kitabımı kavramış okurken muhtemelen benzer bir kuytu köşe arayışıyla aynı terasa sığınan kedi üst merdivene uzandı. Günün başka hiçbir saatinde otelin başka hiçbir noktasında görmediğim bu yaratık nasılsa hergün bu saatlerde lamba cini gibi ortaya çıkıyor terasımda. Üstelik oldukça da benimsedi beni, koca bir kışı aynı şömine karşısında geçirmişiz gibi yakın davranıyor. Hani utanmasa “iki satır Murakami de bana okusana Denizcim, ninni gibi gelir şimdi kulağıma” diyecek esneyerek.
Bir de kertenkelemiz var terasta ikamet eden; o biraz mağrur. Varlığımızdan haberdar, onu gördüğümüzü de seziyor ama yüz göz olamaya hiç niyeti yok. Kendi haline bırakılmak istiyor, bizim neyle meşgul olduğumuz da onun umrunda değil.
Çok yolcu geçmiş tabii bu odadan, kertenkeleninse kısa ömürlü ilişkilere karnı tok. “Al birini, vur ötekine” diye bakıyor belki bize. Kararlı ve yavaş adımlarla ilerliyor. Biraz bilgelik biraz da hüzün var yürüyüşünde. Başınabuyruk halini seviyorum, yalnızlığını onurla taşıyor.
Murakami anlatıyor, kedi ve ben dinliyoruz. Muz ağacının yaprakları hafif hafif sallanıyor rüzgarda. Denize balıklama atlayan birinin suyu yaran bedeninin sesini işitiyoruz arka planda. Hem duyuyoruz hem duymuyoruz.
Çarşamba:
Sabah onbir gibi nihayet barıştık denizle. Akıntısına karşı yüzmeme izin verdi. Göğsümü sert darbelerle paralamaktan ve bana avuç avuç tuzlu su yutturmaktan vazgeçti. Mutlak hakimiyetini tanıdığımı sezdi. Savaşmak değil bütünleşmekti isteğim. Tanıdı beni sonunda eski dostum ve sarıldı bana.
Bir saat kadar yüzdüm. Bazen gözlerimi yumdum anlatırken, derin nefes alıp verdim. Kaslarım çalıştıkça uyandı sezgilerim. Söyleşmeye başladık.
Önce çok gerilere gittik. Yüzmeyi ilk öğrendiğim günlerden bahsettik. Sarı örgü bir bikinim vardı, onu bile hatırlıyor, en ince detayına kadar tarif ediverdi. Saldan balıklama atlama denemelerimi, dokunulmamış sabah denizine girerken kalp atışlarımı, güneş batışında bile iştahı kesilmemiş kulaçlarımı anımsıyor, hiç bir detayı unutmamış.
O günlerden şimdiye kadar arşınladık geçmişi birlikte. O az konuştu, çok dinledi. Ara ara iç çekti derinden. Bazen benim için endişelendiğini düşündüm daha karanlık bakarken gözleri.
Belki bir yudum ruh ve bir tutam cesaret aşılamak istediğinden bana; üstündeki teknelere, yelkenlere, kayıklara, kanolara anlamlar yükledi. Notalar misali dile geldiler onlar da. O yüreklendirici müziğin temposunda ilerledim.
Yürümüyorum ben artık. Yüzüyorum.
Perşembe:
Bu öğleden sonra büyük heyecan yaşadık! Kedi, kertenkele, Murakami ve ben yine terastaydık. Sıcak bastırdıkça ağırlığını hissettiriyordu. Hepimizi şaşkın bir uyuşukluk sarmıştı. Deniz kıyısından gelen seslerin soluklaşmasından diğer misafirlerin de ya gölgelere ya da klimalı köşelere çekildiklerini hissediyordum.
Murakami’nin ana kadın figürü genç ve alımlı Aomame Lider isimli güçlü ve karanlık karakterle başbaşa kalmıştı nihayet. Narin Aomame Lider’i yoketmek misyonuyla gönderildiği o mekandan sağ çıkabilecek mi acaba? Lider’in korumaları şüpheyle dikilmiş kulaklarıyla bekliyorlardı kapıda. Her an müdahale etmeye hazırdılar.
“Çat!” sesiyle hopladım yerimden, derinliklerine daldığım kitap da kayıverdi ellerimden. Kedi bir miyav çekti başını kaldırıp yattığı yerden. Doğrulup baktığımda üstündeki muzların ağırlığını taşıyamayan bir dalın kopup meyveleriyle birlikte çimlere uzandığını gördüm.
Sizi bilmem ama ilk kez şahit oluyorum doğanın böyle masum ve mahrem bir anına.
O akşamüstü otuz saniye kadar gecikti Zafer Bey. Önce gelip kırılmış dalı ve muzları kaldırdı bahçeden. Sonra mumları yaktı.
Kadeh tokuşturuluyordu yakındaki bir masada, “biz de yemeğe geçelim artık, acıktım” diye seslendim eşime.
Odaya döndüğümüzde mumlar hala yanıyordu.
Cuma:
Öğle saatleri. Denizden yeni çıktım, güneşte ısınıyorum. Şezlonglarına yayılmış misafirleri gözetliyorum. Ne çok telefon ekranına doğru eğilmiş kafa var. Bükük boyunlu bedenler aceleci parmak darbeleriyle mesajlar döşüyorlar sanal evrenin tahtasına.
Eşim kucağındaki tablet bilgisayarda bir oyun oynuyor. İşaret parmağı insanüstü bir enerjiyle çalışırken gözleri de kısılmış, kaşları hafif çatık, dudak kenarları gergin. Biriki cep telefonu çalıyor arka planda.
Günlük hayat sorumlulukları insanları sığındıkları kuytularda da gelip buluyor. İstanbul’daki temizlikçi kadına direktif verenleri duyuyorum, gelecek haftanın toplantı organizasyonuyla ilgilenenleri, boşu dolduran doluyu boşaltanların inişli çıkışlı seslerini. “Bip”, şimdi de birilerine mesaj geldi.
“Teknoloji tutsaklığı” ve “ulaşılabilir olmak” kavramları üstüne düşünce çeşitlemelerine dalmışken çim alandaki çam ağacının gölgesindeki salıncakta Murakami kalınlığındaki kitabına dalıp gitmiş anneanneye takılıyor gözüm.
Almanya’da yaşayan kızı ve torunuyla tatile gelmiş bu İstanbul Hanımefendi’sini gözlemliyorum kaç gündür. Kısa boylu, beyaz kıvırcık saçlı, kendine özen gösteren bir şahsiyet bu, karizma sahibi bir kişilik. Sakin ve bağımsız bir portre çiziyor her haliyle.
Çocukluktan gençkızlığa geçiş dönemindeki torunu Zoe’nin Türkçe hatalarını anlayış ve özenle düzeltiyor. Bazen de onunla kusursuz bir İngilizce’yle sohbet ediyor, şakalarına içtenlikle gülüyor. Çimlere yayılıp gölgede tavla oynuyorlar öğlenden sonraları.
Bazen kızıyla karşılıklı derin bir sohbete daldığını görüyorum, iki yakın dost gibiler. Kimi zaman da o köşesine çekiliyor, Zoe ve annesini kendi paylaşımlarında bırakarak. Onun yaşının yükünü pankartlara yazıp dünyaya ilan etmeyen olgunluğuna bayılıyorum. Sofradaki asaleti dikkat çekiyor, denizle barışık yüzüşünü seyretmek niyeyse huzur veriyor bana.
Şimdi okuduğu kitabının derinliklerine dalıp gitmiş bu hanımefendinin geçmişini merak ediyorum. Onun gençkızlığının yazlarını düşlüyorum. Adada bir evleri varmış duydum. İçinden samanyolu ve cibinlik kelimeleri geçen yasemin kokulu zamanları tatmış olmalı. O uzak yaz akşamlarının görgülü telaşı canlanıyor hayalimde, fonda “sevdim bir genç kadını” çalıyor.
Çamın gölgesindeki salıncak belli belirsiz sallanıyor.
Sayfayı çeviren parmaklarımızın hışırtısında dokunuyor ruhlarımız birbirine.
Cumartesi:
Bu sabah yine Nar’da uyandım. Ayağımda nazar boncuklarıyla süslü Bodrum sandaletletimle kahvaltının sunulduğu asma altına doğru yürürken ıslak çimler gıdıkladı parmak uçlarımı. Eski ve yorgun kayığıyla kıyıya yanaşık geçen yaşlı amca “kekik var, adaçayı var!” diye çığırıyordu.
Karasından bir taze incir yedim afiyetle aç karnına.
“Kabuğunu çıkarmadın bile!” dedi eşim.
“Elbette” der gibi baktım yüzüne manidar.
Ender yakalanan güzelliklerin son demine kadar tadılmasından yanayım.
Bozburun, Ağustos 2013