Bir Eylül akşamında Ada Burnu’na karşıdan bakıyorum. “Birkaç günde bu denli hissedilir mi mevsim farkı?” diye soruyor insan kendi kendine. Daha geçen hafta Ağustos ayının son demlerini yaşarken ılık ve esintisiz gecelerin keyfini çıkarıyorduk. İncecik gömleklerle, kolsuz elbiselerle oturuyorduk geç saatlere kadar hiç ürpermeden.
Eylül kapıyı çalıverdi sonra. Açtık açmasına, elimiz mahkum. Rüzgarı takıp gelmiş koluna meğer. Eşikten atlamalarıyla içimizi üşütmeleri biroldu.
Deniz direniyor, daigalanmasına rağmen dost sıcaklığını korudu. Ne var ki çıkınca fena çarpıyor rüzgar, kırbaç misali vuruyor derinize. Güneş imdada yetişeyim diyor ama kifayetsiz kalıyor çoğu zaman. Okşuyor çok ısıtamadan.
Suyun üstüne inşa edilmiş gazebonun bej keten rahat kanapesinde oturuyorum. Sırtımı minderlere, gözümü ufka verdim. Bir şal bir de hırka almıştım yanıma bu akşam kıyıya inerken. Baktım ürperiverdi içim şimdiden, şalı omuzlarıma attım.
Güneş az önce battı, karanlık öncesinin büyüleyici portakal rengi var ufuk çizgisinde. Onun üstündeyse utangaç mavi bir şerit “gidiciyim” misali eğreti oturuyor. Kızıl kırmızı basacak az sonra, o ihtişamlı girişin beklentisi sarmış ortalığı. Deniz durulmadan önceki son hikayesini anlatıyor.
Büyüklü küçüklü tekneler demir atmış manzarama. Bir yanları zifiri karanlık, bir köşelerinde parlak ışık. Biraz derin biraz da kibirli bakışları, yakın sanıyorsunuz ama çok uzaktalar.
Gölgelerde saklanmış olasılıklar ürkütse de cezbetmeye devam ediyor umuda aç ruhunuzu. Dizeler geçiyor aklınızdan; Can Yücel’in “Bi damlacık” ı Sunay Akın’ın “Çukur” una akıyor. Eskideki bir ana kayıyor düşünceleriniz, ne zamandır görmediğiniz birini özlüyorsunuz.
Sahili süsleyen ağaç gövdeleri elele tutuşmuş. İncir sokuluvermiş çama. Palmiyenin sarkık sarı püskülleri asma yapraklarının kulağına bir sır fısıldıyorlar. Zakkumlar susmuş. Gölgeler koyulaşırken ayrılıktaki başkalık yerini bütünün ortaklığına bırakıyor.
Rüzgar gazebonun püsküllerle süslü beyaz devasa avizesini beşik misali sallıyor şevkatle. Derken tekne direklerinde asılı bayrakları dahil ediyor gecenin ağır tempolu dansına. Denizin gittikçe durulan çırpıntısını yararak geçiyor hızlı ve gürültülü bir motor.
Her parçası uyumlu bir tabloya yanlışlıkla vurulmuş bir fırça darbesi etkisi yapıyor izleyende. Uzaklaştıkça önce azalıyor, sonra duyulmaz oluyor uğultulu sert sesi. Bir alarm susturulmuşçasına rahatlıyor sahil.
Her işi bırakıp günün bitimini seyredebilmek nasıl muazzam bir lüks yaşamda. Hele açık havadaysanız burnunuzda deniz kokusuyla. Doğanın değişimine, renklerin tondan tona bürünüşüne kilitli ve tetikte bekliyor duyularınız.
Günün o son nefesini verdiği andaki keskinlik dokunur belki yüreğinize. Gecenin adım adım basan karanlığına şahit oluyorsunuz artık. Elinizle tutamadığınız zamanın ayak izlerini sürüyorsunuz adeta.
Etkileniyorsunuz kuşkusuz, hayran olmak işten değil. Hafif bir nostalji sarıyor işte tam da o anda. Başka sahillerdeki gün vedalarının hatıraları gelip buluyor sizi.
Aynı güneş farklı bir tepenin ardından batmıştı hani, daha mı büyük görünmüştü o zaman gözünüze? Daha mı yanıktı o portakal rengi? Hangi yıldı sahi o? Hangi sahil kentindeydik? Kaç sene geçti?
Tekbaşına oturuyordunuz bir seferinde mesela, yine denize karşı. Hayallerle somut gelecek planları arasında zigzag yapıyordu düşünceleriniz. “Yarın”lı cümleler kurardı durmadan o genç aklınız, sayfa çevirmeye programlıydı parmaklarınız. Gideni korkusuzca uğurlayabilenlerdendiniz.
Belki o akşamüstü iki kişiydiniz aynı doyumsuz manzaralı bankta oturan. Konuşmuyordunuz ama. Omuzlarınız değiyordu birbirine zaman zaman. Herkes kendi sessizliğine sarınıp dalmıştı denize, kararan sularda yanyana yüzüyordunuz. Nefes alıp verişini işitirdiniz bazı bazı, iyi gelirdi varlığı.
Hafiften bir iç çekip şalıma gömüldüm biraz daha. Geçmiş gün batımlarının yarım yamalak izleri mi yoksa Eylül akşamının serinliği mi beni üşüten? Baktım karşıki tepeler tamamen kararmış, seçebildiğim tek tük ağaç gövdeleri ve yamacın bitiminde sıralanmış tekne direkleri.
Parlak bir yıldıza odaklanmış kimliğini tahmin etmeye çalışırken gördüm incecikten beliren hilali. Hop etti yüreğim. Sürpriz bir konuk katılmış gibiydi akşamın şık davetine.
Genç hilal zarif ve utangaçtı. Yıldızın parlaklığına yetişemiyordu ışıltısı. Belki de sihri kırılganlığındaydı. Göz alıyoru varlığı. “Dün gece yoktu, nereden çıktı, ah ne hoş” demeye kalmadı saklandı tepenin ardına. Külkedisi’nin balodan ayrılışını anımsattı bu ani yokoluş, tek ayakkabı misali bir iz dahi bırakmadı.
Annemin kahve falında görüp müjdeyle duyurduğu haneye doğan uğurlu aylar geldi aklıma. “Yarın başka bir şehrin gece manzarasında ben de olacağım” diye düşündüm sonra, beni kürkçü dükkanına taşıyacak uçakta. Sahildeki son gecenin burukluğu çöküverdi üstüme.
Hoşçakal deniz, sensiz gün batımlarında da gökyüzüne bakmayı unutmayacağım.
Bozburun, Eylül 2013
Bayıldım! Tatilin hakkını vermişsin Denizcim. Bugun dönüş yolu. Sana heyecanlı ve başarılı çalışma günleri dilerim. Ben biraz Brüksel in eylülünü özledim dersem inanırmısın? Murakami yi bitirdin mi? seninle aynı zamanlarda okuyormuşuz. Ben biraz gerindeyim. Sevgiler. Nur.
bi zamandir okuyamamistim hikayelerini, Denizcim simdi kacirdigim oykulerini sicak cayimi yudumlarken keyifle okuyorum yeniden… ellerine saglik ne guzel yazmissin gene!