Önsöz:
Yağmurlu bir Brüksel akşamında Woluwe Parkı’ndan şehre akan ana artere sapmak için ışıkta bekliyorduk. O direksiyondaydı, ben yan koltukta. Amcasını yeni kaybeden bir arkadaşımın “artık telefon çaldığında korkacağımız yaşa geldik” sözünün beni çok etkilediğinden bahsediyordum. Dinliyordu biliyorum ama bakışları uzaklarda hayali bir noktaya kenetlenmişti.
Yüzünü benden yana çevirmeden “insan bu sözden yola çıkarak bir hikaye yazabilir” dedi. Olasılıktan çok hüküm çağrışımı buldum tonlamasında. Suskun kaldığımı görünce devam etti.
Yaşam takviminin yaprakları tek tek çevrilirken şekillenen telefon-insan ilişkisini betimleyen bir hikaye anlatmaya koyuldu anında. Dedikleri yıllardır aklındaymış gibi seri konuşuyordu. Renkli ve yüklü cümleleri birbiri ardına geldi. Kesmedim.
Durakladığında şehir merkezine varmıştık. Çizdiği tablolar, tarif ettiği olaylar, tanımladığı karakterler zihnimde yanıp sönüyordu.
“Yazsana bunu” dedi sonra.
“Nasıl yazarım, bu senin hikayen” diye itiraz ettim.
“Verdim gitti” dedi, “hibe ettim, al kullan, bir işe yarasın.”
“Olmaz” dedim, aklıma hiç yatmadı bu fikir.
Biriki güne kalmadı, elinde üç dört sayfayla geldi.
“Sen yazmadın diye ben yazdım” dedi biraz alaycı, biraz kışkırtıcı.
Aldım okudum. Fikri hala çok sevdiğimi ama tarzını biraz aceleci, biraz da özensiz bulduğumu söyledim.
“Okuyanı düşünmeden sırf kendin için yazmışsın, takip etmesi çok zor bir yazı olmuş” dedim.
Yenilmeyi hiç sevmez ama hep çözüm arayışındadır. Hemen meydan okudu:
“Sen yaz da görelim o zaman, ben de senden öğreneyim!”
Aylar geçti bu konuşmanın üstünden. Ben kendimi bir türlü razı edemedim onun hikayesini sahiplenmeye. Saygısızlık gibi geldi. Onun hayalindekilerden çalıntı yapmaktı belki. Otantik olanı kes/yapıştır dünyasına taşımaya alet olmak istemedim.
İnat etti o da. Ben öteledikçe hatırlattı. Her yeni çiziktirdiğim yazıyı gördüğünde iç çekip “ben de hala bekliyorum” dedi dertli dertli. Gözleri hep manidar baktı.
Sonunda pes ettim. Bana hibe edilen fikirler serisini kendiminkilerle buluşturdum. Karışımı çalkaladım sonra ve yeni bir kurgunun ince belli sürahisine boşalttım hepsini. Tarzına saygılı olmaya çalıştım ama ne yalan söyleyeyim, içine kendi kimliğimi de kattım.
İlk kez böyle bir sorumluluk üstleniyorum. Tereddütüm ve doğru vurgulama arayışım sezilecektir belki satır aralarında. Bilin ki emanete sahip çıkamamaktan korktum.
TELEFON
Sancılarla kıvranan anne adayı hastaneye taşınır. Bebek belli ki yoldadır. Refakatçiler yerlerinde duramaz, koridorlarda dolanır, bahçede volta atar, soluklanır. Herkesi saran o tatlı telaş, kağıt helva tadındaki o bekleyiş mucizenin yaklaştığını fısıldar.
Bu alışılmamış duygu yükünün izleri yansımıştır müstakbel babanın yüzüne. Kalabalık etmeyelim diye hastaneye hücum etmemiş hısım akraba deseniz, cümleten tetikte. Evlerinde hop oturup hop kalkıyorlar. Sağ olsunlar, sık sık arayıp haber soruyorlar.
Sonunda bebek dünyaya gelir, ilk çığlığını duymuş gibi hemen arar dostlar. Sağlıklı mıdır, parmakları tam mıdır, beş duyusu yerinde midir diye sorar arayanlar. Annenin durumuna dair bilgi istenir. Şaşkın babaya göz aydın dilenir.
Bebecik yeni tanıştığı bu evrende ilk deneyimlerini yaşamaktadır o sırada. Ziller çalar, o ağlar. Bir yandan da etrafında pervane olan çılgın yetişkinlere bakar. Konuşurlar, koştururlar, birbirlerine sarılır, hem güler hem ağlarlar.
Telefon da bebeği izler o sırada. Bu minicik bedenden çıkan onca gürültüye şaşar. Laf aramızda, altına yaptığında ortalık pek fena halde kokar. Gülücükleri ama, ah o gülücükleri yok mu, nasıl da yürek yakar.
Bebek henüz dünya düzeninden habersiz o tapılası gamsızlığında evine nakledilir birkaç gün sonra. Altı temiz, karnı tok oldukça memnundur, uyku gibi tatlısı da yoktur. Çevresindeki hummalı koşturma aynı hızla devam eder, telefonlar yanar söner.
Yalnız kurallar konulmuştur artık bebek için yaratılan korumacı düzen dahilinde. Sabah çok erken ya da akşam belli bir saatten sonra arayamazsınız çocuklu evi. Öğlen deseniz, belki mama saatine denk gelir. Öğleden sonra uykusunu da bölmemek gerekir.
Telefon bebeğin özel hayatına saygı duyulsun ister. Ufaklık dertsiz tasasız şu günlerin doya doya tadını çıkarsın ister. Onun için bozulmaz bazen sessize alındığında, ya da kapatıldığında hepten. Ve cesur bir şövalye gibi koşar yardıma, her gerçek ya da kuruntudan ibaret acil durum çağrısında.
Doktorun numarası deseniz hafızasında, aile fertleri, dost, akraba “sık kullanılanlar” arasında. Hızlı çevirmede anneanne torpilli, bir numara, eczanenin çırağı Mehmet mesela on iki, Bakkal Kazım on üç. Sistem kurulmuş, ağ döşenmiş, vefalı telefon işbaşında.
Bazen anne arar babayı iş yerinden, “Babası, bak seninle konuşmak istiyor” der cilveli bir edayla. Telefon bocalar, bilir bebeğin konuşamayacağını ama annenin şevkini kırmak istemez. “Kadıncağız aylardır evde kapalı kaldı, yetişkin ortamlarından uzakta belki hayal gücü biraz fazla canlandı” diye geçirir içinden.
Bebekten küçük anlamsız bir çığlık dışında başka ses gelmez. Beklenen mucize gerçekleşmemiştir. Gayretli anne bozulmaz hiç. “Bir daha ki sefere babası” diyerek pusetine yatırır yavrusunu. Öpücüklere boğar onu, “annesinin kuzusu”…
O büyük gün sonunda gelir ama mutlaka. Yine aranır hevesle baba, ufaklık “baba” ile “mama” arasında bir söz yumurtlar. İkisi de kabulleridir, havalara uçar ebeveyn, dünyalar onların olur. Telefon paylaşır.
Zaman geçer, bebek de telefon da uyur, sadece ilki büyür. En haşarı yaşlarına gelmiştir sevimli canavar. Bazen telefonu afiyetle yemeğe çalışır, çekiç yapar bazen ondan, bazen mikrofon gibi kullanır. Telefon ona yakıştırılan bu yeni işlevlerden nasılsa keyif alır. Çocukluğun sınırsız yaratıcılığının aynasında kendini masal kahramanları kadar ayrıcalıklı görür.
Bazen bir bedel ödemek zorunda kalır ama bu maceraperest ruh. Telefon fırlatılır, yere yuvarlanır, bazen kırılır. Çocuk büyüdükçe keşif dürtüsü güçlenir, içine bakası gelir aletin. Söker açar, ne çıkacak diye bakar. Telefon soru soran aydın kafaları sever, gönüllü deneklik eder. Acıya dayanıklıdır, sabır ikinci adıdır.
Çocuk ergenlik çağına yaklaşırken bakar ki fena halde işi düşecek telefona, onunla ilişkisinin rengini de anında değiştirir. İlk yakınlaşma zamanla bağımlılığa dönüşür. Arkadaşlar yaşamın orta yerine yerleşmiştir artık, hergün defalarca aranır.
Konuşmalar sırasında sırlar paylaşılır, sıkıcı yetişkinler acımasızca kınanır, kıkırdanır, naz yapılır. Pirelerden deve yaratılır, iki kaçamak bakışta aşk mayalanır. Tek ters sözden çıkar savaşlar, isyan bayrakları en ufak esintide şiddetle dalgalanır.
Telefon çeşit çeşit paylaşıma kulak kabartır, ne itiraflar duyar, ne acayip hikayeler. Kavak yellerini yakından tanır, coşkulu duygu sellerine bazen o da kendini kaptırır. Kimi zaman duyduklarından dolayı gerilir, tedirgin olur. Acabalarla dolar.
Her durumda ketumdur ama. İçine atar kör kuyu misali, geriye dönüşü yoktur. Aksettirmez, renk vermez. Güveni keza suistimal etmez. Kol kırılır, yen içinde kalır.
Onca dramadan payına düşeni de alır icabında. Bazen bisikletten uçup yere kapaklanır, hafızasını kaybetmekten kıl payı kurtulur. Havuza düşürülür, saç kurutma makinesiyle kurutulur. Tuvaletlerde, kafelerde unutulur.
Ergenlik çağı gelip çattığında telefon fazla mesai sayfasını açar. Trafik zirve noktasına ulaşır. Evde sesler iner çıkar, gözler yuvarlanır, iç çekilir, sabır denenir. Her an telefon çalsın istenir.
Aşk kapıyı çaldığında durum iyice ciddiye binmiştir. Telefon gencin kolunun uzantısı haline gelmiştir artık. Beraber uyur, beraber uyanırlar, aynı yatağı paylaşırlar bazen.
“Aynı insanla her gün bu denli uzun ne konuşulur?”diye sorar telefon kendi kendine. Sevdiğine seslenen sesin kadifemsi yumuşaklığını tanır, kelimelerin tonlamasında birbirine dokunur tenler, bilir. Aklı bir karış havada gezmek neymiş anlar.
Samimi itiraf anlarını sever, o anlara giden inişli çıkışlı yolda kıvranmayı sever. Midedeki kelebeklerden bahis açılır. Çok merak eder. Bu kez telefon gencin bedenini açıp içine bakmak ister.
Arada aşk tökezler, küsüp sessizliğe bürünür sevgililer. Telefon kederlenir. Karanlık sessizliğinde beklerken içinde uçuşur “halbukiler”, “amalar”, “keşkeler”.
Belki herkesten önce tahmin etmiştir gencin sonunda kiminle evleneceğini. Belki onaylamıştır, belki karşı çıkmıştır içinden. Etkilemeye çalışmak geçmiş midir acaba bazen aklından? Birkaç saniye erken ya da geç çalmaya çalışmış mıdır kaderi değiştirmek için sizce?
Öyle ya da böyle, evlilik bir gün kapıyı çalar. Sevgili eşe dönüşür, ortak ev kurulur, o yuva paylaşılır. Yeni düzeni oturtmak biraz zaman alır. Randevularda, tatillerde en sevimli çehresiyle görmeye alıştığımız seçimimizle yirmi dört saat geçirme zamanıdır.
Balayı dönemi bazen kısa, bazen uzun sürer. Bir noktada günlük hayat hakimiyetini ilan eder. Çocuklar eklenir derken çekirdek aileye. Telefon kendine yeni bir çehre seçer.
Alışveriş listeleri paylaşılır, gelenekleşen arkadaş buluşmaları planlanır konuşmalarda. Faturalar ödenmiş midir? Çocuğu akşam okuldan kim alacaktır? Bu gece televizyon karşısında uyuklamak yerine bir sinema kaçamağı yapmak gerçekten imkansız mıdır?
Telefon burulur. En çok azalan sevgi sözcüklerini duymayı özler. Hafızasında kayıtlı eski mesajları gizlice dinler bazen. Sahiplerinin ses tonlarında, vurgularındaki değişikliğe şaşar. “Ne oldu o kelebeklere?” diye bağırmak ister avaz avaz.
Artık çaldığında ona doğru heyecanla koşulmaz. Bazen duyarlar da açan olmaz. Makamından olmuş, itibarını yitirmiş gibi hisseder. Solgun yüzü kıskanç gözlemcilerin dikkatinden kaçmaz. Saç kurutma makinesi ütünün kulağına bir şeyler fısıldar, telefondan yana bakıp hain hain kıkırdarlar.
Çocuklar büyür, bir gün evden uçar gider. Ev öksüz kalır. Önce onlar, derken torunlar aradıkça bir ışık doğar haneye, yüzler aydınlanır. Yaşlı bedenler dikleşir, adımlar çevikleşir. En küçük müjdeli haber üstüne bir fasikül yorum döşenir.
Bazen telefon dostlardan gelen kara kederi taşır. Mazide dolaşır düşünceler, yanıtı olmayan sorular sorulur. Her tatsız haber ev halkının boynunu biraz daha büker, katmerlenir boğazdaki düğümler.
Telefon onlara sarılmak ister. Oysa bilir, uzaktan bakmak onun kaderidir. Görse de karışamaz. Bildiğini okuyamaz. Zamanla çaresizliği ağırlaşır, taşınmaz hale gelir.
Malum gün ister istemez gelir, doktor çağırmak için uzanır telefona eller. O inanmak istemez söylenenlere, kulaklarını kapatır, ilk kez işitmemeyi tercih eder. Hastanede ilk günün cıvıltısını anımsar, hazmedemez olup biteni, zamanın böylesine sinsi bir hızla geçişini.
İçi kaldırmaz artık, isyan eder, atmak ister kendini yerden yere. Kaskatı kesildiğiyle kalır. Mahkumiyetinde yalnız ve paramparçadır.
Eş dost aranır, haber salınır. Telefon biçare aracıdır, kaybolmak ister. Görünmez kılınmak, bozulmak, tanıklıktan istifa etmek ister. Tam çekip gidecekken sadık emektar ruhu kolundan tutar durdurur.
O da elinden geldiğince, katlanabildiğince dayanır oracıkta. Perdenin kapanışını izler. Sonrası konuşulur artık, yerine getirilmesi gereken görevler, yükümlülükler. Dünün kanlı canlısı geçmiş oluvermiştir.
Zaman acılarımızdan bağımsız, bildiği usul akar gider. Ev her geçen gün daha derin bir sessizliğe gömülür.
Telefon bekler.
Sonsöz:
Bu hikayenin orijinal hali elime verildiğinde son cümlesi elektrik şoku misali çarpmıştı beni. Yazının başka yerlerinde kapsamlı değişiklikler yapmış olsam da bu cümleyi aynen korudum.
Yazarı hikayesini okumayı bitirdiğim o an, “ne anladın?” diye sormuştu yine meydan okuyarak.
“Telefon sensin!” demiştim gözlerimde yaşlarla. Bir yaşam boyu zırhların altında sakladığı duygulara dokunmuştum hikayesini okurken.
Bu emaneti hissetmekten vazgeçmeyenlerle paylaşmak istiyorum.
Kırılganlığınızın deli cesaretidir hayatı yaşanılır kılan.
Brüksel, Kasım 2013
Hikaye her zamanki gibi çok güzel herkesin yaşantısından bir parça taşıyor resmi görülen telefon ise çok tanıdık geldi.
Bilmez miyiz… Altında numarası kayıtlı.
Betimleme müthiş olmuş.
Fikrin sahibine söyleyeceğim 🙂