Küçülen dünya

image

Washington DC Dulles havalimanının pasaport kontrolündeyim. Bize bildirildiği gibi cep telefonlarımızı kapattık, doğru kuyrukta sıraya girmeye hazırlanıyoruz. Beraber seyahat ettiğim İngiliz meslektaşım diplomatik vizemiz olduğu için Amerikan vatandaşlarına ayrılmış bankoya geçebileceğimizi söylüyor.

Biraz bocalıyorum ama “bir bildiği vardır herhalde” diyerek peşinden gidiyorum adamın. İçimden bir ses “iyi de sen İngilizsin, ben Türk; bana kesin bir arıza çıkarırlar” diye söyleniyor. Yaşayıp göreceğiz.

Sıra bana gelince biraz ürkek uzatıyorum pasaportumu görevliye, yedekte sorulursa çıkarılacak diğer belgelerle bekliyorum. Zannettiğim gibi başka bankoya yollamıyor beni. “İş için geldiniz herhalde?” diyor ama detay sormuyor.

Kafamla onaylıyorum. Adet olduğu üzere parmak izlerimi alacak derken de damlayı vurduğuyla uğurluyor beni. Mesut bir şaşkınlıkla ilerliyorum. İnanması güç ama, diplomatik vizenin üzerine yansımış “Avrupa Komisyonu” ilişkilendirmesi Türk pasaportunun yaratabileceği tedirginliği yenmişe benziyor.

İlk kez yabancı bir ülkeye bu kadar yumuşak bir iniş yapıyorum…

* * * *

Ertesi gün Amerikalılarla geçiyor. Öğlen arasında bodrum katındaki penceresiz toplantı salonundan çıkıp yakınlardaki bir lokantaya yürüyoruz hep beraber. Hava güneşli ama son derece soğuk.

Boynumda Türkiye kökenli keçe bir atkı var, çok sevdiğim birinin hediyesi. Değişik bir kesimi var, boyunluk misali dolanıyor. Gözü andıran iri bir düğmeyle sabitleniyor.

Avrupalı dostlar “nasıl bir şey bu?” diye soruyorlar. Bir nevi sembolik nazar boncuğu yerine geçen gözün anlamını anlatmaya girişiyorum. Dışişleri’nde görevli Amerikalı bir hanım o anda dillenip açıklamalarımdaki boşlukları tamamlıyor.

Ben şaşkın şakın bakınca, o da bilgisinin kaynağını paylaşıyor hemen. Suriye’de görev yaptığı yıllarda Güney Doğu Anadolu’yu gezmiş. Antep’i ve Maraş’ı benden iyi biliyor. Nazar boncuğundan haberi olduğu gibi nazara da inanıyor.

* * * *

ABD’deki ikinci iş gününün sonunda oldukça bitkin bir halde otel odama varıyorum. Son bir gayretle ve çok geç olmadan bir rapor yazıp yollamam lazım. Tablet bilgisayarımı çıkarmak için gardrobun bir köşesine yerleştirilmiş kasayı açmaya yelteniyorum.

Tuşlara dokunuyor parmaklarım kodu girmek için, ama kasa bana mısın demiyor. Ne sesi soluğu çıkıyor ne de kapısı açılıyor. Belli ki bir terslik var.

Tekrar tekrar deniyorum ama sonuç değişmiyor. Aynı anda aklıma -kasanın yokluğumda birileri tarafından açılıp içinin boşaltılmış olabileceği dahil- bir sürü ihtimal geliyor. Sabah o delikte kilitli bıraktıklarımı anımsadıkça parmaklarım titremeye başlıyor. Terliyorum.

Resepsiyonu arayıp problemi rapor ediyorum, güvenlik görevlisini yollayacaklarını söylüyorlar. Görevlinin gelmesi on beş dakika sürüyor. Çok yavaş ve ağır geçen on beş uzun dakika.

Seneler önce Boston’da çalınan pasaportumdan sonra yaşadığım karanlık günleri ve uykusuz geceleri hatırlıyorum. O filmi yeniden görmeye hiç hazır değilim. Bir korkudur basıyor yüreğimi.

Kapı tıkırtısı beni kendime getiriyor, koşup ardına kadar açıyorum. Güvenlik görevlisi önce gecikme için özür diliyor, sonra kasanın orasına burasına tıklayıp “bunun pili bitmiş” diyor. İçime su serpiliyor ama kasa açılmadan rahatlamak haram bana.

“Nasıl açacağız peki?” diye soruyorum. “Teknisyeni çağırmak lazım!” deyip telefona sarılıyor. Ben hala terliyorum.

Güvenlik görevlisi ve ben beklemedeyiz. Havadan sudan konuşmaya çalışıyoruz. Avrupa’dan geldiğimi nasılsa anlamış, neresi diye sorunca Belçika muhabbeti açılıyor.

Hemen Avrupa Birliği’ne bağlıyor bizimki. Sonra Anvers’te yaşayan oğlundan ve Kıbrıs’ta yaşayan kızından bahsetmeye koyuluyor heyecanla. Her baba gibi çocuklarını andıkça gözleri parlıyor.

Brüksel çikolatasından Anvers pırlantalarına, oradan da Kıbrıs’a akan muhabbet sırasında benim Türk olduğumu da kavrıyor. Kısa bir tereddütten sonra dayanamayıp ekliyor: “Kimse açık açık söylemez ama din meselesi bu, yoksa sizi şimdiye çoktan almışlardı AB’ye!”

Kapı tıkırtısına koşuyoruz, genç teknisyen aletleriyle gelmiş. Kasayı dinliyor, tıklıyor, derken bir küçük bölmeyi açıp pilleri yeniliyor. Sonra kenara çekilip benden kodu girmemi rica ediyor. Soluğumuzu tutuyoruz.

Kapı açılıyor, hızlı bir yoklama alıyorum, herşey bıraktığım gibi. Öyle bir rahatlama sarıyor ki içimi tasviri mümkün değil. Adamlara Belçika çikolatası ikram ediyorum. Kibarca birer tane alıyorlar, kutunun kalanını da ellerine tutuşturuyorum.

Ucuz atlattık!

* * * *

Üçüncü gün toplantılar beklenilenden erken bitince kısa bir gezinti için zamanım oluyor. Bu şehre vardığımdan beri sürekli titrediğim için en kalınından bir hırka arayışındayım. Rastgele dolaşırken önüme çıkan düzgün görünüşlü dükkanlardan birine giriyorum. Yüzde elli indirimleri olduğunu müjdeliyorlar hemen.

Aklımda yatan hırkayı seçip kasaya doğru seyirtiyorum. Genç bir satış görevlisi hemen yardımına koşuyor. Çekik gözleri onun benden de uzaklardan geldiğinin kanıtı. Ancak kusursuz İngilizcesine bakarsak belli ki epeydir buralı.

Kredi kartımda adımı görünce nereli olduğumu soruyor ve “Türkiye” kelimesini duyar duymaz aydınlanıyor kızın yüzü. Bir solukta seneler önce tanıştığı Türk arkadaşlarını, onlarla yaptığı Kuşadası ve Çeşme gezilerini, tipik Türk kahvaltısında tatmaya doyamadığı beyaz peynir ve siyah zeytini, sıcacık taze ekmeğin kokusunu anlatmaya girişiyor.

Ben neye uğradığımı anlamadan Belgin Doruk ve Ayhan Işık’ın bir filminden alıntı yapıyor birkaç kısa cümleyle. Aklı kahvaltıda kalmış olmalı ki, derin bir iç çekip demli çayın keyfinden bahsediyor. Şaşkınlığım bütün hakimiyetiyle sürerken o bir yandan hırkayı özenle katlayıp şık bir paket yapıyor, diğer yandan da Ajda Pekkan’ın bir şarkısını mırıldanıyor.

İşlem bitince Uugii bana kartını uzatıyor ve bu şehre tekrar gelirsem mutlaka ona uğramam gerektiğini söylüyor. Beni kapıya kadar geçirirken civardaki dükkanlar ve lokantalarla ilgili önerilerini sıralıyor ve onu geçmişindeki o güzel anlara taşıdığım için bana şükranlarını sunuyor. Dostça vedalaşıyoruz.

Deli gibi indiriyor yağmur, rüzgar öfkeli esiyor. Ucuzlukta alışveriş edenlere bırakın hediye paketi yapmayı, bir karton torbayı dahi çok gören Belçika mağazalarını düşünüyorum. Bir de Uugii’nin Çeşme/Kuşadası günlerini. Niye bilmem o sahillerde kalmış esmer ve yakışıklı bir delikanlının varlığından şüpheleniyorum…

* * * *

Toplantılar nihayet bitti. Artık biraz da şehri keşfetme zamanı. Ne var ki aralıksız yağış devam ediyor. “Brüksel’den geldim, alışkınım” dolduruşuyla yaptığım iki saatlik yürüyüşten sırılsıklam döndüm.

Üstümü değiştirdim, botlarımın içini saç kurutma makinesiyle kuruttum, sıcak bir çorba içtim. Yine de kendime gelemedim. Tekrar yollara düşmek gelmiyor içimden.

Otele yakın küçük bir sinema keşfetmiştim dün. Bağımsız filmler gösteren, karakterli bir mekan. Oraya attım kendimi. Meryl Streep ve Julia Roberts’ın oynadığı ve son zamanlarda basında epey konuşulan bir filmi görmek niyetim.

Sinemanın girişi afişlerle süslenmiş küçük bir büfeden. Çalışan tek bir eleman var. Patlamış mısırı da, içecekleri de, biletleri de o satıyor. Kuyrukta önümdeki şahsiyet hem bilet hem yiyecek/içecek siparişlerini hep bir ağızdan yapmaya çalışınca hafiften öfkelendi çalışan: “Lütfen beni zora koşmayın, paralel ve çoğul işlem yapmayı reddediyorum!” dedi.

Müşteri şaşkın şaşkın baktı adama. Günümüzün ABD’sinde ancak sadece “sanat filmleri” göstermeyi seçen bir sinemada duyulabilecek bir çıkış bu sanırım. Gülümsedim bileti alıp cebime koyarken.

Soldaki ilk salona girdim, toplam yedi sekiz sıra, her sırada on, bilemediniz on iki koltuk var. Benden önce yerlerine yerleşenler arkadan başlayıp önlere doğru yayılacak şekilde konumlanmışlar. Ben de dördüncü sıraya yerleştim.

Salon yarı karanlık, ekranda reklamlar, gelecek programla ilgili bilgiler paylaşılıyor. Birara sinema kendi reklamını yapıyor, büfesinde satılan patlamış mısırın tadından tutun da mevcut ürün yelpazesinin genişliğine kadar sundukları servisin kalitesini övüyor. Reklam şu sözlerle sonlanıyor: “Baklavamız bile var!”

* * * *

Her gün kurulan yeni iletişim köprüleri sayesinde gittikçe küçülen bir dünyada yaşıyoruz aslında. Uzakları biraz daha yakın ve biraz daha “bizden” yapmaya yarıyor bu durum. Daha az yabancılık, daha az yalnızlık çekiyoruz herkesin hareket halinde olduğu ve baklavanın patlamış mısırın yanında satıldığı bu ortamda. Her yer biraz “ev” oluyor kapılar ardına kadar açıldığında.

Film daha ilk sahnesinden sizi sarıp içine alan cinsten, hayatın göbek deliğine odaklanmış. Sert gerçekleri sulandırmadan, pamuklara sarmalamadan anlatmayı seçmiş cesaretle. Aile bağlarına, gaddarlığa, hastalığa, gönül ilişkilerine, yalnızlığa, fedakarlık ve ihanete alıcı gözüyle bakmış ve hepsini şiirsel bir keskinlikle hikayeleştirmiş.

Ani ve acı bir kaybın ertesinde değişen dengelerin gölgesinde yaşanılanlara şahit oluyoruz. Yürek kabartıcı gelişmeler ve birbirinden yüklü repliklerle dolu sahneler birbirini kovalıyor. Bir tanesi var ki özellikle derimi yarıp geçiyor.

Babasının beklenmedik ölümünün yarattığı şokta bocalayan baş kadın karakter (ki sanırım benim gibi kırklı yaşların ortasında) çok da iyi geçinemediği ergenlik çağındaki kızına dönüp şöyle diyor: “Ne yaparsan yap, ama benden önce ölme!” Sesinde yakarış, meydan okuma ve ölesiye kırılganlık var.

* * * *

On iki senedir 12 Ocaklara düşmanım ben. Üstüme üstüme gelir o tarih daha senenin ilk gününden, geri sayıma geçerim. Takvim o günü gösterdiği sabahlara da hep ağır bir yürekle uyanırım, kabullenmiş ama hala üzgün.

Bu sene ABD seyahati bu tarihi de içine alacak şekilde ayarlandığı için sevinmiştim, ne yalan söyleyeyim. Kıta değişikliği, saat farkı, iş koşturması derken kendimi biraz unutmayı diledim. Bugünün babamdan ayrılışımın on ikinci yıldönümü olduğu gerçeği yine de hep benimle gezdi.

Yeni dünyanın büfesinde baklava satılan sinemasında ekranda Julia Roberts, koltukta ben ağlıyoruz. Küçülen dünyada farklılıklarımız azalırken ortak yanlarımız daha da belirginleşiyor. İnsan her yerde insan, acılarımız aynadaki aksimiz kadar tanıdık.

Babamı bütün kıtalardaki tüm saat dilimlerinde ayrı ayrı ve muazzam bir şiddetle özlüyorum.

Washington DC, Ocak 2014

20140113-133026.jpg

1 thought on “Küçülen dünya

  1. ”Küçülen dünyada farklılıklarımız azalırken ortak yanlarımız daha da belirginleşiyor. İnsan her yerde insan, acılarımız aynadaki aksimiz kadar tanıdık.”Buram buram hasret kokan muhteşem bir yazı..olmuş..

Leave a Reply to A.Kemal YURTMAN Cancel reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Twitter picture

You are commenting using your Twitter account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s